|
Şiirler ve Yazılar Beğendiğimiz yada yazdığımız şiir ve yazıları burada paylaşabiliriz. |
Seçenekler | Stil |
04-03-2008, 18:06 | #1 |
İstanbul Şiirleri
Ah İstanbul Ah
Gözünü sevdiğimin İstanbulu Kalsam da seviyorum seni Gitsem de seviyorum seni Boğazdan seyretmek seni Sultan Fatihin gözüyle Çok ihtişamlı, çok başkasın Ah İstanbul ah Seyrederken özledim seni Kiminin rüyalarını süslersin Kiminin anılarını çok can yakarsın Çok naz yaparsın be istanbul Seyrederken özledim seni (Serdar Sayıl-2006) İlk sevgilinin gülüşüne benzer Bir Nisan havası değil mi esen? Zincirlere, kelepçelere inat, Kanatlarımı açmak zamanıdır; Allaha ısmarladık kaldırımlar. Giyenler düşünsün dar elbiseyi, Ölçülü sözü, hesaplı adımı Ben kurtuldum kafeste kuş olmaktan; Saltanat sürer gibi uçuyorum, Erik ağacı gelin olduğu gün. Hayranım bu şehrin bacalarına İrili ufaklı hep bir ağızdan. Nasıl derinden bu gökyüzüne doğru Bir türkü söylüyorlar öyle sessiz! Dumanın daim olsun güzel baca! Yuvası saçakta kalan kırlangıç, Yavrusu dallara emanet serçe, Derken camiler üstünde güvercin Minareler katından geçiyorum Gökyüzü mahallesi İstanbul’un Süt beyaz bir martıyım açıklarda Gemilere ben yol gösteriyorum, Buğday ve ilaç yüklü gemilere Bir kanat vuruşta bulutlardayım; Bir süzülüşte vatanım dalgalar! Cahit Sıtkı Tarancı BASKA BIR TEPEDEN Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer. Nice revnaklı şehirler görünür dünyada, Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan. Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan. Yahya Kemal Beyatlı BEDRIYE'YE MISRALAR -bedri Tahir Şaşman’a zarif dostluk havasının ilhâmıyla- Gelmek’çün ikinci bir hayata. Bir gün dönüş olsa ahiretten Her ruh açılıp da kâinâta, Keyfince semada bulsa mesken: Talih bana dönse, nazikâne; Bir yıldızı verse mâlikane; Bigâne kalır iltifata, İstanbul’a dönmek isterim ben. Bin bir tepeden yükselen Boğaz’dan, Baktıkça vatan görünsün engin; Her yıl, bir ömür boyunca yazdan Yelkenler açılsın ufka gergin. Lâkin bu ikinci varlığımda, Son devrede, ihtiyarlığımda, Artık çekilince söz ve sazdan, Ömrüm İç-Erenköyü’nde geçsin. FARUK NAFIZ ÇAMLIBEL BEYAZIT MEYDANINDAKI OLU Beyazıt Meydanı’ndaki Ölü Bir ölü yatıyor on dokuz yaşında bir delikanlı gündüzleri güneşte geceleri yıldızların altında İstanbul`da, Beyazıt Meydanı`nda. Bir ölü yatıyor ders kitabı bir elinde bir elinde başlamadan biten rüyası bin dokuz yüz altmış yılı Nisanında İstanbul`da, Beyazıt Meydanı`nda. Bir ölü yatıyor vurdular kurşun yarası kızıl karanfil gibi açmış alnında İstanbul`da, Beyazıt Meydanı`nda. Bir ölü yatacak toprağa şıp şıp damlayacak kanı silâhlı milletimin hürriyet türküleriyle gelip zaptedene kadar büyük meydanı. Nazım hikmet BOGAZ GEZINTISI Boğaz Gezintisi Ne günlermiş, ne günlermiş Yıldızlar, mehtap, çamlar altında Yıldızlar, mehtap, çamlar altında Ne günlermiş, ne günlermiş Gelip geçmiş! Vapurlar değil, Boğaz’dan geçen; Boğaz’dan yalılar geçiyor, Toplamış bulardan eteklerini... Dairesine çekilen bir saraylı gibi Yalılar gelmiyen alemlerine gidiyor Bırakıp bu sessiz gecelerini. Çekip almış kuşların kanatlarından rüzgarını Asırlık rüyalarında yalılar Uykuların mahmurluğu saçaklarını sarmış. Saz sesleri gelmiyor kıyılardan. Ne geçen yazlardan bir haber var, Ne gelecek baharlardan. Kim bilir kaç deniz geçmiş uykularından. Başbaşa kalmış iki hisar Beklemekte sönük sahilleri. Artık eski harpleri anlatır taş duvarlar Kıyılarından geçen balıklara. O balıklar ki dedeleri Şarkılarla beslenmişti geceleri. Şimdi sulara düşen çürümüş tahtalar Dalgalarda son oltanın yemleri. Bir zamanlar şen yaşamış yalılar Işıklı bir ziyafet sofrasında. Renklerini deniz almış götürmüş, Küllerini alev alıp savurmuş. Deniz kenarında denizsiz kalmış yalılar. Ortaklığı ayrılmış kıt’aların Anadolu günden güne Rumeli’ye küsmüş Bugün biz değiliz bakan yalılara; Yalılar boynu eğik bize bakıyor Biz değiliz sarkan hatıralara.. Göğüs gererek dalgalara Yalılar bir hayal için denize sarkıyor Yalılar bize bakıyor, denize bakıyor. Ne günlermiş, ne günlermiş Yıldızlar, mehtap, çamlar altında Ne günlermiş, ne günlermiş Gelip geçmiş! Özdemir Asaf CANIM ISTANBUL Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. İçimde tüten birsek; hava, renk, eda, iklim; O benim, zaman, mekan asıp geçmiş sevgilim. Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale, Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale. İstanbul benim canim; Vatanim da vatanim... İstanbul, İstanbul... Tarihin gözleri var, surlarda delik; Servi, endamlı servi, ahrete perdelik... Bulutta saha kalkmış Fatih'ten kalma kir at; Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat... Şahadet parmağıdır göğe doğru minare; Her nakısta o mana: Öleceğiz ne çare? Hayattan canlı olum, günahtan baskın rahmet; Beyoğlu tepinirken ağlar Karaca Ahmet... O manayı bul da bul! İlle İstanbul’da bul! İstanbul, İstanbul... Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği; Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği. Oynak sular yalının alt katına misafir; Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir. Her aksam camlarında yangın çıkan Üsküdar, Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar... Bir ses, bilemem tambur gibi mi, uda gibi mi? Cumbalı odalarda inletir... Kadını keskin bıçak, Taze kan gibi sıcak. İstanbul, İstanbul... Yedi tepe üstünde zaman bir gergef isler! Yedi renk, yedi sesten şayisiz belirişler... Eyüp oksuz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu, Adada rüzgar, ucan eteklerden sorumlu. Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından Hala çığlıklar gelir Topkapı sarayından. Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar; Güleni söyle dursun, ağlayanı bahtiyar... Gecesi sümbül kokan Türkçe’si bülbül kokan, İstanbul, İstanbul... Necip Fazıl Kısakürek DER BEYAN-I SEREF-I ISTANBUL ...... İlm ile ma’rifete cây-ı kabul Olmaz illâ ki meğer İstanbul Olmaya mîve-hor-ı bâğ-ı hüner Olmaya şehr-i Sitanbul kadar İtsün İstanbul’ı Allah ma’mur Andadır cümle meâli-i umur Mevlid ü menşe-i ashâb-ı himem Terbiyet-hâne-i esnâf-ı ümem Ne kadar var ise ashâb-ı kemal Hep Sitanbul’da bulur istikbâl ....... Ne kadar âlemi devr itse sipihr Bulmaz İstanbul’a benzer bir şehir Hüsn ile görmek ile müstesnâ Anı âğûşuna çekmiş deryâ Ne kadar var ise aksam-ı hüner Hep Sitanbul’da bulur revnâk ü fer .... İ’tidal olsa hevâsında eger Gayri buldâna kim eylerdi nazar Her kimün kim ola bünyâdı kavi Yapmasun gayri vilâyetde evi Ana mânend olamaz şehr-i diyar Olmaz anun gibi bir cây-i karar Andadur mâ-hasal-ı kadr ü hüner Taşralarda kim okur kim dinler Akçedür taşranun ancak hüneri Hakk olunmuş hünerün sanki yeri .... N’olduğun halkı kenarın ancak Gören İstanbul’u anlar ancak Olur irdükde kemin meclise hasr Geçinen taşrada allâme-i asr Mütefennin görünen sersem olur Mütekellim geçinen ebkem olur Olmaz ednalarınun bezmine râh Taşra yirlerde satan izzet ü câh ..... Hak budur âb-ı rûy-i buldândur Hayli ma’mûre-i âl-i şândur Maksad-ı Hind ü Firenk ü Maçin Bender-i mu’teber-i rûy-i zemin Bulunur emtia-i gûn-a-gûn Ni’met ü mal ü menâli efzûn Bâhusus ab ü hevâsı dil-keş Sâha-i nihr ü binâsı dil-keş NEBI DESTAN ONU Destan Önü İşte zamanın karanlığı gece gibi; Geçer, bir gölge komadan. İşte, Tanrı nefesli sahiller, İşte Bizans, kopmuş Roma’dan, Sakalları uzamış keşişler sırtında, Bahar halinde bir yük: Sur örülmüş kıyılarda yokluğa taraf Taşlarla, kıskançlıkla ağır ve büyük. Eski İstanbul, ruh kadar eski İnsan daha fazla eskiyemez ki. Bir boşluk ki göller tadında uzun Ya hiç’e uzanmış vaktimiz ya hep’e Yedi meçhul üstüne açılmış, Yedi tepe. Haliç, dünya öküzünün boynuzu, hiç kımıldamaz. Kımıldar bir kapalı su Geçer asırlar gövdesine, aydınlık, Uyumayanların uykusu Eski İstanbul hatıralardan eski Göresin usul usul gez ki. Tarümar olmuş, Dara’dan, Sardanapal’dan anlar, Gemilerle, kervanlarla dolmuş çırılçıplak, Aşkı kaybedenler, bulanlar. Çağ çağ kapılarında durmuş, Nesilleri Asya’nın bu bakış ahu diye. Sormuş sıcak rüyasını, Peygamberin orduları ‘Hu’ diye. Eski İstanbul, eski. Geçmiş günleri kimse söyleyemez ki. Saz sesleri gelir, din uğruna çarmıha gerileceklerden Belki çarmıhsınız, belki sazsınız. Ölümlerden hangisi gerçek, Anlıyamazsınız. Farkedilmez doğu ve batı Hayaller dolusu cenaze, düşüncelerden. Ayaklarınızın, ayaklarınızın Ayrılışı yerden. Eski İstanbul, yakın ve eski Öyle bir ses ki. Can ile ten susamış, susamış, Geçmiş de nice güzeller aradan. Osmanlı padişahı Sultan Mehmet, Bir seher, kadırgalarını yürütmüş karadan. Aşkı ile döktüğü bütün topları bir bir dizmiş, Çevirmiş hülyanın her yanını. Lale gibi vermiş bir akşam güneşinde, Yiğit Yeniçeri canını. Eski İstanbul, çok eski, Rüzgar, şahadete varasın es ki. Dil farkı, din farkı iyice azalmış o sürelerde, Bir sis ki bahçelere, yüzü, cihanı kaplar. Yeniden güne çıkmış, yeniden aydınlığı hayata mahzenlerden, Nur ve hayal olmuş ellerin yazdığı kitaplar, Yürümüş, yürümüş, hilalleri Türklerin, Allahın havalarına, yalnız ve tek. Serdengeçtilerle, akıncılarla Burdan başlamış dünyayı sevmek. Eski İstanbul, hem rahat, hem eski Yaşaması öyle tez ki. Fazıl Hüsnü Dağlarca EDIRNEKAPI USTUNE SIIR Edirnekapı Üstüne Şiir İstanbul dediler mi benim aklıma, Vaiz sokağı gelir hemen. Edirnekapı gelir, evimiz gelir Köşebaşında duran bir güzel kız gelir. Biletçi zili çeker, tramvay durur Bir manav, bir meyhane, iki akasya Kumrular geçer kilisenin çan kulesinden Beyaz bulutlar geçer... Burası Hasan Efendinin kahvesi Edirnekapıda, Bu taşçı Kemal, çocukluk arkadaşım. Bulutu Haliçten, rüzgarı Boğaz’dan Bir baygın gün içindeyiz, yazdan. “Dört cıhar, sebayidü, pencüse Akşam olur, güneş batar nerdeyse.” Pırıl pırıl aşk içinde Mihrimah Sultan Camii Eyüpten vapur düdüğü, Yenikapıdan tren sesi. Kalkarız ağır ağır kahveden Ben, Kemal, Kemalin eniştesi... Vaiz sokağına gelir eve varırım Kapıya iki üç defa vururum Karım kapıyı açar, çocuklar koşuşur Ekmeğimiz var, yemeğimiz var Yemeğe iştahımız var. Oturur yemek yeriz cümbür cemaat Alnımızın terinden, elimizin emeğinden Etrafa yayılınca makarnanın buğusu, Bize ne elalemin on türlü yemeğinden... Alır karımı gezmeğe götürürüm Bir dolmuşa bineriz Edirnekapıdan. Sultanahmette atkestanelerinin en güzeli Elli kuruş verir, cambaza gireriz. İstanbul bizim memleket, yaşımız yirmibeş Basmayı da, ipeği de aşkla giyeriz. Yenicami önünden güvercinler uçan Mavnalar, takalar, koca koca gemiler, Köprüden günde kimbilir kaç insan geçer Denizde balıklar güzel, havada kuşlar Bir gülüşü karımın, sevdamı yeniler. Denizlerin kumuyum, balıkların puluyum Adım Turgut, kendim İstanbulluyum Ben Allahın bir sevdalı kuluyum Üsküdara geçerken bir yağmur almadı ama Bir güzel yaz günü Kadıköy vapurunda Japone kollu bir kız aklımı aldı. Bakıştık, gülüştük, hoşlandık Derken o yoluna gitti, ben evime... Bizim ev iki oda, bir sofa Evsahibi ayda yetmiş lira alır. Kapıda atnalından, sarmısaktan bir nazarlık Önümüzde kaleler, arkası mezarlık. Gün olur çoluk çocuğunla bir bakarsınız Güzelim vaiz sokağında benim de Ferah, aydınlık bir evim olur. Bir büyük radyo da alır, yerleşirim Geçerim pencereye akşamüstleri. Boy boy sardunyalar, fesleğenler, Boy boy bulutlar karşımda. Saçağımızda bir kırlangıç yuva yapmış. Ahmet efendi geçer, selam veririm Bakkal İbrahim selam verir, alırım. Fesleğenler kokar, sardunyalar kızarır İstanbul sereserpe önümde geceye karşı Gemilerden, fabrikalardan düdükler Şimdi bir tren kalkar Sirkeciden bilirim. Alacakaranlıkta kıpır kıpır gölgeler Sesler gelir yakın sinema bahçesinden Bir hoş olurum. Turgut Uyar EFKARLANIRIM Efkarlanırım Mektup alır, efkarlanırım; Rakı içer, efkarlanırım; Yola çıkar, efkarlanırım. Ne olacak bunun sonu, bilmem. "Kazım`ın" türküsünü söylerler, Üsküdar`da; Efkarlanırım. Orhan Veli Kanık EYLUL SONU Günler kısaldı. Kanlica'nin ihtiyarları Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharlari. Yalniz bu semti sevmek için ömrümüz kısa... Yazlar yavaşca bitmese, günler kısalmasa... İçtik bu nadir içki'yi yıllarca kanmadık... Bor böyle zevke tek bir ömür yetmiyor, yazık! Ölmek kaderde var, bize urkuntu vermiyor; Lakin vatandan ayrılışın ıstırabı zor. Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sahile, Bitmez bir özleyiştir, ölümden biter bile Yahya Kemal Beyatlı HALIC Haliç Ve Haliç çocuk dişleri gibi dedim. GülünceÇıkan. Esmer. Esmer uyanması gibi vücudumun Bir yerinin (bir deniz müzesinde iki foklu bir pelikanlı Ve korkunç hüzünler taşıyan Ve Eylül yüzlü. Eylül, bir çocuğun elinden tutmak gibi Fener’de(ki bir Ortodaks kilisesine devam ediyordur lacivert elbiseler giyer ve sarı düğmeleri sallanır rüzgarda ve yeni yeni ağarıyordur vakit ve çok eski bir kazı ki bir virgül gibi düşüyordur başaşağı Balat’a) Hava düştü Kağıthane tarafında diyorum sonra da Ve Eyüp’e bakıyorum. Eyüp’de su suya benziyor Bir ev bir eve. Bir yaprak bir yaprağa. Ve incecik çiziyor geceyi bir kağıt bir ağaç. Ve eski yeşil denilen bir yeşil Ve bir su çarkı (yavaş yavaş dönen. Bir atın çektiği gözleri bağlı. Sefil.) köprünün demirlerine yaslanıp bakıyorum sonra yirmialtı yaşımla arkamda asker elbisesi. Bıyıklı. Uzun yüzüm. Bir dağ istiridyesi gibi de sarı Belli bir kızı seviyorum ve hep geceleri çıkıyor. Bir balık geçiyor. Ben balığı yazıyorum. Balığı ve Ben ki ne zaman doğduğumu bir köşeye yazmamışımdır Ve hep kendimi götürmüşümdür gittiğim yer yere Ve bir sıkıntıya alt katlarda otura Ve hiç çıkmayan. Eski bir urba gibi kent. Eski bir urba gibi giyiyorum kenti Bir kadırgayı. Türlü seslerdeki bir saatı Sütlüce’yi. Sütlüce’deki bir avluyu Eski takvime göre ok atanları. Nişan taşlarını Ve bir yağmuru, yeraltlarını dolaşan. Yinimin Atlasında gidip gelen Ve kalan Uzuyor su. Kasımpaşa’da bir balıkçının tablası Nişancı Ahmet Paşa Çeşmesi. Çarklı bir Şirket-i Hayriye vapuru Ki yalnız Fener’e, Kasımpaşa’ya, Eyüp’e uğrar ve Elli hissesini Valide Sultan almıştır Ve hamalları Karahisarlıdır. Sudadır sonra hep gözleri Ve elleri. (.....) Ve incecik kemiği bir şiirin Bir deniz kıyısında İlhan Berk HAYAL SEHIR Git bu mevsimden gurup vakti Cihangir'den bak, Bir zaman kendini karşındaki rüyaya bırak; Başkadır çünkü bu akşam bütün akşamlardan; Güneşin vehmi saraylar yaratır camlardan! O ilâh isteyip eğlence hayalhanesine, Çevirir camları birden peri kâşânesine. Som ateşten bu saraylarlabütün karşı yaka. Benzer üç bin sene evvelki mutantan şarka. Mest olup içtiği altın şarabın zevkinden, Elde bir kırmızı kâseyle ufuktan çekilen, Nice yüz bin senedir şarkın ışık mimarı Böyle mâmur eder ettikçe hayal Üsküdar'ı. O ilahın bütün ilhamı fakat ânidir; Bu ateşten yaratılmış yapılar fânidir; Kaybolur hepsi de bir anda kararmakla batı, Az sürer gerçi fakir Üsküdar'ın saltanatı; Esef etmez güneşin şimdi neler yıktığına, Serviler şehri dalar kendi iç aydınlığına. Ezeli marifetin böyle bir ikliminde Altının göz boyamaz kalpı kadar halisi de, Halkının hilkati her semtini bir cennet eden Karşı sahilde karanlıkta kalan her tepeden, Gece birçok fıkara evlerinin lâmbaları En sahih aynadan aksettiriyor Üsküdar'ı. Yahya Kemal Beyatlı ISTANBUL Orda, adamı düşündüren denizler vardır - ışıltılı ve berrak-, şurda gemiler durmuş, kimbilir, zincirleri ne ağırdır. Sarayburnu, Kızkulesi, Haydarpaşa... Bak işte Köprü, Böyle ayak altında bütün gün. İşte yollar gıcır gıcır, İşte Sultanahmet Meydanı şu gördüğün Nihayet, ilerde deniz, Mis gibi balık kokar. Daha sonra Adalar Ve hep çam ağaçları. Oranın mehtabı tatlı olurmuş, Öyle derler, Rüyadaymış gibi yaşar insan. Galiba böyle görülür İstanbul Bir kartpostal önünde durup İştahla bakarsan. A.Kadir ISTANBUL DESTANI - 1 İstanbul Destanı- 1 İstanbul deyince aklıma martı denir Yarısı gümüş, yarısı köpük Yarısı balık yarısı kuş İstanbul deyince aklıma bir masal gelir Bir varmış, bir yokmuş İstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir Anadolu`da toprak damlı bir evde Gülcemal üstüne türküler söylenir Süt akar cümle musluklarından Direklerinde güller tomurcuklanır Anadolu`da toprak damlı bir evde çocukluğum Gülcemalle gider İstanbul’a Gülcemalle gelir İstanbul deyince aklıma Bir sepet kınalı yapıncak gelir Şehzadebaşı`nda akşam üstü Sepetin üstünde üç tane mum Bir kız yanaşır insafsızca dişi Boyuna bosuna kurban olduğum Kalın dudaklarında yapıncağın balı Tepeden tırnağa arzu dolu Sam yeli söğüt dalı harmandalı Bir şarap mahzeninde doğmuş olmalı Şehzadebaşı`nda akşam üstü Yine zevrak-ı derunum Kırılıp kenara düştü İstanbul deyince aklıma Kapalıçarşı gelir Dokuzuncu Senfoniyle kolkola Cezayir marşı gelir Dört başı mamur bir gelin odası Haraç mezat satılmakta Bir gelinle güvey eksik yatakta Köşede sedef kakmalı tombul bir ut Tamburi Cemil Bey çalıyor eski plakta Sonra ellerinde şamdanlar nargileler Paslı Acem kılıçları Amerikan kovboyları Eller yukarı Ne kadar da beyaz elbiseleri Amerikan deniz erleri Kocaman bir papatyadan yolunmuşlar gibi Sütten duru buluttan beyaz Beyazın böylesine ölüm yakışır mı dersin Yakışmaz Ama harbederken onlara Bambaşka elbiseler giydirirler Kan rengi, barut rengi, duman rengi Kin tutar kir tutmaz İstanbul deyince aklıma Kocaman bir dalyan gelir Kimi paslı bir örümcek ağı gibi Gerinir Beykoz’da Kimi Fenerbahçe’de yan gelir Dalyanda kırk tane Orkinos Bedri Rahmi Eyüboğlu ISTANBUL SEHREMINI CEMIL PASA'YA İstanbul -Şehremini Cemil Paşa’ya- Bütün hayatı uyur bir sema-yı mühmelde Geniş ufukları efsanevi hikayelerin Tasavvur ettiği gökler kadar beyaz, narin, Minarelerle müzeyyen, sevimli bir belde... O mai dalgaların bu sesiyle perverde Sevahilinde güler ruhu başka bir denizin, Gezer bu levhaya ait bir ihtiram-ı hazin Melul hisli mükedder nazarlı gözlerde. Bütün bedayi’-i ezman, nefais-i a’sar Bu mai çehreli İstanbul’un beyaz ve uzun Ufuklarında bulur penah şi’r ü füsun Dalınca gözlerim ağlar bu hüsn-i sakinde; Bu beldenin uyuyan bir başka güzellik var Bütün tulu’ ve gurubunda, subh u leylinde Faruk Nafiz Çamblıbel ISTANBUL TURKUSU İstanbul Türküsü İstanbul’da, Boğaziçi’nde, Bir garip Orhan Veli’yim; Veli’nin oğluyum, Tarifsiz kederler içinde. Urumelihisarı’na oturmuşum Oturmuş da bir türkü tutturmuşum: “İstanbul’un mermer taşları; Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları; Gözlerimden boşanıyor hicran yaşları; Edalı’m, Senin yüzünden bu halım.” “İstanbul’un orta yeri sinema; Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama; El konuşur, sevişirmiş, bana ne? Sevdalı’m, Boynuna vebalim!” İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim. Bir fakir Orhan Veli; Veli’nin oğlu, Tarifsiz kederler içindeyim. Orhan Veli Kanık ISTANBUL'U DINLIYORUM İstanbul’u Dinliyorum İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Önce hafiften bir rüzgar esiyor; Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar ağaçlarda; Uzaklarda, çok uzaklarda Sucuların hiç durmayan çıngırakları; İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı. İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı; Kuşlar geçiyor derken Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık; Ağlar çekiliyor dalyanlarda; Bir kadının suya değiyor ayakları; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Serin serin Kapalıçarşı, Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa Güvercin dolu avlular, Çekiç sesleri geliyor doklardan Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı Başında eski alemlerin sarhoşluğu, Loş kayıkhaneleriyle bir yalı Dinmiş lodosların uğultusu içinde. İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı. İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir yosma geçiyor kaldırımdan. Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar. Bir şey düşüyor elinden yere; Bir gül olmalı. İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir kuş çırpınıyor eteklerinde. Alnın sıcak mı, değil mi bilmiyorum; Dudakların ıslak mı değil mi, bilmiyorum; Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından Kalbinin vuruşundan anlıyorum; İstanbul’u dinliyorum. Orhan veli Kanık ISTANBUL'UMUN DILI İstanbul’umun Dili annemin dili babamın dili İstanbulumun dili İstanbullumun dili İstanbulumun efendisi hanımefendisi sokaklarımın bekçisi yoğurtçusu, balıkçısı can dilimi konuşanım canım benim ninnilerimi bu dil söyledi masallarımı bu dil bu dille duydum türkülerimi bu dille okudum şairlerimi “zalim beni söyletme derunumda neler var” Asaf Halet Çelebi KASIDE DER VASF-I ISTANBUL Kaside der vasf-ı İstanbul ve sitayiş-i Sadrazam İbrahim Paşa Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behâdır Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedâdır Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır Bir kân-ı niamdır ki anın gevheri ikbâl Bir bağ-ı iremdir ki gülü izz ü alâdır Altında mı üstünde midir cennet-i a’lâ El-hak bu ne halet bu ne hoş âb u hevâdır Her bağçesi bir çemenistân-ı letâfet Her kûşesi bir meclis-i pür-feyz ü safâdır İnsaf değildir ânı dünyaya değişmek Gülzarların cennete teşbih hatadır Herkes irişür anda muradına ânınçün Dergahları melce-i erbab-ı recâdır Kala-yı meârif satılır sûklarında Bazâr-ı hüner ma’den-i ilm ü ulemâdır Camilerinin her biri bir kûh-i tecellî Ebrû-yi melek andaki mihrâb-ı duâdır Mescidlerinin her biri bir lücce-i envâr Kandilleri meh gibi lebrîz-i ziyâdır Ser-çeşmeleri olmada insana revân-bahş Germ-âbeleri câna safâ cisme şifâdır Hep halkının etvarı pesendîde-i makbul Derler ki biraz dilleri bî-mihr ü vefâdır Şimdi yapılan âlem-i nev-resm ü safânın Evsafı hele başka kitâb olsa sezâdır Nâmı gibi olmuşdur o hem sa’d hem âbâd İstanbul’a sermâye-i fahr olsa revâdır Kûh-sarları bağları kasrları hep Güya ki bütün şevk ü tarab zevk u safâdır İstanbul’un evsafını mümkün mi beyân hiç Maksûd heman sadr-ı kerem-kâra senâdır .......... Nedim KIS BAHCELERI Dinmiş denizin şarkısı, rüzgar uyumakta, Rıhtım boyu sonsuz bir üzüntüyle karaltı Körfez düşünür, Kanlıca mahzundur uzakta, Mazi gibi sislenmiş Emirgan Çınaraltı. Can verdi kışın sunduğu taslarla zehirden Her gonca kızıl bir gül açarken yolumuzda, Üstündeki son dallar ağarmış diye birden Pas tuttu nihayet suların rengi havuzda. Yerlerde gezen hatıralar var korulukta; Yapraklar, atılmış nice mektuplara eştir. Mehtaba çalan sapsarı benziyle ufukta, Binlerce dalın verdiği tek meyva güneştir. İçlenme tabiattaki yekpare kederden, Yas tutma dağılmış diye kuşlarla çiçekler. Onlar dönecektir yine gittikleri yerden, Onlarla giden günlerimiz dönmeyecektir FARUK NAFIZ ÇAMLIBEL KUBBELER Dün başlar seferber, eller seferber; Kurşun eritildi, mermer çekildi. Bunlar, bu kubbeler, bu minareler Akçayla olacak işler değildi. Böyle bir gemide yendi suyu NUH. Ve bu yelkenlerde kanatlandı RUH. Taşıtıp kalyonla pırlanta, inci Abide haline koydu sevinci Gergefle işleyip bir inci sultan Ki çiçek verirdi saksıya koysan, Bulabildinse ey yolcu yerini Hepsinin alnında altından bir ay. Seyret İstanbulun camilerini Minare minare, kubbe kubbe say! Açılır masmavi burda gökyüzü, Gümüşten sütunlar üstünde durur... Kimin gölgesi dinlenir yerde, Kiminin beyazı sulara vurur. Allaha giden yol buralardadır, Kapılar açılır şerefelerden, Burdan uğurlanır mubarek aylar, Bayram burda başlar arifelerden. Mihraplar, kemerler, kubbeler yapmış, Sultanı, çerisi, piri, veziri, Nesilden nesile götürsün diye Kanatlar üstünde şanlı TEKBİRİ. Nice başbuğların açtığı yerde: Biri yardan geçmiş,öteki serden, Yolcular gidiyor yarına doğru, Kafile kafile bu köprülerden. Kuşun uçuş, gülün açış saati, Tanrının fermanı yüce kubbede Duyulur uyanık Fatihin 'Uyan!' Dediği uzaktan Sultan Ahmede. Diken dikmiş, yakan yakmış mumunu, Şamdanlar şamdanlar, ulu şamdanlar. Ki aydınlığıyla, asırlar boyu Yolunu bulurdu yolda kalanlar. Burda kubbe, kemer ve mihrap olmuş, O kıvrak şekli ki serhadde yaydı; Atlas bayrakların dalgalarında Rüzgarla öpüşen ince bir aydı. Kimi yıkanırdı şadırvanlarda Tekbire HU HU katıyor kimi; Beyazıt önünden güvercinlerin İncidir yemi... Söyleyin ey nazlı haber kuşları: Tuna boylarından müjde geldi mi? Uzaklarda kırık minarelerden Gökte bir kapıyı vurur leylekler; Bir gün açılacak o büyük kapı Ve kanatlar yere inmeyecekler. Taraf taraf, kol kol şu yamaçlardan Açtıkça fetihler tarihi Türkün Kubbeler erecek bir gün murada Ve minareler dal verecek bir gün. Geçerken altından bu loş kemerin Menekşe menekşe gül güldür içi.. Kapanmaz kapısı Allah evinin Ki beş vakit gürül gürüldür içi. Çinliler çinliler taze çinliler: Boyası göz nuru, fırçası kirpik... Ey sanat ' Kuruyan dallarımıza Bir yeşil yaprak ver ' demeye geldik. Biri hattın; biri mermerin, tuncun, Kurşunun sırrını aramış bulmuş; Yesari elinde 'Lafza-i Celal' Sinan'da kubbeyle minare olmuş. İşte bir kubbe ki söyler saati... Yolcu ilk, dalgalar son cemaati, Mavidir çinisi, yenidir adı; Mermerini sisler karartamadı. Şahzade, Laleli, Haseki Sultan... Hepsinin üstünde Süleymaniye... Süleymaniyeden, Ayasofyadan Yollar iner dal dal Yenicamiye. Yelken yelken, seren seren geiler; Yamaçta, kıyıda, yolda Camiler, Bu Horasan, mermer kurşun dağları Omuzunda taşıdığı çağları. Taşıyacak daha çağlar boyunca Ve yer çekmeyecek, yere koyunca. Yolları arkada bırakan hızla; Kanatlarımızla, atlarımızla Aşarken toprağı, taşı, denizi Bu kurşun memeler emzirdi bizi. Böyle bir gemide, yendi suyu NUH... Ve bu yelkenlerde, kanatlandı RUH... Arif Nihat Asya SISDE SOYLENIS Birden kapandı birbiri ardınca perdeler... Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler? Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden Firuze nehri nerde? Bugün saklıdır, neden? Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri; Eylül sonunda boyledir İsviçre gölleri. Bir devri lanetiyle bogan şairin Sis'i. Vicdan ve ruh elemlerinin en zehirlisi. Hülyama bir eza gibi aksetti bir daha; -Örtun! Muebbeden uyu! Ey şehr! -O beddua... Hayır bu hal uzun süremez, sen yakındasın; Hala dagılmayan bu sisin arkasındasın. Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl Berraklıgında bilme nedir hafta, ay ve yıl. Hüznün, ferahlıgın bizim olsun kışın, yazın, Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın. Yahya Kemal Beyatlı YASAMIN KAYNAGI YAŞAMIN KAYNAĞI SEVGİYSE EĞER, SEVGİ BİR TUTKU TUTKU BİR AMAÇ AMAÇ BİRŞEYLERİ PAYLAŞMAKSA PAYLAŞMAK DOSTLUKSA DOSTLUK HATIRLANMAKSA EĞER, BİLKİ AKLIMDASIN... DOSTLARA MESKEN BU YÜREK AŞKA DEĞİL SEVGİLİNİN GÖZLERİNE DEĞİL DOSTUN SÖZLERİNE, SELAMINA, MERHABASINA MUHTAÇ BU YÜREK MERHABA ''EY DOST'' YÜREKTESİN... ISTANBUL ( 2 ) İstanbul Evin içinde bir oda, odada İstanbul Odanın içinde bir ayna, aynada İstanbul Adam sigarasını yaktı, bir İstanbul dumanı Kadın çantasını açtı, çantada İstanbul Çocuk bir olta atmıştı denize, gördüm Çekmeğe başladı, oltada İstanbul Bu ne biçim su, bu nasıl şehir Şişede İstanbul, masada İstanbul Yürüsek yürüyor, dursak duruyor, şaşırdık Bir yanda o, bir yanda ben, ortada İstanbul İnsan bir kere sevmeye görsün, anladım Nereye gidersen git, orada İstanbul. Ümit Yaşar Oğuzcan www.sonforum.org |
|
|
|
04-03-2008, 18:14 | #2 |
bi tanede benden
Sis Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman, beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan ağırlığının altında herşey silinmiş gibi, bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü; tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar! Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık; lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası! Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan, ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha! Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan, Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi! Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden sefahate susamış bağrında yaşatan. Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın. Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak, ey bin kocadan artakalan dul kız; güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli, sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor. Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun! Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi; içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden. Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken, lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi! Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır, İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın. Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri; Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek. Milyonla barındırdığın insan kılıklarından Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar? Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi! Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar. Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler; ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki, geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur; ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi. Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri; ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler. Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler; ey servilerin kara gölgelerinde birer yer edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu; “Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları. Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler! Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar; ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer. Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi sembole eden harap ve sessiz evler; ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş, ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş! Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar! Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir! Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât! Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler; ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar! Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus; ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu. Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür! Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı! Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan, ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”! Ey en şiddetlikuşkularla duygusu kö¨rleşerek vicdanlara uzatılan gizli kulaklar; ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar. Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret! Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm; ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre! Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet! Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç; ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç! Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca; ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler, hele sizler... Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi! T.Fikret |
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|