02-21-2012, 22:28 | #1 |
osmanlılarda vakıf kültürü
Osmanlı Vakıf Kültürü
Yavuz BAHADIROĞLU Hen dini, hem de millî kültürümüzün temelinde "eşref-i mahlukat" olarak "insan" var. Medeniyet anlayışımıza, "Her şey insan için" görüşü hâkimdir. Bu merkezde eğitilen Osmanlı insanı, din, dil, renk, ırk farkı gözetmeksizin insanlara hizmeti ibadet telakki etmiş, "İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır" prensibi içinde, hayırda yarışmış, bu ulvî ve külli yarışın bir sonucu olarak da, büyük hayır müesseseleri (vakıflar) vücuda getirmiştir. Osmanlı'da vakıf müesseselerin bolluğu ve yaygınlığı "hayır"da yarışın ne denli büyük bir toplumsal heyecan dalgası oluşturduğunu gösteriyor. Rahatlıkla diyebiliriz ki, Osmanlı insanı, "İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, Allah yolunda harcananın da, en hayırlısı halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır” anlayışı çerçevesinde, hayatını yaradılış hikmetine hizmete vakfetmişti. Devlet, insanının bu ulvî çabasından öylesine etkilendi ki bizatihi kendisi devasa bir vakfa dönüşüp din, dil, renk ırk, kıyafet farkı gözetmeksi zin, tüm gücünü, yönettiği insanların hizmetine sundu. Çünkü hayatın merkezi insandır. Bediüzzaman'ın deyişiyle, "Kâinat hayata, hayat insana bakar." Vakıf müesseseleri ise insana (ve tabii ki hayata) duyulan sevgi ve saygının kurumlaşmış hâlidir. Böyle müesseseler düşünebilmek için, insanın yaradılış hikmetini kavraması gerekirdi, insanın yaradılış hikmetini en iyi anlatan kitap Kur'an olduğuna göre, insana hizmeti pek tabii Müslümanlar kurumlaştıracaklardı. Böylece Müslüman yüreklere vakıf fikri doğdu ve kısa sürede kültüre dönüştü. Bir kişinin malını-mülkünü hiç tanımadığı insanların hizmetine sunması, insanı tüm teferruatı ve kıymetiyle kavramakla mümkündür! Belli ki bu idrak Osmanlı insanında mevcuttu. Şuradan belli ki, yirmi altı binden fazla vakıf kurdular. Bunlardan bazıları hayvanlara ve bitkilere yöneliktir ki, Ortaçağda böyle bir çevre bilincinin oluşmasını takdirle anmamak imkansızdır. Osmanlı'da ilk vakıf Orhan Gazi tarafından vücuda getirildi. (Osmanlı, vakıf müessesesini kendinden önceki doğru bazı uygulamalardan aldı. Ancak onları yeniden inşa edercesine geliştirdi.) Orhan Gazi, İznik'te ilk Osmanlı medresesini (üniversitesini) kurarken üniversite- nin ilmi özerkliğini (evet o çağda bilimsel özerklik düşünülmüştü) devam ettirebilmesi için gereken ekonomik bağımsızlığı temin konusunda bir kısım gayrimenkuller de vakfetmişti. Böylece Osmanlı- 'da vakıflaşma süreci başlıyordu. Bu sürecin nasıl işlediğini göstermesi açısından Fatih'in bir vakfiyesini özetlemek istiyorum: "Ben ki İstanbul fatihi abd-i aciz (aciz kul) Sultan Mehmed Han'ım! Bizatihi alnumun teriyle kazanmış olduğum akçelerumle (paramla) satun alduğum İstanbul'un Taşluk Mevkii'nde kaim (bulunan) ve malûmu'l-hudut olan (sınırları belli) yüz otuz altı bap dükkânımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakf-ı sahih eyledum. İş bu gayr-i menkulatumdan (dükkânlardan) gelecek nemalardan (gelirlerden) İstanbul'un her sokağına ikişer kişi tayin eyledum. Bunlar, ellerinde bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü karışımı olduğu hâlde günün müteaddit saatlerunde sokakları gezeler. Tükrüklerin üzerine bu tozu dökeler (kirecin mikrop öldürücü etkisini unutmayalım) ki, yirmişer akçe alalar... "Ayrıyeten, on cerrah (operatör), on tabib (doktor) ve üç de yara sarıcı (hemşire-sağlık memuru) tayın eyledum. Bunlar dahi, ayın belli günlerinde İstanbul'a çıkalar, bilaistisna (istisna- sız) her kapuyu vuralar ve o hanede hasta olup olmaduğun soralar, hasta var ise ve şifası mümkin ise şifayap edeler; (evde tedavi etsinler) değilse kendulerunden hiçbir karşıluk beklemeksizin darülacezeye (yoksullar bakımevine) kaldırarak orada salah bulduralar (iyileştirsinler). "Maazallah (Allah korusun) İstanbul'da et buhranı çıkacak olur ise vakfittuğum yüz adet tüfengi ehline (avcılara) vereler. Bunlar, hayvanat-ı vahşiyenin (av hayvanlarının) yumurtada ve yavruda olmadığı sırada balkanlara (dağlara-ormanlara) çıkub avlanalar ki, zinhar (kesinlikle) hastalarumuz gıdasuz (proteinsiz) kalmasunlar. Ayrıyeten, külliyemde bina ve inşa ittuğum imarethanede şehit ve şühedanın harimleri (şehit aileleri) ve İstanbul fukarası yemek yiyeler... "Ancak, yemek yemeye veya almaya bizatihi kenduleri gelemeyecek vaziyette olanlarun yemekleri günün loş karanlığında kimse görme- den (bu da muhtaç insanı incitmemeye yönelik vicdani bir hassasiyet) kapalı kaplar içerusunda evlerine götürüle..." Böyle bir inceliği gösterebilmek insanı salt madde olarak değil, ruh ve madde olarak tümüyle kavrayabilmeyi gerektirir. Belli ki ceddimiz, "insan" denen mükemmelliği bütün hikmetiyle kavramıştı. Öyleyse şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, "vakıf, sevginin öteki adı olmanın yanı sıra, "insan"ı kavrayan "hikmet'in de öteki adıdır. Zaten bu yüzden "Müslüman'dır. Lüks, ihtişam, gösteriş gibi dünyaya yönelik kavramlar, inancımızın bir parçası olmadığı gibi, kültürümüzün, medeniyetimizin ya da tarihimizin de bir parçası değil. Biz eskiden böyle yaşamazdık, lüksümüz, tantanamız yoktu. Eski Müslümanlar, oturdukları muhitin malî durumuna uygun bir hayat tarzını tercih ederlerdi. Gösterişe kaçmazlardı. Diyelim ki Fatih'te yaşayan varlıklı bir Müslümanın yediği, giydiği genelde Fatihlilerin yediğinden, giydiğinden çok az farklıydı. Bu farkı da çevrelerindeki fakirleri doyurarak, muhtaçlara yardım eli uzatarak kapatırlardı. (Özellikle Ramazan ayında devlet önderlerinin konakları sabaha kadar açık olur, isteyen yer içer, üstüne bir de "diş kirası" alırdı.) Osmanlı toplumu, sözün tam manasıyla bir "sevgi, şefkat ve yardım toplumuydu. Devlet, "hayat ve hayrat devleti", insan “hayrat ve hasenat insanı”ydı. Komşu açken tok uyumayı Peygamber dergâhından kovulma anlamına alır ve çevresine elinden gelen her türlü yardımı yapardı. Selâtin camilerinin bir köşesinde bulunan "Sadaka Taşı"na zenginler, özellikle kutsal gecelerde sadakalarını bırakır, fakirler gece yarısı sonrasında aynı taşı ziyaret edip, kimseye gözükmeden ihtiyaçları kadarını alırlardı. Ne veren alanı tanırdı, ne alan vereni... Böylece kimse kimsenin minneti altına girmezdi. Vakıf anlayış sistemleşmiş, tüm devlet ve millet neredeyse "vakıf devlet", "vakıf millet" statüsü kazanmıştı. Borçtan dolayı cezaevine düşen birinin borçlarını mahalleli ödemek suretiyle onu kurtarıyor, kışın kömürsüz kalanlara ismi meçhul bir zengin kömür gönderiyor, mahalle bakkalının borç defteri, belli bir sayfadan belli bir sayfaya kadar ödeniyordu. Ve bu hayır sahipleri kendilerini özenle gizliyorlardı. Başta zekât-fitre olmak üzere, yaygın yardım kurumları toplumsal barışın da dinamosuydu. Bunu yitirince barışı da yitirdik. Özelliklerimiz, güzelliklerimiz git gide kayboldu. Bugün de zaman zaman muhtaçlara yardım ediyoruz, ama sanki yardımlarımız, eskisine nispetle, biraz gösteri, biraz da gösteriş kokuyor. Çünkü artık hayatımızı inançlarımız değil, gösteriş tutkumuzla ticari, sosyal, siyasal kaygıları- mız biçimlendiriyor. Bu durumda tabii ki altta kalanın canı çıkıyor. Sonuç; "sende var, bende yok" hasedi ve ardından kavga... |
|
|
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|