|
Kitap Dünyası Kitaplarla ilgili tüm paylaşım burada. |
Seçenekler | Stil |
03-12-2010, 12:21 | #1 |
12 Mart Anıları (Nihat Erim) Özeti, Konusu, Karakterleri
İki buçuk yıldan fazla süren 12 Mart döneminin ilk yılında benim başında bulunduğum hükümetler yönetim sorumluluğunu taşıdı. Bu ilk bir yıllık sürede gerçekten olağanüstü koşullar vardı. O koşullara uygun tedbirler alınması gerekiyordu. Sıkıyönetim ilanı, anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi, reform kanunlarının hazırlanıp parlamentoya sunulması gibi... Kitaptan: 12 Mart döneminin son günlerini hatırlıyorum. Faruk Gürler Cumhurbaşkanı olma atağını yapmış, kaybetmiş, Ecevit ile Demirel anlaşarak Korutürk’ün bu makama gelmesini sağlamışlardı. İşin başındaki “9 Mart/12 Mart” kadroları o zamana kadar itişe kakışa, ama Komünistler’e karşı bir ölçüde birleşmiş gibi yaparak gelmişlerdi. Gürler kanadının partiyi kaybetmesi, sanırım, nihaî hesabın görülmesinde öbür kanadın elini güçlendirdi. Faik Türün İstanbul’da Sıkıyönetim Komutanı’ydı ve tahminime göre “cuntacı” kanada sempatisi yoktu. Kontrgerilla, o zamana kadar pek kovuşturmaya uğramamış birilerini ağırlamaya başladı. Rütbe de yükseliyordu: Korgenerallikten emekli Celil Gürkan da Kontrgerilla’ya (“Ziverbey Köşkü” diye bilinen) alındı. Fakat, bir yandan da kaçakçılar gözaltına alınıyor, tutuklanıyordu: sigara kaçakçıları, silâh kaçakçıları, her kullandığını kaçak kullanan bu toplumda bu canlı sektörün (bir çeşit “hizmet sektörü” sayabilirsiniz) çalışanları. Onların da hiyerarşisi yükselmeye başlamıştı. Herhangi bir somut bilgimiz olmadığı halde bu iki süreç arasında nedensel bir bağlantı olacağını tahmin ediyorduk. Derken Celil Gürkan Kontrgerilla’dan evine döndü; öteki süreç de yavaşladı veya durdu. Ortalık sakinleşti. Gözler parlamenter sürece çevrildi. Ne olmuştu acaba? Türkiye’de iktidarı seven, kimseye bırakmak istemeyen, kendi arasında iyi kötü örgütlü bir asker-sivil bürokratik elit hep olmuştur. Çok-partili siyasî sistem bu kesimi siyasetten, daha doğrusu mutlak iktidardan uzaklaştırınca “darbe” yöntemi gündeme gelmiştir. 27 Mayıs ordunun kendi hiyerarşisini bozan bir darbeyi. Bundan sonra, adım adım, “hiyerarşik darbe” diyebileceğimiz bir metodolojinin kurumlaştırıldığını görüyoruz. Dediğim hesaplaşma da, çizgi dışına çıkmış 9 Martçılar’ın “tedib”i olayıydı. Şimdi, 1946’dan bu yana, sözkonusu “elit”in dışında kalan ve siyaset de yapan kadrolar var. Kendine özgü yapısıyla Türkiye’de “çok-partili siyaset”, siyaset bilimi sözlüğünde en çok İtalya katkısıyla yer alan “transformismo”, “clientelism” gibi terimlerle anlatılan biçimlere uyar. Kısaca, iktidar aracılığıyla ekonomik nimetlerin paylaşılması diyebileceğimiz bir sistem. Onun için, daha baştan, yapısı gereği, yozlaşmaya açık bir mahiyeti vardır. 12 Mart’ın bitme aşamalarında, “tedip” edilen “cuntacı” kesim, bu uygulamayı durdurmak üzere, “kaçakçı avı”na çıkmıştı, çünkü büyük bir ihtimalle bu adamlarla sivil siyasette sivrilmiş birileri arasında karanlık ilişkiler olduğunu biliyorlardı. Çünkü memleketin normal ahvalinde, tepede olanlar, bütün bunları bilir, ama olanlara göz yumar ve kurulu dengelerin bozulmasına meydan vermezler. Ancak, “AKP iktidarı” gibi bir şey, başlı başına denge bozmaya yetiyor. Çünkü 12 Eylül’le perçinlenen bu sistem, kurulmakta olan yeni dünyayla ve elbette onun esintilerini hisseden Türkiye’nin yeni yapısıyla bağdaşmıyor. Onun için bir seçim döneminden sonra AKP, bütün mitinglere, muhtıralara, tehditlere rağmen yüzde kırk yediyle geri gelebiliyor ve dış konjonktür bu “parvenu” (sonradan görme) iktidarın bilinen eski yöntemlerle (Ergenekon’un istediği yöntemler diyelim) bertaraf edilmesine elvermiyor. Şu günlerde arka arkaya bazı “yolsuzluk” haberlerinin ortaya çıkması, başta söylediğim, 12 Mart’tan çıkış günlerini hatırlatıyorsa, ikisi birlikte, Türkiye’nin bu geleneksel yapısının, politikası ve ekonomisiyle birlikte değişmesinin ne kadar zorunlu olduğunu açık açık anlatıyor. Bugünün genel konjonktürü, özellikle AB yolunda yapılması gerekenler bu yapı değişikliği için elverişli ortam yaratıyor. AB yolu zaten bu yapı değişikliğini zorunlu kılıyor. Yapı değişikliği, kolay ve arızasız bir iş değildir. Köklenmiş çıkarlara dokunmak kasırgalara da yol açabilir. Ben gene de bu işlerin bir “konsensus” ikliminde yapılmasının bir “fizibilite”si olduğunu düşünüyor, en azından buna inanmak istiyorum. Bunun için, herkes söyleyeceğini söylesin, hiçbir şey de gizli kalmasın, ama lütfen bağırmadan, çatışma çıksın diye olduğu yerde eşinenlere fırsat yaratmadan söylesin. Türkiye hepimizin. |
|
|
|
Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
|
|