sonforum.org

Anasayfa Facebook Bugünki Mesajlar Forumları Okundu Kabul Et
Geri git   sonforum.org > EĞİTİM - ÖĞRETİM - KARİYER > SonForum Makale Arşivi > Tarih
Kayıt ol Google Üye Listesi Market Girişi


Yeni Konu aç  Cevapla
Seçenekler Stil
Okunmamış 10-08-2010, 20:44   #1
Kullanıcı Adı
kont
Standart İslam Tarİhİ

CÂHILIYYE DÖNEMI


--------------------------------------------------------------------------------

Bilgisizlik, gerçegi tanimama. Islâm, tam bir aydinlik ve bilgi devri oldugu için, Arabistan'da Islâmiyet'in yayilmasindan önceki devre, daha dar anlami ile Hz. Isa'dan sonra peygamberimizin gelmesine kadar geçen zamana "cahiliyye" devri adi verilmistir.

Cahiliyye, insanin Allah'i geregi gibi tanimamasi, ona kulluk etmekten uzaklasmasi, onun ilâhî hükümlerine degil de kisinin kendi hevâ ve hevesine uymasi, insanlarin koydugu emir ve yasaklara, siyasî sistem ve düsüncelere inanmasidir. Kur'an-i Kerîm'de: "Onlar hâlâ Cahiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçegi bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim var?" (el-Mâide, 5/50) buyurulur. Islâm'in hakim olmadigi ortamlar Cahiliyye çaglaridir. Çünkü ilâhî bilginin kaynagindan yoksun olan ortamlardir. Islâm'in gelisinden önceki dönemde yasayan müsrikler Allah'a isyan etmis onun hükümlerine sirt çevirmis bir toplum olarak son derece ilkel ve cahil hayat sürüyorlardi. Cahiliyye Araplari'nin sürdügü hayattan ve içinde yasadiklari ortamdan bazi örnekleri söyle siralamak mümkündür:

Putlara Taparlardi

Cahiliyye insanlari Allah'in varligini kabul etmekle beraber putlara taparlardi. Onlar putlarinin Allah katinda kendilerine sefaatçi olacaklarina inanirlar ve: Biz onlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklastirsinlar diye ibadet ediyoruz" (ez-Zümer, 39/3) derlerdi.

Icki Icerlerdi

Sarap içmek adeti çok yaygindi. Sairleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki siirleri edebiyatlarinin büyük bir kismini teskil ederdi. Hatta Enes b. Mâlik (r.a.)'in bildirdigine göre Islâm'da içki, Mâide Suresi'nin doksan ve doksanbirinci ayetleriyle kesin olarak haram kilinmis, Hz. Peygamber (s.a.s) tellal bagirttirarak bunu ilân ettiginde Medine sokaklarinda sel gibi içki akmistir (Müslim, Esribe, 3)

Kumar Oynarlardi

Cahiliyye çaginda kumar da çok yaygindi. Cahiliyye Araplari kumar oynamakla övünürlerdi. Öyle ki kumar meclislerine katilmamak ayip sayilirdi. Onlarin sairlerinden biri karisina söyle vasiyette bulunur:

"Ben ölürsem, sen, aciz ve konusma bilmeyen, iki yüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme."

Tefecilik Yaparlardi

Tefecilik almis yürümüstü. Para ve benzeri seyleri birbirlerine borç verirler; kat kat faiz alirlardi. Borç veren kimse, borcun vadesi bitince borçluya gelir: "Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu artirayim mi?" derdi. Onun da ödeme imkâni varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katina, üçüncü sene için dört kat ina çikarir ve artirma islemi böylece kat kat devam ederdi. Tefecilik ve faizin her çesidini haram kilan Allah, özellikle Araplar'in bu kötü âdetlerine dikkati çekerek "-Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin." (Âli Imrân,3/130) buyurmustur.

Faiz Oranlari Cok Büyüktü

Faizcilik Araplar arasinda o kadar yerlesmisti ki ticaretle onun arasini ayiramiyorlar; "Faiz de tipki alis-veris gibi" diyorlardi. Bunun üzerine inen ayette: "Allah alis-verisi helâl, faizi ise haram kilmistir. " (el-Bakarâ, 2/275) buyrulmustur.

Fuhus Cok Büyük Orandaydi

Cahiliyye Araplar'i arasinda fuhus da nadir seylerden degildi. Cariyelerini zorla fuhusa sürükleyenler vardi. Kur'an-i Kerîm'de bu hususa isaretle: "Iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhsa zorlamayin. " (en-Nûr, 24/33) buyurulur.

Kocanin birkaç metresi oldugu gibi, kadinin da baskalariyla iliskide bulunmasi, bazi çevrelerce nefretle karsilanmayan bir davranisti. Fuhusla ilgili Cahiliyye Araplarinin su adetlerini zikredebiliriz:

Kadin âdetinden temizlendikten sonra kocasi ona "su adama git ve ondan hamile kal" derdi. Kadin istenilen adamla beraber olduktan sonra kocasi hamileligi belli oluncaya kadar ona yaklasmazdi. Sonra yaklasabilirdi. Bu, iyi bir çocuga sahip olmak için yapilirdi.

Sayilari üç ila on arasinda degisen bir grup erkek kadinin evine girerek, sirasiyla hepsi de onunla cinsi münasebette bulunurdu. Kadin hamile kalip da dogum yaparsa dogumdan bir kaç gün sonra bu erkekleri çagirir, erkekler de zorunlu olarak bu davete istirak ederlerdi. Sonra onlara: "Olanlari biliyo rsunuz, dogum yaptim" içlerinden birine isaret ederek "çocugun babasi sensin" derdi. O da bundan kaçinamazdi.

Bazi fuhus yapan kadinlar da taninmalari için kapilarina bayrak asarlardi. Bu tür kadinlardan biri dogum yaptigi zaman teshis heyeti toplanip çocugun kime ait oldugunu tespit ederdi. O da çocugun babasi oldugunu kabul etmek zorunda kalirdi. (Buhârî, Nikah, 36)

Kadina deger verilmez, hak ve hukuku taninmaz, adeta bir esya gibi telakki edilip miras alinirdi. Biri ölüp karisi dul kalinca ölenin varislerinden gözü açik biri hemen elbisesini kadinin üzerine atardi. Kadin daha önce kaçip bu halden kurtulamazsa artik onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir, dilerse onu bir baskasiyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanir ve kadina bundan birs ey vermezdi. Dilerse, kocasindan kendisine kalan mirasi elinden almak için onu evlenmekten menederdi. Bunun üzerine inen ayette: "Ey inananlar! Kadinlara zorla mirasci olmaya kalkmaniz size helâl degildir. " (en-Nisâ, 4/19) buyurulmustur. (Sevkânî, Fethu'l-Kadir, I, 440).

Yiyeceklerin bazisi yalniz erkeklere ait olup kadinlara yasak ediliyordu. "Onlar: Bu hayvanlarin karinlarinda olan yavrular yalniz erkeklerimize mahsus olup, eslerimize yasaktir. Ölü dogacak olursa hepsi ona ortak olur" dediler (En'âm, 6/139)

Kizlari Diri Diri Topraga Gömerlerdi

Cahiliyye Araplari'nin kötü adetlerinden biri de kiz çocuklarini diri diri topraga gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarini korumak veya ar telakki ettikleri için, bazilari da sakat ve çirkin olarak dogduklarindan yapiyorlardi. Kur'an-i Kerîm'de su ayetlerde buna isaret edilir: "Onlardan birine Rahman olan Allah'a isnat ettikleri bir kiz evlâd müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi. " (ez-Zuhruf, 43/17), " Diri diri topraga gömülen kiz çocugunun hangi suç la öldürüldügü soruldugu zaman... " (Tekvir, 81/8-9), "Ortak kostuklari Seyler müsriklerden çoguna çocuklarini öldürmeyi süslü gösterirdi. "(el-En'âm, 6/137)

Ekin ve hayvanlarini iki kisma ayiriyor bir kismini Allah'in böyle emrettigini sanarak Allah'a veriyor ve bir kismini da Allah'a es kostuklari putlarina ayiriyorlardi. Onlar bu batil inanç ve adetlerinde biraz daha ileri giderek Allah'in payina düseni aliyorlar, onu es kostuklari putlarin payina ekliyorlardi. Ama putlarinin payindan alip öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu. "Allah'in yarattigi ekin ve hayvanlardan O'na pay ayirdilar ve kendi iddialarina göre: "Bu Allah'indir, Su da ortak kostuklarimizindir" dediler. Ortaklari için ayirdiklari Allah için verilmezdi. Fakat Allah için ayirdiklari ortaklar i için verilirdi. Bu hükümleri ne kötüydü!" (el-En'âm, 6/136).

Bir kisim hayvanlarla ekinlerin bazisini dilediklerinden baskasina yasakliyorlardi. Ayrica bir kisim hayvanlara binerken ve keserken Allah'in adinin anilmasina engel oluyorlardi. (el-En'âm, 6/138).

Bunun disinda hayvanlarla ilgili su adetleri de vardi:

Deve bes batin dogurup besincisinde erkek dogurursa kulagini çentip serbest birakirlardi. Artik ona binmeyi ve sütünü sagmayi haram kabul ederlerdi. Buna "Bahîra"* derlerdi.

Saibe*; dilegi yerine gelen kimsenin putlara adadigi deve idi. Buna da binilmez ve sütü sagilmazdi.

Vasîle*; koyun disi dogurursa kendileri için; erkek dogurursa putlari için olurdu. Sayet biri erkek, biri disi olmak üzere ikiz dogurursa, disinin hatiri için erkegi de kesmezler ve buna "Vasîle" derlerdi.

Hâm* ; bir erkek devenin soyundan on döl alinirsa onun sirti haram sayilir, su ve otlakta serbest birakilirdi. Kimse ona dokunmazdi.

Bütün bunlardan baska müsrikler atalarindan devraldiklari birtakim adetleri devam ettirme konusunda direniyor ve hatta bunlarin bazilarinin, kendilerini Allah (c.c.)'a daha çok yaklastirdiklarini ileri sürüyorlardi.

Ibn Ishak sunlari aktariyor: "Kureys, ya Fil olayindan evvel veya daha sonra meydana geldigini tahmin ettigim bir bid'at ortaya çikardi ki, tarihte (Hums) diye anilip, asalet-i diniye iddiasindan ibarettir." Bunlar: "Biz, Ibrahim'in evladiyiz, ehl-i Harem biziz, Beyt'in sahibiyiz, Mekke'nin de sâkini bulunuyoruz. Arap kabilelerinden hiçbir kabîle, bizim sahip oldugumuz bu se ref ve itibara sahip degildir. Binaenaleyh biz, bu müstesna mevkiimizin seref ve itibarini korumaliyiz. Bundan sonra Harem haricinde hiçbir seye tazim etmeyip bütün ihtiramatimizi Harem dahilinde hasretmeliyiz. Meselâ, Arafat'ta halk ile bir sirada, yan yana, omuz omuza durup vakfe etmek, sonra halk ile geri dönüp gelmek bizim kadrimizi tenzil eder" diyorlardi.

Ibn Ishâk devamla: "Kureysliler bu asalet fikrini ortaya koydu ve uygulamaya da basladi. Arafat'a çikmayi, Arafat'tan ifazâyi terk ettiler. Herkes Arafat'ta vakfe ederken, bunlar Müzdelife'ye giderler, orada dururlardi. Ve "Biz ehlullahiz, Harem-i Serif'in hâdimleriyiz" diyerek, digerleriyle esitligi kabul etmezlerdi. Fakat bunlar, Arafat'ta vakfe etmenin Ibrahim (a.s.)'in dini muktezasi oldugunu bili yorlardi. Kinâne ile Hüzâaogulari da bu hususta Kureys'e iltihak etmislerdi.

Bunlar hac için, umre için gelen bedevîlere müdahaleye kadar ileri gitmislerdir. Harem hâricinden gelen herkesin, Beyt'in ilk tavafi Siyab-i Hums ile tavaf etmelerini kararlastirdilar ve uyguladilar. Bu kararin neticelerinden biri: Kim ki adi bir elbise ile gelip tavaf ederse, tavaftan sonra o elbiseyi çikarip atmasi zarûrî idi.

Bu kararlarin ikinci neticesi ise; asilzadelere mahsus bir elbisesi olmayan bedevî erkeklerin çiplak; kadinlarin da yalniz önü yirtmaçli kisa iç gömlegi ile tavafa mecbur edilmesidir.

Bu ve bunun gibi pek çok âdetler yürürlükte idi. Rasûlullah (s.a.s)'a iletilinceye kadar da bu âdetler yürürlükte kalmaya devam etti. Daha sonra da A'râf suresinin 26, 27, 28, 31 ve 32. ayetlerinde, çiplak tavaf ile birlikte diger bid'atler de yasaklanmistir.

Ebû Hüreyre (r.a.)'den gelen bir rivayete göre, Ebû Bekr es-Siddik (r.a.) Vedâ Hacc'indan (bir sene) evvel, Hz. peygamber tarafindan Hac Emîri* olarak (Mekke'ye) gönderildiginde, Ebû Bekr de Ebû Hureyre'yi Kurban Bayrami'nin ilk günü Mina'da büyük bir cemaat içinde halka (su iki maddeyi) ilâna memur kilmistir. (Ebu Hüreyre): "Ey Nas! Iyi biliniz, bu yildan sonra müsriklerin haccetmeleri, çiplaklarin da Kâbe'yi tavaf etmeleri yasaktir" demistir. (Sahîh-i Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI,13) Fakat onlar bunu kabule yanasmamislar, atalarini körükörüne taklide çalismislardir. "Onlara: Allah'in indirdigine ve peygambere gelin dendigi zaman: Atalarimizi üzerinde buldugumuz sey bize yeter' derler. Alalari bir sey bilmeyen ve dogru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mi?" (el-Mâide, 5/104). Islâm, topluma hakim olunca bütün bu cahilî sistemin ilkel davranislarini tamamen yasaklamistir" (el-Mâide, 5/103).

Bütün bunlara baktigimizda, Cahiliyye'nin bir inanma biçimi oldugunu görüyoruz. Cahiliyye; bir seyi gerçegi disinda bilmek, anlamak ve buna göre amel etmek demektir. Bu duruma göre Cahiliyye; insanin ve toplumun Islâm öncesi ve Islâm disi bir yasayis biçimiyle yasamasi demektir.Dogru yolun ziddi, ilmin aksi olan, eskiyen ve degisken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayislara göre kurulan her türlü Islâm disi rejimler; cahilî sistemler ve hükümlerdir.

Cahiliyyenin Diger Manasi Ve Ebrehe
CAHILIYYENIN DIGER MANASI VE EBREHE



Cahiliyye; insanin insan iradesinin disindaki unsurlar üzerinde toplanmasini temine çalisan, insani insana ve topluma köle yapan bir sistemin; beseriyeti Allah'a ibadetten uzaklastirip, herhangi bir adla anilan beserî sistem ve prensiplere itaata zorlayan yönetimin adidir. Insanlari, kavimlere, renklere, tarihlerinin karanlik çagi efsanelerine yönlendiren, ayri ayri dil farkliligi sebebiyle ümmet suurundan uzaklastirmaya çalisan her türlü despotizm, cahiliyenin bir görüntüsüdür. Kisaca cahiliyye, Allah'in hükmünden baska hüküm arayan ve Allah'in hükmünden baska hükme riza gösterenlerin tavri, hayat biçimi ve sistemidir.

EBREHENIN KULLEYS KILISESINI YAPTIRISI ve KABE'YI YIKMAYA KALKISMASI

Habes Necasi nin Yemen Valisi ve Kumandani Eryat'i öldürerek yerine gecen Ebrehetülesrem Hiristiyandir. Halkin, Hacc Mevsiminde Hacca gitmeye hazirlandiklarini görünce: "Halk, nereye gidiyorlar?" diye sordu. "Mekke'deki Beyt-i Harami Hacc etmege gidiyorlar!" dediler.Ebrehe "O Beyt, neden yapilmistir?" diye sordu.

"Tastan yapilmistir" dediler.Ebrehe "Onun Üzerine ne örtülmüstür?" diye sordu."Bu ülkeden giden Vasail'den (çizgili ince Yemen kumasindan) örtülmüstür. " dediler.Ebrehe "Mesih üzerine yemin ederim ki: ben, size ondan daha iyisini yapacagim ! ' ' dedi.Kayser'e yazarak San'a'da bir kilise yapmak istedigini bildirdi ve bu hususta kendisine yardim edilmesini istedi.Kayser, Ebrehe'ye sanatkarlarla Mermer ve mozaik gönderdi.Ebrehe, meshur Me'rib Kraliçesi Belkisin metrük sarayindan da, ise yarayan tas, mermer gibi ne varsa, hepsini San'a'ya tasittirdi.

Kilisenin insasini, çok siki tuttu. Iscilerden her hangi birisi, günes dogmadan isinin basinda bulunmayacak olursa, Ebrehe'ye götürülür, o da, ceza olarak o isçinin elini keserdi!

EBREHE'NIN KABE'YI YIKMAYA KALKISMASI

Nitekim, isçilerden birisi, isinin basina erkence gelmekte gecikmis günes dogmustu.Cezadan bagislanmasini, Ebrehe'den rica etsin diye ihtiyar annesini de,yaninda getirmisti.Kadincagiz, oglunun mazeretini arz edip bagislanmasini dilemisse de, Ebrehe "Ben, kendimi yalanci çikaramam!" diyerek isçinin elinin kesilmesini emirtti.Bunun üzerine, ihtiyar kadin. Demir baltanla vur (elleri, kollari kes) bakalim dedi.

Bu gün, hakimiyet senin amma, her zaman, senin degildir. Yarin senden baskasiinin olacaktir ! ' dedi . '

Ebrehe "Onu, yanima getiriniz!" dedi. Getirilince, kadina "Bu Kirallik, benden baskasina da, geçecek midir?"diye sordu.Kadin, hiç çekinmeden ` `Evet ! ' dedi.Ebrehe, Kuleys kilisesinin, üzerine cikinca, Aden denizini göre bilecek derecede yükseltmek niyetinde idi. Fakat, "Bu günümden sonra, tas üstüne tas koymayacagim!" diyerek kadinin oglunun elini kesmekten vaz geçti. Halki da, çalismaktan af etti Yapilan Kilisenin disindan yüksekligi, alt mis zira' idi. 0çten, on zira' doldurulmustu.Kiliseye, mermer merdivenle çikilmakta idi.Kilise, hisarla çevrilmisti Kilise ile hisar arasindaki açiklik, her tarafindan iki yüz zira' idi. Kilisenin duvarlari, Yemenlilerin Cerup dedikleri süslü taslarla örülmüstü. Taslarin aralarina burçlari andiran ve birbiri içine girmis müselles seklinde, yesil, kirmizi, beyaz, sari ve kara taslar konmustu.Kilisenin bütün duvarlari, yuvarlak biçiminde kara aban us agaçlari ile bölünmüstü

Agaçlar, bir adamin kucaklayabilecegi kalinlikta idi.Örülen mermerlerin yüksekligi bir zira' idi.Mermerlerin Üzerine, San'a daginin parlak kara taslarindan, onlarin üzerine, parlak sari taslarindan, onlarin üzerine de, parlak ak taslarindan örülmüstü .Kulleys kilisesinin duvarlarinin kalinligi alti zira' kapisinin yüksekligi on zira ' , genisligi dört zira' idi.

EBREHE' NIN KABE'YI YIKMAGA KALKISI

Ebrehe, kilisenin kapisinin üzerini altin levhalarla kaplatti. altin çivileri, birbirlerinden, mücevherlerle ayirdi.

Kapiya, kirmizi büyük bir yakut yerlestirdi.Kulleys kilisesinin kapisindan girilince 40x80 zira' genisliginde nakisla sac agacindan gümüs, altin çivilerle tavanlanmis bir ev vardi.Buradan da, sag ve sol taraflardan uzunlugu 40 zira'kadar olan bir sofaya girilmekte idi. Sofanin direkleri cini ile kaplanmisti.Sofadan, 30X30zira'genisliginde bir kubbeye girilirdi.Kubbenin duvarlari, cini ile kaplan mis olup içinde altin gümüs ile süslenmis çelik levhalar bulunmakta idi.Kubbede günesin dogdugu tarafta 1O X 1O zira genisliginde alaca renkte kara mermer konulmus olup Günes vurdugu zaman, içeriden kubbeye bakanlarin gözlerini almakta ve günesin, ayin isigini k u b b e n i n içine aks ettirmekte idi.

HALKIN KULLEYS KILISESINI TAVAF VE ZIYARETE ÇAGIRILISI

Ebrehe, Kulleys kilisesini yaptirdiktan sonra, ona kapicilar, bakicilar da tayin etti.Kulleys'in içinde buhur yakilmaga baslandi Kisa zamanda isten, misk bulasigindan duvarlar kararip mücevherler görünmez oldu. Ebrehe, emr etti. Halk, Kulleys'i, tavaf ve ziyarete basladilar Ebrehe, ayni zamanda bütün Yemen ülkesinde bulunanlara, Kulleys'i hacc ve ziyaret etmeleri gerektigini ilan etti.Bu, Araplarin çok agrina gitti.Kulleys kilisesine ve onu yaptiran Ebrehe'ye kin bagladilar Hatta bir bedevi Arap Kulleys kilisesinin içerisine pisledi.Bazi Arap kabilelerinden Arabiler Kulleys kilisesinde çalisan hademeleri sarhos ederek kilise içerisine kokmus lesler, pislikler attilar.Bunu duyan Ebrehe kizarak bunu muhakkak Araplar yapmistir diyerek öfkelendi ve Kabe'yi yikmak için Necasiden yardim istedi.Necasi yardim maksadiyla elinde bulunan ogünün en iri Fili olan Mahmud`u ve askerlerini gönderdi. Ve Ebrehe ,Kabe'yi yikmak için yola çikti

Fil Vakasi (ebabil Kuslari)
FIL VAKASI (EBABIL KUSLARI)




Kâbe'yi yikmak üzere büyük bir orduyla gelen Yemen valisi Ebrehe'nin ordusuna saldiran kuslar.

Ebâbil, Arapça'da "bölükler, sürü, sürüler" demektir. Kelime, Kur'ân-i Kerim'de Fil sûresinin üçüncü âyetinde geçmektedir. Fil sûresinde olay söyle anlatilmaktadir: "Görmedin mi Rabbin fil sahiplerine ne yapti? Onlarin tuzaklarini bosa çikarmadi mi? Üstlerine sürü sürü kuslar gönderdi. Onlara çamurdan sertlesmis taslar atiyorlardi. Nihâyet onlari yenilmis ekin yapragi gibi yapti." (el-Fil, 1I5/1-5).

Bu olay Hz. Peygamber'in dogdugu yil olmus ve orduda bulunan fil/fillerden dolayi Araplar arasinda "Fil Vak'asi", geçtigi yil ise "Fil Yili" olarak meshur olmustur. Olay kaynaklarda söyle zikredilmektedir:

Habesistan Krali Necâsi Ashame'nin, Yemen'e hükümdar tâyin ettigi Ebrehe b. Sabbah el-Esrem, Mekke'ye giden kervan ve Kâbe ziyaretçilerini çekmek ve San'a sehrini ticaret merkezi haline getirmek üzere burada Kulleys veya Kalis denilen bir tapinak (kilise) yaptirdi. Ancak tapinaga gelen olmadigi gibi Fukaym kabilesine mensup bir Arap veya bir grup Arap kiliseye girerek pislediler. Bunu ögrenen Ebrehe çok kizdi ve Kâbe'yi yikacagina yemin etti. Büyük bir ordu ve gayet iri cüsseli "Mamud" adli fili önde oldugu halde Mekke'ye yöneldi. M.S. 57I veya 571 yilinda altmis bin asker ve on yahut dokuz fille yola çikti. (Ibnü'l-Esir, el-Kâmil fi't Târih, Nsr: Tornberg, Beyrut 1965, I, 442).

Ebrehe yolda Yemen krali Zû Neferi bozguna ugratti, ardindan Has'amlilari yendi ve bunlarin Nufeyl b. Nubeyb adindaki liderinin hayatini bagislayarak kendisine Mekke'ye gidiste rehber yapti. Taif'teyken Sakif'liler tanrilari Lât'i korumak ugruna Ebrehe ile isbirligine yanasip Ebû Regal'i ona rehber olarak verdiler. Ebrehe'nin fillerin destegindeki muazzam ordusunun karsisinda hiçbir ordu dayanamadi ve Kureys'liler bu gelise bakarak Kâbe'nin yikilacagina kesin olarak inanmaya basladilar.

Abdülmuttalibin Ebrehe ile Görüsmesi

Mekke yakininda Mugammes denilen yerde Ebrehe ordusu çadirlarini kurdu ve çevredeki Mekke'lilere âit develeri yagmaladilar. Burada, Ebû Regal öldü. Develerin içinde Abdülmuttalib'in de iki yüz devesi vardi. Ebrehe'nin elçisi Hinata el-Himyeri Mekke'ye giderek Kureys'lilerin ileri gelenleriyle görüstü ve "Kâbe'yi tavaf etmeyi biraktiklari takdirde onlara saldirmayacaklarini" söyledi. Onlara sadece Kâbe'yi yikmak için geldiklerini, kendileri ile savasmayacaklarini bildirdi (Ibnü'l-Esir, a.g.e., s.443).

Abdülmuttalib, "Biz onunla savasmak istemiyoruz, buna gücümüz de yetmez. Orasi Beytullah'tir, eger korursa O (Allah) Harem'i korur" dedi; develerini görüsmek üzere Ebrehe'nin yanina vardi. Abdülmuttalib'e iyi davranan ve önce onu takdirle karsilayan Ebrehe, Abdülmuttalib develerini isteyince söyle dedi: "Seni ilk gördügümde gözüme büyük bir sahsiyet olarak görünmüstün. Ama sen Kâbe'nin korunmasini isteyecegin yerde develerinin pesine düsünce gözümden düstün." Abdülmuttalib, "Ben develerin sahibiyim. Kâbe'nin de sahibi var, O onu korur" dedi.

Abdülmuttalib develerini alip Kureys'lilerin yanina döndü, onlara olup biteni anlatti ve hepsi, muhtemel bir katliâma karsi Mekke'den ayrilip daglara çekildiler.

Fillerin Yere Cökmesi

Sabaha karsi Ebrehe, Mekke'ye ilerledi. Mamud denilen büyük fil, sehre yaklâsinca yere çöküverdi; kalkmasi için çok ugrastiklari halde kalkmadi. Öteki fillerin de, Kâbe yönünde sürüldüklerinde yere çöktükleri, baska bir yöne yöneltildiklerinde kosarak kaçmaya çalistiklari görüldü. Bu mucizeyi olayin sihhati Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Kusva adli devesinin Mekke yakinlarinda çökmesi olayinda, Nebi (s.a.s.)'in söyledigi sözlerle sâbit olmustur: Devesi çökünce Rasûlullah'in ashâbi, "Deve çöktü" dediginde, Rasûlullah; "Hayir, Kusva çökmedi, yalniz onu 'Fili engelleyen' engelledi" buyurmustur. Buhâri ve Müslim'de, Rasûlullah (s.a.s.)'in Mekke'nin fethi günü söyle dedigi nakledilmektedir: "Yüce Allah filleri Mekke'ye girmekten alikoydu. Ama Rasûlünü ve mü'minleri oraya gönderdi. Dün oldugu gibi bugün de oranin hürmeti iâde olmustur. Dikkat edin, hazir olan olmayana bildirsin. "

Kuslarn Ebrehe Ordusuna Saldirmasi

Ebrehe ordusu Mekke'ye girerken deniz tarafindan, dahâ önce o bölgede hiç görülmemis, kirlangica benzer kus sürüleri bir anda ortaya çikarak Ebrehe ordusuna saldirdilar. Gaga ve pençelerinde tasidiklari taslari ve çamurdan balçiklari askerlerin üzerine biraktiklarinda onlar, kurumus, paramparça olmus agaç yapraklari gibi dagildilar. Rehberleri Nufeyl kaçti, askerler kus saldirisinda telef olup feci sekilde öldüler; yolda kalanlar, geriye dönenler de helâk oldular. Mekke'liler bu mucizeyi daglardan seyrederken Allah'in irâdesi karsisinda hayret ve dehset içindeydiler. Ebrehe, bu saldirida etleri parçalanmis, çürümüs halde San'aya dönerken, Hasm kabilesinin yasadigi bölgede gögsü ikiye yarilarak acikli sekilde öldü (Kadi Beydâvî, Envârü't-Tenzil, Fil Sûresi tefsiri).

Kuslar ve attiklari taslar hakkinda çesitli rivâyetler vardir. Bu olay Rasûlullah'in dünyaya geldigi yilda vukû buldugundan, Peygamberimizin ilk mucizelerinden sayilmistir. Muhammed b. Ishak ve Ikrime o yil çiçek hastaliginin Mekke'de yayginlastigini söylemislerdir. Muhammed Abduh (v. 19I5) bu rivâyetlerden hareketle Kur'ân'da geçen "Tayran Ebâbile" ifâdesiyle kastedilenin "sinekler" oldugunu ayaklarinda salgin hastalik mikrobu tasiyan sinek sürülerini Allah'in, Ebrehe ordusuna musallat kildigini belirtmektedir. Yeryüzünün en ihtisamli ordusu ve hayvanlari (filleri) ile gelen Ebrehe ve ordusunu Allah, bir ibret olsun diye gözle görülemeyen küçük canlilarla mikroplarla helâk etmistir. Bu görüsü yukarida zikrettigimiz gibi daha önce ilk siyercilerden Muhammed b. Ishak da kaydetmistir.

Bu tefsirde önemli olan husus; Muhammed Abduh, Resid Riza, ve diger bazi müfessirlerin, Allah'in, olaganüstü, fevkalâde, harikulâde mucizesi ile bu Allah düsmani orduyu helâk edisini dile getirmeleridir. Tefsirlerde kuslarin mâhiyeti hakkinda degisik görüsler bulunmaktadir. Ibn Abbas ile Dahhak, Ebâbil'i "birbiri arkasindan gelenler" diye yorumlamislardir. Hasan-i Basri ile Katâde, "çok" mânâsina; Ibn Zeyd "çesitli, sagdan soldan gelenler" mânâsina; Mücâhid, "toplu halde arka arkaya gelen" mânâsina geldigini söylemislerdir. Kuslarin, bölük bölük, karisik türde olduklari anlasilmaktadir. Rivâyetlerde kuslar; kirlangica, keklige, sigirciga, yarasaya, hatta "zümrüdü anka"ya benzetilmektedir .

"Siccil" kelimesi, tas ve çamur demektir. Yahut, çamurla sivanmis tas anlamina gelir. "Asf" kelimesi, agaç yapragi anlamina gelir. Haserelerin agaç yapragini yiyip ufalttiklarinda yaprak yenik yenik hale gelir ki, sûrede anlatilmak istenen budur.

Sûrenin anlami; Allah'in, Kâbe'nin müdafaasini müsriklere birakmadigini, saldirganlari alisilmadik sekilde helâk ettigini bize anlatmaktadir.

Olayin Gerceklestigi Yer

Fil olayi, Müzdelife ve Mina arasindaki Muhassab vadisi arasinda bulunan Muassib'da meydana gelmistir. Müslim ile Ebû Dâvûd, Câbir'den rivâyetle onun söyle dedigini yazarlar: "Rasûlullah Müzdelife'den Mina'ya hareket ettigi zaman Muassib vadisin de hizlanmisti." Imam Nevevî bunu söyle izah etmistir: "Ashâb-i Fil olayi burada cereyan etmistir. Onun için, sünnet olan, hacilarin buradan hizla geçmesidir" (Mevdûdî, Tefhimul Kur'an Trc: Muhammed Han Kayani ve digerleri, Istanbul 1988, VII, 238)

Imam Mâlik de Hz. Peygamber'den, "Müzdelife durma yeridir, ama Muassib vadisinde durulmamalidir" hadisini nakleder.

Müsrik Kureyslileri bu olay o kadar etkilemistir ki, üç yüz altmistan fazla Kâbe putunu unutup yedi yahut on sene Allah'a tapmislardir. Fil sûresin de Allah, Ashâb-i Fil'in aci âkibetinin fecâatine sadece ana hatlariyla deginmis ve müsriklere, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in dâvetine karsi çiktiklarinda, onlarin baslarina gelebilecek acikli azabi hatirlatmistir.

HasimÎler
HASIMÎLER

Peygamberimizin atasi Abdülmenaf'in oglu Hâsim'in soyundan gelenlere verilen isim.

Hâsim ticaretle ugrasan zengin ve cömert biriydi. Asil adi Amr'dir. Rivayete göre, bir kitlik yilinda Filistin'e giderek oradan un satinalmis ve Mekke'ye getirerek ekmek yaptirmis, kestirdigi hayvanlarin et suyuna ekmek dagitarak tirid ikraminda bulunmustur. Bu nedenle Arapça'da kirmak anlamina gelen (heseme) fiilinden müstak olan Hâsîm adi verIlmistir (Ebu Ca 'fer Muhammed b. Cerîr et-Taberi, "Tarîhü'r-Rusül ve'l-Millûk" nsr. Anneles III,1088; Ibnu HIsam, "es-Sîretil'n-Nebeviyye, I, 107).

Taberi'ye göre; Hâsim, Rûm ve Gassân hükümdarlarindan Kureys için dokunulmazlik hakki saglamis, Sam'a yaz seferleri, Yemen'e de kis seferlerini O ihdas etmis bilahere bu, bir âdet haline gelmistir. Yine Taberî'nin rivayetine göre Hasîm bir seferinde Medine'ye ugramis, Amr b. Zeyd'e misâfir olmus, Amr'in kizi Selma'yi görüp onunla evlenmek Istemisti. Baba, kizinin kendi yaninda dogum yapmasini sart kostu. Hasîm de bu sarti kabul edip Sam'a gitti. Dönüsünde Selma ile evlendiler. Hasîm, Selma'yi alip Sam'a götürdü. Dogum yapma günü yaklasinca O'nu alip Medine'ye babasinin evine getirdi, kendisi tekrar Sam'a döndü.

Hâsim'in dört oglu ve bes kizi vardi. Soyu, çocuklarindan Seybe (Abdulmuttalib) ile devam etmis ve bu soydan gelenlere Hâsimogullari (Benu Hâsim) denmistir. Hâsim'in, Abdulmuttalib'den baska erkek çocuklarinin nesilleri devam etmemistir (Taberî, a.g.e., III, 1082).

Hasîmîler Kureys Kabilesinin bir koludur. Peygamberimiz de bu boydandir. Hasîmîler Islâmiyetten önce de hem Mekke'nin hem de Kureys Kabilesinin yöneticisiydi. Çok onurlu bir is sayilan Kâbe bekçiligi ve hac Isleri ne bakmak da ayni ailenin elindeydi.

Hasîmîler ile Kureys Kabilesi'nin bir baska kolu olan Emevîler arasinda öteden beri bir çekisme vardi. Rivayete göre Hasîm ile kardesi Abdu Sems Ikiz olarak dünyaya gelmisler bunlardan birinin parmagi digerinin alnina yapisik iken ayrIlmis bu esnada kan akmis, bundan da ileride bu Iki kardes arasinda kan dökülecegi sonucu çikarIlmis (Taberî, a.g.e, III, 1089).

Islâmiyet'ten sonra bu çekisme bir süre diner gibi olur. Ancak Hasimîler'den olan Hz. Ali'nin halife seçIlmesiyle çekisme yeniden alevlenir. Emevîlerden Muaviye Sam'da güçlü bir yönetim kurmus ve Hz. Ali'ye isyan edip, savas açmisti. YenIlmek üzere olan Muaviye, entrika ile savasi kendi lehine çevirmeyi basarmis neticede mücadeleden galip çikmisti. Bundan sonra Emevîler, Islâm Dini'nin getirdigi, halifeligin sûra ile belirlenmesi usulünü kaldirdilar. Halifelik babadan ogula geçen bir saltanat kurumu haline geldi. Ancak bu durum çok sürmedi. Halk yer yer Emevîlere karsi direnise geçti. Bu arada Hz. Ali'nin oglu Hasan, zehirlenerek öldürüldü. Ikinci oglu Hüseyin ise bütün aile üyeleriyle birlikte Kerbelâ'da kiliçtan geçirilerek sehid edildi. Fakat sonradan Emevîler, Hâsimîlerin bir kolu olan Abbasiogullari (Peygamberimizin amcasi Abbas'in soyundan gelenler) tarafindan ortadan kaldirildilar. Son Emevî hükümdari Mervan el-Himer (esek Mervan) da öldürüldü ve iktidarlari böylelikle son buldu (132/750).

'Tarihe Abbâsî saltanati adiyla geçen Hasîmogullari'nin bu seferki iktidarlari, Ebu'l-Abbâs es-Saffah (kan dökücü) ile basladi. Mogol hükümdari Hülâgu'nun saldirilarina maruz kalan bu devlet de 1258 tarihinde ortadan kaldirildi.

Hasîmogullari bu tarihten I. Dünya savasina kadar Mekke Serifligi gibi sembolik ve mahalli bir görevin disinda önemli bir rol oynamadilar. Mekke Serifi Hüseyin b. Ali (1852-1951), Ingilizlerle anlasarak I. Dünya savasinda Osmanlilara karsi ayaklanmis, Osmanlilar yenilerek Arap topraklarindan çekilince kendisini Hicaz krali ilân etmisti (1916).


Daha sonra Necid prensi (Suudi Arabistan Devleti'nin kurucusu) Abdülaziz b. Suud (1880-1953), Hüseyin'i Hicaz'dan çikartti. Ancak Hüseyin 0ngilizlerin destegini saglayarak oglu Faysal'i Irak'a, Abdullah'i da Ürdün'e kral yaptirdi. Ürdün'e kral olan Abdullah, Filistin'in bölünmesi konusunda 0srail ile anlastigi iddiasiyla Filistinli bir genç tarafindan öldürüldü. Hâsimî iktidari Irak'ta, 1958 yilina kadar sürdü. 14 Temmuz 1958 günü, basta kral II. Faysal olmak üzere ailenin birçok mensubu öldürüldü ve yapilan askerî darbe ile Hâsimîlerin bu ülkedeki iktidarlari son bulda.

Ancak bugünkü Ürdün krali Hüseyin, kendisinin Hasîmî soyuna mensup oldugunu iddia etmektedir

Peygamberimizin Dogumu
PEYGAMBERIMIZIN DOGUMU




Peygamberimiz Fil vakasindan 50 gün sonra ,Rebiullevvel ayinin on ikinci Pazartesi günü,tan yeri agarirken, Mekke'de dogdu.

PEYGAMBERIMIZ DOGDUGUNDA BAZI HADISELER VUKU'A GELDI

Peygamberimiz dogdugunda bazi hadiseler vuku a geldi,bunlardan bazilarini söyle siralayabiliriz:Peygamberimiz ,Anadan Sünnetli ve göbegi kesik olarak dogdu. Peygamberimiz dogarken, çocuklarin yere düstükleri gibi düsmeyip ellerini ,yere dayamis basini semaya kaldirmis olarak dogdu.Peygamberimiz dogdugu zaman ,bir yildiz dogmus ve bilginler, bu yildizin dogdugu gece,Ahmed dogmustur Dediler.Bir çok Yahudi Alimi Tevrat tan inceleme ile peygamberimizin bu gecede dogdugunu yakinlarina bildirmislerdir.

Peygamberimiz dogdugu gece Kisranin sarayindan on dört serefe yikildi. Iranlilarin,bin yildan beri hiç sönmeden yanan Atesgedeleri sönüverdi.Save Gölünün suyu çekildi.Sema ve Vadisini su basti.Iran Sahi, Araplarin, ülkesini istila edecegini rüyasinda gördü,ve telasa düstü.

PEYGAMBERIMIZIN BABASI HZ.ABDULLAH

Peygamberimizin babasi Hz. Abdullah Kureys'in ileri gelen delikanlilarindan idi. Güzel yüzlü,iki gözü arasinda peygamberlik nurunu tasiyordu.Mekkenin bütün genç kizlari onunla evlenmek için can atarlardi.Babasina o kadar itaatliydi ki babasinin izinden hiç çikmazdi.Hatta birinde babasi Abdulmuttalip Allaha dua etmis ve "Allahim eger bana on erkek evladi verirsen onlardan birini senin için kurban edecegim"demis ,on evladi olunca da Allaha verdigi sözü tutmak için oglu Abdullahi kurban etmek istemistir.Oglu Abdullah babasina itiraz etmemis ve boyun egmistir Etraftan yapilan elestirilerle oglunu kurban etmekten vaz geçmis onun yerine 100 Adet Deve kurban etmistir. Hz. Abdullah hz. Amine ile evlendikten Kisa bir müddet sonra gittigi ticaret kervanindan dönerken yolda hastalandi. Medine'de dayisi Beni Adiy bin. Neccarin yaninda bir ay hasta aldiktan sonra vefat etti.Hz. Abdullah vefat ettigi zaman Peygamberimiz henüz Anne karninda alti aylikti.

PEYGAMBERIMIZIN SÜT ANNEYE VERILISI

Yeni dogan çocuklari süt anneye vermek; Kureys ve sair Arap esrafinin adeti idi.

Bu da; kadinlarin kocalari ile daha iyi mesgul olmalarini ve çocuklarinda ,özellikle ,havasinin güzelligi, rutubetinin azligi ve suyunun tatliligi ile taninan yerlerde yasayan serefli kabileler arasinda, saglam vücutlu,siki etli, cesaretli yetismelerini ve düzgün, pürüzsüz konusmayi ögrenmelerini saglamak içindi.

Mekke çevresinde ve Harem içinde oturan kabilelerden Süt annesi olanlar, her yil iki defa, yaz ve güz olmak üzere Mekke'ye gelirler,çocuklari alip götürürlerdi.

Peygamber efendimizi(A.S) Ben'i Sa'd b.Bekr kabilesinden Süt annesi Halime hatun götürdü.

Peygamberimizin Süt kardesleri sunlardir::

Abdullah b. Haris,Üneyse binti.Haris,Seyma bint-i Haris.

Peygamberimizi Yetim oldugu için Arap kadinlari kabul etmemis; sadece kabilesine götürecek çocuk bulamayan Halime, eli bos gitmemesi için peygamberimizi kabul etmisti.Peygamberimizi aldiktan sonra Halime ve Ailesinin yasam tarzi bir anda degisti.

Bunlardan bazilarini Halimenin dilinden dinleyecek olursak; Halime Hatun der ki;" 0çinde bulundugumuz kuraklik ve kitlik yilinda hiç bir seyimiz kalmamisti. Ben, kir merkebimin üzerinde idim.Yanimizda, yasli bir devemiz vardi,bize bir damla süt vermiyordu.

Üzerinde bulundugum merkebin agir yürümesi yol arkadaslarimi çileden cikartiyordu.Nihayet Mekke'ye varip emdirilecek oglan çocuklari aramaya basladk. 0çimizden hiç bir kadiin Muhammedi almak istemiyor,ondan uzak duruyorduk. Çünkü, bizler emdirecegimiz çoçugun babasindan bahisse kavusmayi ve ondan armaganlar almayi bekliyorduk.

Bir ara Muhammed in dedesi Abdulmuttaliple karsilastim,bana; Ismin nedir ?diye sordu.

Halime dedim. Bana;Ey Halime! Benim yanimda bir yetim çocugum var onu emzirmek için Beni Sa'd kabilesi kadinlarina teklif ettim öksüz oldugu için kabul etmediler. Sen kabul eder misin? Ben ,"bana biraz müsaade ette kocama bir danisayim"dedim.

Hemen kocamin yanina döndüm,ona haber verdim. Kocam izin verince Muhammedi aldim.

Muhammed bize gelince,evimiz öyle bereketlendi ki kocam la hayretler içinde kaldik.Sütü çekilmis olan devemizde sütler fazlaca akmaya, zayif olan merkebimizi,yolda baska hiç bir binek hayvan geçememege,davarlarimiza inen süt hiç bir davara inmemeye basladi.

Peygamberin Çocuklugu daha degisikti. Daha iki Aylik iken,her tarafa yuvarlanmaya çalisiyordu.Üç Aylik olunca day durmaya çalisiyordu.Dört Aylik olunca, duvara tutunup yürüyordu.Bes Aylik olunca bir yere tutunmadan yürüyebiliyordu.Alti Ayi tamamlayinca, yürümeyi hizlandirmisti.Yedi Aylik iken her tarafa gidebiliyor,kosabiliyordu. Sekiz Aylik iken,konusuyor,konusulani anlayabiliyordu.On Aylik iken Ok atabiliyordu. Iki Yili doldurdugu zaman,oldukça, iri ve gösterisli bir çocuk olmustu.Onu Annesine götürdük, Amma,biz,Onun yüzünden gördügümüz hayir ve bereketten dolayi, Yanimizda bir müddet daha tutmaya çok istekli bulunuyorduk.

HZ.AMINENIN MEDINE ZIYARETI VE VEFATI

Hz. Amine Peygamberi de yanina alarak Medine'deki Neccar ogullarindan olan Dayilarini ziyarete gitti. Orada peygamberle, bir ay kadar misafir oldular.

Yahudi kavmi peygamberimizi orada görünce onu devamli kontrol edip hal ve hareketlerine dikkat ediyorlardi. Hz. Amine Yahudilerin Peygamberimiz hakkinda takindiklari tavirlardan korkmaya basladi Ve acilen Mekke ye dönmek için yola koyuldular.

Hz. Amine, Mekke'ye gelirken, yolda hastalanip Evba köyünde durakladi.Basucunda duran Peygamberimizin yüzene bakti.Sonra da söyle hitap etti:

"Ey çekilen dehsetli ölüm okundan, Allah in lutfu ve yardimi ile yüz deve karsiliginda kurtulan zatin oglu!Allah, Seni,mübarek ve devamli kilsin! Eger rüyada gördüklerim dogru çikarsa,Sen Celal ve bol ikram Sahibi tarafindan,Adem ogullarina helal ve harami bildirmek üzere gönderileceksin! Allah, Seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, putperestlikten de, esirgeyecek,alikoyacaktir.

Her canli varlik ölecektir. Bende ölecegim.Fakat temelli anilacagim Çünkü, temiz bir ogul dogurmus,arkamda hayirli bir ani birakmis bulunuyorum demistir.

Ve hz. Amine Ebva da vefat etti.Hazret-i Amine vefat ettiginde 30 yaslarinda idi.

Dünyada,böylece Babasiz ve Annesiz kalan Peygamberimizi,yüce Allah,hamisiz birakmadi: Önce dedesi Abdulmuttalibin yaninda, sonra da amcasi Ebu Talib-in yaninda kaldi. Peygamberimiz, sekiz yasina kadar, Dedesi Abdulmuttalibin yaninda,sekiz yasindan sonra da Amcasi Ebu Talib-in yaninda kaldi.

PEYGAMBERIMIZIN TICARET HAYATINA ATILISI

Kureysliler, öteden beri ticaretle ugrasirlardi. Ticaretle ugrasmayanlarin ise,ellerinde hiç bir seyleri bulunmazdi. Peygamberimizin de, hazreti Hatice hesabina ticarete baslamadan önce, ticaretle ugrastigi olmustur. Nitekim, Said b.Ebu Saib, Islamiyetten önce Peygamberimizin ticaret ortagi idi.Peygamberimizin,ticaret yapmak için, sermayesi olmadigindan,hazreti Hatice peygamberimizi ücretle tuttu ve Kureysilerden tuttugu, baska bir zatida, Peygamberimizin yanina katti. Hazreti Hatice yapacagi her sefer için, Peygamberimize, ücret olarak genç ve yigit birer erkek deve veriyordu. Peygamberimiz, Hazreti Hatice'nin ticaret Malini Sam'a götürmek için ,ilk defa dört tane erkek ve genç deveye anlastilar. Peygamberimizle Kervan halki Sam'a gitmek için yola koyuldular: Sam topraklarindan Busraya vardiklarinda peygamberimiz orada getirdigi bütün mallari çok karli bir sekilde satip alacaklarini aldiktan sonra,Mekke'ye yardimcisi olan Meysele ile birlikte geri döndü.

PEYGAMBERIMIZIN EVLENMESI

Peygamberimiz hazreti Hatice adina ticaret yaparken, Peygamberimizdeki harikulade halleri görmüs ve yardimcisi Meysele ile Peygamberimize evlilik teklif etmisti. Peygamberimiz bu teklifi kabul ederek Kureyslilerin en soylu kadinlarindan olan hazreti Hatice ile evlendi.

PEYGAMBERIMIZIN ÇOCUKLARI

Peygamberimizin, hazreti Haticeden,iki erkek çocugu,dört kiz çocugu dogmustur Isimleri söyleydi: Kasim, Abdullah, Zeynep,Rukayye ,Ümmü Külsüm,Fatima ve Cariyesi Misirli Maria'dan dogan Ibrahim'dir.

KABENIN KUREYSILERCE YENIDEN YAPILISI VE PEYGAMBERIMIZIN HAKEMLIGI

Bir Kadin, Kabe Hareminde buhurdanlikta Öd agaci yaktigi sirada , buhurdanliktan siçrayan bir kivilcimdan Kâbenin kat kat olan örtüsü tutusup tamami ile yanmis, bu yüzden duvarlar da her taraftan gevseyip çatlamis bulunuyordu. Zaman, zaman sahilden gelen sel baskinlari ilede Kâbenin tabani ve duvarlari da iyice yikilacak duruma gelmisti.

Bunun icin,Kureysliler Kabenin duvarlarini onarip saglamlastirmak ve üzerinede,tavan çatmak istiyorlar,fakat, yikmaga kalkarlarsa azaba ugrayabileceklerinden korkuyorlar,aralarinda mesvere ediyorlardi.

Am bu sirada Rum tüccarlarindan birisine Ait olan insaat malzemesi yüklü bir gemi Cüdde sahillerinde parcalandi,bunu firsat bilen Kureysliler aralarinda yardimlasarak bu batan gemiden Kabe insaasi için gerekli malzemeleri almis oldular.Ve Kâbenin insaatina basladilar.

Hacerül Esved tasi yerine konulacagi zaman kabileler ,birbirleriyle anlasamadilar. Hatta isi okadar ilerlettiler ki aralarinda kavga yapmaya çok az bir zaman kaldi. Kureysiler, Bu is üzerinde, dört veya bes gece durdular. Sonra Kureysin yaslilarindan Ebu Ümeyye b. Mugire bir teklifte bulundu;

Teklifine göre ,mescidin kapisindan giren ilk kisi bu tasi koymak için hakem olacakti. Bütün kavmin ululari bu teklifi kabul ettiler.

Tam bu sirada peygamberimiz içeri girdi, bütün kureysliler el çirparak El-Emin'in hakemligine raziyiz dediler.

Peygamberimiz de hakemlik yaparken bütün kabilelerden birer kisi alarak Hacerul Esved-i bir beze koydurdu,ve onu konulacak yere getirttikten sonra besmele çekerek kendi elleriyle Hacerul-Esvedi yerine koymus oldu.

FicÂr Savaslari
FICÂR SAVASLARI

Câhiliye döneminde müsrik Araplar arasinda haram aylar dan birisinde yapilan savaslar.

Islâm'da yasak oldugu gibi câhiliye döneminde de Müsrikler arasinda haram aylarda savas yapmak, kan dökmek, haksizlik ve kötülüklerde bulunmak yasaklanmis idi. Muharrem, Receb, ZIlkâde ve Zilhicce aylarindan olusan bu aylarda yasagin ihlâl edIlmesi, büyük bir günâh ve suç sayiliyordu.

Bu telâkkiye ragmen câhiliyye döneminde zaman zaman haram aylarin kudsiyeti çignenmis, kanli bazi savaslar meydana gelmisti. Iste bu savaslar, müsrikler tarafindan, günâhin islendigi savaslar anlamini ifade etmek üzere "ficâr savaslari" diye adlandirIlmistir.

Arap tarihinde dört ficâr savasi vukû bulmustur. I. ficâr savasi, Gifâr kabilesinden bir sahsin Ukâz Panayiri'nda ayaklarini uzatip oturarak "Araplarin en sereflisi benim!" demesine kizan bir sahsin, kiliciyla onun ayaklarini kesmesi üzerine Iki tarafin adamlari arasinda cereyan etmistir.

II. Ficâr savasi, Kureys'ten Benû Amir ile Kureys'ten Benû Kinâne arasinda meydana gelmistir. Yine Ukâz Panâyiri'nda Benû Amir'den bir kadina Kinâneogullarindan bazi gençlerin sarkintilik etmesi bu savasa sebep olmustur.

III. ficâr savasi ise, Kinâneogullarindan bir sahsin, Âmirogullarindan birisine olan borcunu zamaninda vermedigi gibi oyalama cihetine gidip ödemeye yanasmamasi sebebiyle bu Iki kabile arasinda ortaya çikmistir.

IV. ficâr savasi ise, Kinâneogullarinin yanisira Kureys ile Hevâzin'in Kays-i Aylân kabileleri arasinda meydana gelmistir. Hire hükümdarinin çikardigi bir kervana kilavuzluk ve muhafizlik etme konusunda aralarinda ihtilâf ve husûmet çikan Kinâneogullarina mensup bir sahsin Kays-i Aylân'dan birisini öldürmesi bu savasa sebep teskil etmistir. Kinâneogullarinin yaninda Kureys'in diger sülâleleri de savasa katIlmis, bu arada Peygamber efendimiz de amcalariyla birlikte bu savasta bulunmustur. Ancak genellikle kabul edildigine göre o sirada yirmi yasinda olup savasabilecek güçte olmasina ragmen sadece savas alaninin gerisine düsen oklari toplayip amcasina vermekle yetinmistir. Sonunda bu savas, Iki tarafin ölülerinin sayilip ölüsü fazla olan tarafa fazlalik miktarinca diyet verIlmesi karari ile sulha baglanarak neticelendirIlmistir.

Hz. MUHAMMED (s.a.s) DOGUMU, ÇOCUKLUGU VE GENÇLIGI
Hz. MUHAMMED (s.a.s) DOGUMU, ÇOCUKLUGU VE GENÇLIGI



Insanligi hakka ve hakikata sevkedip dünya ve ahiret saadetlerini saglamak üzere Allah Teâlâ tarafindan gönderilen peygamberlerin sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz, genellikle kabul edildigine göre 2I Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi günü Mekke'de dogdu. Islâm tarihi kaynaklari, Hz. Peygamber'in nesebi ta Hz. Adem'e kadar siralanan Secere tablolari ile belirlemislerdir. Bu kaynaklarda Hz. Peygamber'in yirminci göbekten atasi olan Adnan'a kadar ittifak edilmis, ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde bazi farkliliklar ortaya çikmistir. Ama O'nun Hz. Ibrahim'in oglu Hz. Ismail soyundan oldugunda süphe yoktur. Buna göre Adnan'a kadar Rasûlullah'in seceresi söylece siralanir: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâsim b. Abdümenâf b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik b. En-Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. Ilyas b. Mudar b. Nizâr b. Me'add b. Adnan.

Hz. Peygamber'in dogumundan iki ay kadar önce babasi Abdullah, ticarî bir seferden dönüsünde Yesrib (Medine)'de vefat etmisti. Annesi Amine, Kureys Kabilesinin kollarindan Benû Zühre'nin reisi Vehb b. Abdümenaf'in kiz idi. O siralarda Mekke esrafi, çocuklarini çölde bir süt anneye vererek emzirme âdetine sahip olduklari için Hz. Peygamber, kendi annesi Amine tarafindan ancak bir kaç kez emzirilmis, süt anneye verilinceye kadar da amcasi Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, O'na süt annelik yapmisti. Daha sonra Mekke'ye komsu çöllerde yasayan Hevâzin kabilesinin kollarindan Benû Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Züeyb, uzun süre Hz. Peygamber'e süt emzirmistir. Mekke esrafi tarafindan Mekke'nin agir ve sicak havasi çocuklarin gelisimine ve sagliklarina zararli görülüyor; ayrica hac münasebetiyle her kesimden insanla temas halinde bulunan Mekke'de arap dili, yabanci tesirler altinda kalabildiginden, fesahat ve belâgata önem veren Mekkeliler çocuklarinin dili ögrendikleri ilk yillarinin Arapçanin saf ve bozulmamis sekliyle ve olanca fesahat ve belâgatiyla ari duru konusuldugu badiyelerde geçmesini gerekli görüyorlardi. Bu bakimdan Araplar arasinda fasih Arapçalari ile ün yapmis Benû Sa'd kabilesi arasinda yaklasik ilk iki buçuk yilini geçiren Hz. Peygamber, ileride üstlenecegi ilâhî risâlet görevi için hem bedenen, hem de ruhen burada hazirlanmis oluyordu. Hz. Peygamber'in kirk yasindan itibâren yürüttügü Islâm'a davet vazifesi, kabul etmek gerekir ki, aslinda mesakkatli, yorucu, bir takim sikintilari olan mukaddes bir vazifedir. Iste bu yorucu ve mesakkatli görevi lâyikiyla yerine getirebilmek için saglam ve sihhatli bir bünyeye sahip olmak gerekiyordu. Hz. Peygamber, böylelikle çocuklugunun ilk yillarinda Mekke'nin bogucu sicak ve sitmali havasindan uzaklasmis, suyu ve havasi güzel bâdiyede saglikli bir sekilde gelisme imkânini bulmus oluyordu. Diger taraftan güzel konusmanin kitleler üzerindeki etkisi malumdur. Ileride muhtelif insan kitlelerine muhâtap olacak bir peygamberin süphesiz iyi bir dil bilgisine sahip olmasi ve dili, davasinin ugrunda en iyi sekilde kullanmasi gerekiyordu. Iste bu yönlerden Hz. Peygamber henüz çocuklugundan itibâren davet faâliyeti için hazirlaniyordu. Yalniz kendisi henüz o siralarda ileride peygamber olacagi konusunda hiç bir bilgiye sahip olmadigindan, bu hazirlanma O'nun bizzat iradesi ile ve bilerek olmayip, Cenâb-i Hakk'in yönlendirmesi, kontrol ve murâkabe altinda tutmasi seklinde cereyan ediyordu. Peygamber Efendimizin süt annesi Halime'nin yaninda iken vukû bulan "Gögsünün yarilmasi" (Serhu's-Sadr veya Sakku's-Sadr) olayini da yine davete hazirlik olarak degerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber'in gögsü, görevli iki melek tarafindan yarilmis, kalbi çikarilarak Seytanin ve nefsin tasallut ve saptirmasindan arindirilmis ve Zemzem'le yikanarak tekrar yerine konulmustur. Böylece Hz. Peygamber, rûhen davete hazirlanmis oluyordu.

Serhu's-sadr olayindan sonra süt anne halime tarafindan Mekke'ye getirilerek öz annesi Amine ve dedesi Abdülmuttalib'e teslim edilen Hz. Muhammed, alti yasina kadar annesi Amine'nin yaninda kaldi. Bu siralarda Amine, Hz. Peygamber'i de yanina alarak Medine'deki akrabalarini ziyarete gitmisti. Bu vesile ile, alti yil kadar önce Medine'de ölen esinin kabrini de ziyaret etmis olacakti. Bir ay süren bir misafirlikten sonra Mekke'ye dönerken henüz Medine'den pek fazla uzaklasmadan Ebvâ denilen köyde Âmine aniden rahatsizlandi ve vefat etti; oraya da defnedildi. Artik hem yetim, hem de öksüz kalan çocugu bu yolculukta kendilerine refakat eden dadi Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Yasli dede, kalben büyük bir muhabbet besledigi bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki yil bagrina basti. Abdülmuttalib'in temsil ettigi Hâsimogullarinin Mekke'deki itibâri ile Abdülmuttalib'in sahsî özellik, kabiliyet ve ahlâki faziletleri ve özellikle bir zamanlar yeri kaybolan kutsal Zemzem suyunu olgunluk devrelerinden tekrar bulup çikarmis olmasi, onun Mekke'de kendisine son derece saygi duyulan, sözüne itibâr ve itâat edilen bir reis hâline gelmesini saglamisti. Abdülmuttalib, Kâbe duvarina bitisik olarak sirf kendisine mahsus serilen minderde ve Mekke idare meclisi hüviyetini tasiyan Dâru'n-Nedve'de Mekke halkinin çesitli problemlerini dinler ve çözüm yollari arardi. Dedesi Abdülmuttalib'in yanindan hiç ayrilmayan küçük Muhammed, Dâru'n-Nedve'de yapilan idareye ve çesitli problemlere ait müzâkerelerde de dedesinin yaninda bulunuyor ve daha o yaslarindan itibaren zulmün hâkim oldugu Mekke toplumunda ortaya çikan problemleri, insanlarin dinî, idârî, iktisadî, ilmî, ictimâî yönlerden nasil bir batakligin içinde bulunduklarini yakindan görüp idrâk ediyordu.

Hz. Peygamber sekiz yasina geldigi zaman Abdülmuttalib seksen iki yasina erismisti ve yasli bünye, ugradigi hastaliklara tahammül edemeyerek bu dünyadan ayrildi. Abdülmuttalib vefatindan önce sevgili torununu ogullari arasinda, Hz. Muhammed'in babasi Abdullah'la ana-baba bir kardes olan Ebû Talib'e teslim etmisti. Artik Hz. Muhammed sekiz yasindan yirmibes yasina kadar amcasi Ebu Talib'in yaninda kalmistir.

Gelecekte peygamber olacagi hakkinda ne kendisinin ne de çevresinin kesin bir bilgisi olmadigindan, tâbiîdir ki Hz. Peygamber'in bu devrelerdeki hayati hakkinda fazla bilgimiz yoktur. Ancak sadece Hz. Peygamber'i degil, ayni zamanda diger Mekkelileri de ilgilendiren bazi olaylarda Hz. Peygamber'in aldigi yer ve oynadigi rol, kaynaklarimizda tespit edilmistir. Bu devreye ait mevcut bilgiler arasinda süphesiz önemli olanlarindan birisi, Hz. Peygamber'in Râhib Bahîrâ ile karsilasmasi meselesidir. Hz. Peygamber on iki yaslarinda iken amcasi Ebû Tâlib ile birlikte Sam'a dogru yol alan ticarî bir kervana katilmis ve kafile Sam yakinlarinda Busrâ adli bir mevkide mola verdigi zaman buradaki manastirda bulunan Bahirâ adli râhib, Islâm kaynaklarina göre Hz. Peygamber'deki özelliklere bakarak O'nun ileride çikmasi beklenilen son peygamber olabilecegi kanâatine varmisti. Müstesrikler bu olayi kendi yanli bakis açilari ile ele alarak Islâm'in dogusunda Hristiyan rûhiyâtinin etkileri oldugunu, Râhib Bahîrâ'nin dinî telkinlerinin tesirinde kalan Hz. Muhammed'in bu dinî suuru gelistirerek ileride Islâm'i ortaya attigini iddia ederlerse de, Islâmiyet'in temelini olusturan tevhid akidesi ile Hristiyanligin temeli olan teslis * inancinin aslâ bagdasamaz bir karakterde olusu, Islâm'in Hristiyanlik'da mevcut teslis düsüncesini sirk olarak kabul etmesi, bu iddiânin ne derece asilsiz ve gülünç oldugunun en açik delillerindendir (genis bilgi için bkz. Bahîrâ maddesi).

Hz. Peygamber, bu ilk seferin ardindan daha sonraki yillarda diger amcalari ile birlikte Mekke. disina yapilan bazi ticari seferlere katilmis, muhtelif bölgelerde yasayan insanlarin farklilik arzeden dinleri, örf ve âdetleri, hal ve vaziyetleri hakkinda bilgi sahibi olmustur. Peygamber Efendimizin daha sonralari Islâm'i teblig ederken bu bilgilerinden istifade etmesi tabiî olduguna göre cereyan eden bu olaylari da O'nun peygamberlige ilmen hazirlanmasi olarak degerlendirmek gerekir.

Cenâb-i Hakk'in kontrol ve murâkabesi, müstakbel peygamberi rûhen de davete hazirliyor ve cahiliye döneminin her türlü sirk ve sapikligindan, kötülük ve ahlâksizligindan uzak tutuyordu. Mekkelilerin dinî bir âyini ve bayrami olan Büvâne'ye çocukluk yillarinda amca ve halalarinin zorlamalari ile götürülen Hz. Muhammed, âdet üzere diger akrabalarinin yaptigi sekilde burada hazir bulundurulan bir puta tapmak içiri siraya girdiginde, henüz kendisine sira gelmeden ilâhi bir ikaz ile puta tapmaktan alikonulmus ve olayin hasyeti içerisinde Hz. Peygamber kisa bir bayginlik geçirmisti. Bu olaydan sonra artik akrabalari O'na putlara tapmak için her hangi bir israrda bulunmadilar. Tabîidir ki Peygamber Efendimiz çocukluk yillarindan itibâren hayati boyunca aslâ hiç bir puta tapmadigi gibi, onlar adina kurban kesmemis, putlar adina kesilen hayvanlarin etini yememis, onlar adina yemin etmemis, hatta onlarin adini dahi agzina almaktan hoslanmadigini belirtmisti.

Geçim sikintisi çeken amcasi Ebû Tâlib'e yardimci olmak için gençlik yillarinda Mekkelilere ücretle çobanlik yapan Hz. Muhammed, çobanligi sirasinda Mekke'nin dagdagali, debdebeli, sirkin hâkim oldugu havasindan uzaklasarak tabiatla karsi karsiya gelmis, bu anlarda muhakeme ve idrâk gücü geliserek herseyin yaraticisi olan Cenab-i Allah'in varligi ve birligini, O'na esler kosmanin sapiklik oldugunu iyice kavramis, karsilastigi bir takim sikinti ve mesakkatler O'nu rûhen olgunlastirmisti. Çobanlik yaptigi günlerden birisinde sürüsünü bir çoban arkadasina emanet ederek Mekke'de tertiplenen gece eglencelerini seyretmek için kirdan sehire inen Hz. Peygamber, eglence yerine gelip oturur oturmaz Cenâb-i Hakk'in kendisine verdigi bir uyku ile, içkilerin içildigi, oyunlarin oynandigi, ahlâksizliklarin yapildigi bu isret âlemini seyretmekten dahi alikonulmustu. Bir baska sefer yine böyle bir eglenceyi seyretme arzusu ayni sekilde engellenmis; artik bir daha da Hz. Peygamber böyle bir seye tesebbüs etmemis, istek de duymamisti.

Hz. Peygamber yirmi yaslarinda iken Mekkeliler ile Hevâzin kabilesi arasinda Ficâr Harbi vukû buldu. Aslinda savasabilecek bir yasta ve güçte olmasina ragmen Hz. Peygamber bu harpte sadece savas alaninin gerisine düsen oklari toplayip amcalarina vermekle yetinmisti. Böylece genellikle cephe gerisinde bulunmasina ragmen bu olayin O'nda harp taktik ve teknikleri, sevk ve komuta gibi konularda tecrübeler olusturdugu bir gerçektir. Peygamberliginden sonra dahi hatirladigi zaman bir üye olarak katilmaktan seref ve iftihar duydugunu açikça belirttigi Hilfü'l-Fudûl ise hemen bu savastan sonra gerçeklesmisti. Bu vesile ile Hz. Peygamber, cemiyet meselelerini yakînen tanimis, câhiliye toplumunda güçlünün güçsüzü nasil ezdigini, güç ve kuvvet karsisinda zâlimlerin nasil eriyip titredigini örnekleriyle görmüstü.

Yirmibes yasinda bizzat kendisinin idare ettigi bir ticaret kervani Hz. Muhammed'i Hz. Hatice ile karsilastirdi ve aralarinda gerçeklesen evlilik, Hz. Muhammed'in amcasi Ebû Tâlib'in yanindan ayrilip yeni bir aile yuvasi kurmasini sagladi. Hz. Peygamber'in bu evlilik dolayisiyla Hz. Hatice'den alti çocugu olmustu. Bunlardan dördü kiz olup Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsüm ve Fâtima adlarini almislardi. Bunlarin dördü de babalarinin peygamberligine erismisler ve O'na iman ederek hicret etmislerdir. Ogullari ise Kasim ve Abdullah adini tasiyordu. Hz. Peygamber'in ilk oglunun adi Kasim oldugu için kendisine Ebû'l-Kâsim künyesi verilmisti. Bazi kaynaklar bunlardan baska Hz. Peygamber'in Tayyib ve Tâhir adinda iki oglu daha oldugunu zikrederken, diger bazi kaynaklar bu son iki ismin Abdullah'in lâkabi oldugunu belirtmislerdir. Hicretten sonra dogan oglu Ibrahim ise Misirli câriye Mâriye'dendir. Hz. Peygamber'in bütün erkek çocuklari henüz küçük yaslarda vefat etmislerdi.

Hz. Hatice ile evliliginden sonra Peygamber Efendimiz ailenin geçimini ticaret yoluyla saglamaya çalismis, bazan ortaklik yoluyla, bazan müstakil olarak ticaret yapmisti Hz. Muhammed, bu ticarî muamelelerindeki dürüstlügü, dogru sözlülügü, ahde vefasi, âdil ve âlicenâb davranislari, herkes hakkinda iyimser davranip elinden gelen iyilik ve yardimi yapmasi, yoksulun, muhtacin elinden tutmasi, yakinlarina ve akrabalarina karsi gösterdigi ilgi, ahlâkî olgunluk ve rûhî üstünlükleri ile derhal temâyüz etmis, çevrede herkesin güvenip itibar ettigi, sayip sevdigi bir kisi hâline gelmisti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine "el-Emîn = güvenilir kisi" lâkabini vermislerdi.

Hz. Peygamber'in otuz bes yasinda iken meydana gelen Kâbe tâmiri olayi ve bu olay sirasinda el-Haceru'l-Esved'in* yerine konmasi meselesinde Mekke sülâleleri arasinda çikan ve kanli bir çatismaya dönüsme temâyülü gösteren anlasmazligi herkesi memnun edecek bir tarzda ve âdil bir sekilde çözmesi, O'na duyulan güveni daha da artirmisti.

Allah'in mukaddes evi Kâbe'nin tâmiri dolayisiyla herkeste oldugu gibi Hz. Muhammed'de de dinî duygu ve heyecanlar süphesiz harekete geçmistir. Bu sebeple O'nda bu yillardan itibâren Rabbi ile basbasa kalma arzusu görülür. Bir de buna toplum içinde islenen haksizliklar, zulümler, ahlâksizliklar, din adina icrâ edilen sapiklik ve akilsizliklar eklenecek olursa, Hz. Muhammed'in böylesi câhilî bir toplumdan kendisini uzak tutarak yalniz, sessiz, sakin bir magarada bir süre uzlete çekilmesinin sebebi daha iyi anlasilir. Artik otuz bes yasindan itibâren Hz. Peygamber, belli zamanlarda özellikle Ramazan ayi boyunca Mekke'den uzaklasiyor, uzlet yeri olarak kendisine seçtigi Hira dagindaki bir magarada günlerini geçirerek Cenâb-i Hakk'in varligini, birligini, kudret ve azametini, O'nun gücü karsisinda mahlûkatin aczini ve zayifligini düsünüyor; Rab Teâlâ'nin insanlara sonsuz nimetlerini, buna karsi insanoglunun nankörlügünü, onlarin dinî, siyasî, ictimâi, ahlâkî vs. yönlerden içerisine düstükleri kötü durumlari hatirliyordu. Iste bu uzlet,günleri Hz. Peygamber'i rûhi, ahlâkî bir olgunluga götürdügü gibi tefekkür ve istidlâl melekelerini gelistirerek aklî ve ilmî bir yücelige de eristirdi.

Muhammed (a.s) Vahy Gelisi
MUHAMMED (A.S) VAHY GELISI




Muhammed (A.S), kirk yasina gelince, Allah(C.C) onun kerametini açiklamayi ve kullarina,onunla rahmet etmeyi diledigi zaman,Kendisine, ilk vahiy ve peygamberlik baslangici,uykuda Sadik rü`yalar görmekle olmustur.

Peygamberimiz, alti ay bu hal üzere kaldi.

Yüce Allah, bu alti Ay içerisinde Peygamberine, Uykuda, sonrada uyanik Vahiy etti.

Peygamberimiz, her yil, Ramazan ayinda Hira daginda bir ay itikafa girer,Kureysilerin yapageldikleri gibi, yanina gelen yoksullara yemek de yedirirdi.Peygamberimiz, kavminin sürü sürü putlara tapip durduklarini gördükce,onlardan uzaklasmayi, Halvet ve Uzlete çekilmeyi özler, Hira dagina girer,Halvet ederdi.

Peygamberimiz (A.S),yüce Allah tarafindan Peygamber olarak gönderilecegi ve ilahi rahmetin, kullari, onunla ihsan olunacagi gün, gelmis bulunuyordu.

Peygamberimiz; Ramazan ayinin on besinci cumartesi ve on altinci pazar gecelerinde, Hira magarasinda uyudugu bir sirada,Rüyasinda, Vahy melegi Cebrail (A.S) atlastan bir kab içinde bir kitapla gelip Peeygamberimize ``OKU`` dedi.

Peygamberimiz``Neyi okuyayim?`` diye sordu.

Cebrail,Peygamberimizi,nefesi kesilinceye kadar,sIktI.

Peygamberimiz,kendisini ölecek sandi.

Bundan sonra,Cebrail (A.S),birakip Peygamberimize,`` OKU``! dedi.

Peygamberimiz ``Neyi okuyayim?`` diye sordu.

Cebrail Aleyhisselam,Peygamberimizi,tekrar,nefesi kesilinceye kadar sIktI.

Peygamberimiz, kendini ölecek sandi.

Sonra, Cebrail Aleyhisselamin sikmasindan kurtulmak icin``Neyi okuyayim?`` diye sordugu zaman, Cebrail Aleyhisselam, Alak suresinin basindaki bes ayeti okudu.

Peygamberimiz de, onlari, okudu.

Cebrail Aleyhisselam, ayrilip gittigi ve Peygamberimiz,uykudan uyandigi zaman, o ayetler,, sanki,bir kitap olarak Peygamberimizin kalbine yazilmis gibi idi.

Peygamberimiz, magaradan ayrilip Hidra daginin ortasina geldigi zaman,gökten,bir ses isitti ki: ``Ya Muhammed! Sen, Allahin Resulusun! Ben,Cebrailim !`` diyordu.

Peygamberimiz,basini kaldirip bakinca, Cebrail Aleyhisselam`i ayaklarini,gögün ufukuna basmis bir insan suretinde gördü!.

``Ya Muhammed! Sen, Allahin Rasulüsün!Ben, Cebrailim! Diyordu.

Peygamberimiz,duraklamis, Ona, baka kalmisti.

Ne bir adim ilerliyebiliyor,ne de,gerileyebiliyordu!

Eve döndügünde ,gördüklerini hazreti Haticeye anlatti,hazreti Hatice,``Sana Müjdeler olsun!

Yüce Allah sana ,hayirdan baska bir sey yapmaz.!diyerek onu teselli etti.

HAZRETI HATICENIN PEYGAMBERIMIZI VERAKAYA GÖTÜRMESI:

Peygamberimiz, yüce Allah tarafindan, Cebrail Aleyhisselamin getirip teblig ettigi Risalet vazifesini kabul ederek evine dönerek, hic bir agaca ve tasa rastlamadiki, kendisini selamlamasin!.

Peygamberimiz,yüregi titreyerek eve gelip,``Beni örtünüz!,beni örtünüz!``buyurdu.

Kalkinca, hazreti Haticeye basindan gecen olaylari anlatti.

Hazreti Hatice de onu alip Hiristiyanliga girmis olan,Veraka b.Nevfel´in yanina götürdü.Ona, Ey Amucamin oglu! Dinle bak! Kardesiyin oglu,ne söylüyor!

Veraka!´´ Ne gördün kardesimin oglu?´´ diye sordu.

Peygamberimiz;gördüklerini,isittiklerini,haber verince,Veraka:´´Senin bu gördügün,Allah tarafindan Musa Aleyhisselama indirilmis olan Namusul-Ekber´dir.

Ah Keske, kavminin,Seni (yurdundan)cikaracaklari zaman,ben,sag ve genc, dinc olsaydim!´´ dedi.

Peygamberimiz´´ Onlar, beni cikaracaklarmi ki? !´´ diye sordu.

Veraka ´´Evet! Cikaracaklardir.

Cünkü, senin gibi, bir sey getirmis kimse yoktur ki, düsmanliga ve iskenceye ugramasin!
Eger, ben, Senin davet günlerine yetisirsem, Sana,son derece yardim ederim!´´ dedi.

Cok gecmeden de, vefat etti.

ILK ABDEST VE ILK NAMAZ

Peygamberimiz, Hiradan döndügü ve Mekke´nin yukari tarafinda bulundugu sirada Cebrail Aliyhisselam, gelip vadinin bir kösesinde ökcesini yere vurdu.

Oradan, bir su kaynadi.

Cebrail Aleyhisselam, ondan Abdest aldi.

Peygamberimiz,Cebrail Aleyhisselamin Abdest alisina bakiyordu.

Cebrail Aleyhisselam,Namaz icin nasil Abdest alinip temizlenilecegini görsün diye,yüzünü dirseklerine kadar ellerini yikadi.

Agzini, su ile calkalandi.

Burnuna, su cekti, ve ona,Abdest almayi,Namaz kilmayi ögretti.

Peygamberimiz de hanimi hazreti Haticeye, Cebrailin ögrettiklerini ögretti.

PEYGAMBERIMIZIN TEBLIGE BASLAMASI VE ILK MÜSLÜMANLAR

Allah (C.C) ilk teblig emri olan ´´Ey örtülere bürünen (Resulüm), kalk ve insanlari uyar.´´ Ayeti celilesi gelince Peygamberimiz teblig görevine baslamis

ve insanlari Allahin birligine, davet etmeye baslamisti.

Davete ilk icabet edip müslüman olanlarin isimleri sunlardir:

Ilk Müslümanlik serefine sahip olan kisi hazreti Hatice´dir.

Hz.Ali,hz Ebubekir,hz Zeyd b.Harise,Bilal-i Habesi ve Annesi Hamame,Ebu Fukeyhe, Halid b.Said,Umeyne bint-i Halef,Amr b.Said,Zubeyr b.Avvam, hz. Osman,hz.Talha b. Ubeydullah,Sad b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Ebu Ubeyde b.Cerrah, Ebu Seleme,hz Ümmü Seleme,Osman b.Mazun, vb...

Tebligin Bes Devresi
TEBLIGIN BES DEVRESI




Davet`in bes devresi olup birinci devresi: Nübüvvet devresidir.

Davetin ikinci devresi:En yakin hisim ve akrabayi, Ahiret azabiyla korkutup uyarma devresidir.Davetin ücüncü devresi:Kendi kavmini,Ahiret azabiyle korkutup uyarma devresidir.Davetin dördüncü devresi:Kendilerine, daha önce Ahiret azabiyle korkutup uyarma devresidir.Davetin besinci devresi ise: Zamanin sonuna kadar, bütün Cinlerden ve insanlardan, kendilerine davet erisebilecek olanlari, ahiret azabiyle korkutup uyarma devresidir.

PEYGAMBERIMIZIN VAZIFESINI ACIKTAN ACIKLAMASININ EMREDILMESI

Peygamberimiz, Tebligin ilk devresi olan nübüvvet devresini üç yil geçirdikten sonra

açiktan teblig emri geldikten sonra akrabalari olan Abdülmuttalip ogullarini kendisine inanmalarini ve ona yardimci olmalarini istemisti.

Fakat akrabalari kendisine yardim etmedigi gibi Amcasi Ebu Leheb hakaret etmis, bizi buraya bunun için mi çagirdin diyerek hakaret etmisti.

Bundan sonra Peygamberimiz, Kureys kabilelerini, Safa tepesi yanina toplayarak onlari Islama davet etti, bu davetten de Kureysilerden açik bir destek alamadi. Hatta Amcasi Ebu Lehep Peygamberimize Hakaret ederek ona tas atti, bunun sonucu Tebbet suresi inzal oldu.

ISKENCELER

Peygamberimiz tebligi açiktan yapmaya baslayinca Kureysiler müslüman olanlara iskence yapmaya basladilar.

Bu iskencelerin en fazlasini Peygamber efendimiz Aleyhisselam görüyordu.Ona, hakaret ediyorlar,namazini kilarken üzerine pislik atiyorlar,geçecegi yollara diken,butrak gibi seyler saçiyorlardi. Secde de iken Deve Iskembesini ve pisligini kafasina atiyorlardi.

Diger Müslüman olan insanlarin da hemen hemen hepsi iskence görüyordu. Bunlardan köle ve cariye olanlarin iskencesi öylesine agirlasmistiki tahammül sinirlarini asmisti.

En çok iskence gören Sahabileri söyle siralamak mümkün:

Bilal-i Habesi,Zinnure Hatun,Ümmü Ubeys,Nehdiyye Hatun,Amir b.Füheyre,Lübeyne Hatun, Ebu Fukeyhe,Habbab b.Eret,Yasir b.Amir,Miktat b.Amr,Suheyb b.Sinan, vb...

EBU CEHL'IN PEYGAMBERIMIZI ÖLDÜRMEGE KALKISMASI

VE NADR B.HARISIN BIR KONUSMASI ,

Nadr b.Haris'in Peygamberimiz Hakkindaki Konusmasi:

Ebu Cehl, basindan geçeni, Kureysli müsriklerine anlatinca, Nadr b.Haris, kalkip "Ey Kureys cemeati ! Vallahi, sizin basiniza hiç bir zaman, bir benzerile mübtela olmadiginiz,bundan sonra da, kolay kolay çaresini bulamayacaginiz bir is gelmis bulunuyor!

Muhammed; Sakaklarina ak düstügünü gördügünüz zamana kadar, içinizde,en çok hosunuza giden bir gençti.

En dogru sözlünüz ve en emininiz idi.

Nihayet, size getirdigi seyle gelince, ona (Sihirbaz!) dediniz.

Hayir! Vallahi, o, bir Sihirbaz degildir!

Biz, Sihirbazlari ve onlarin üfürmelerini, dügümlemelerini görmüsüzdür.

Siz, ona (Kahin!) dediniz.

Hayir! Vallahi, o, bir kahin degildir.

Biz, kahinleri ve onlarin titreyislerini, görmüs ve Seci'li sözlerini, dinlemisizdir

Siz, ona (Sair!) dediniz.

Hayir! Vallahi, o, bir Sair de, degildir.

Biz, Siiri görmüs ve onun her çesidini: Hezec'ini, Recez'ini.. dinlemisizdir.

Siz, ona (Mecnun!) dediniz.

Hayir! Vallahi, o, bir mecnun da degildir.

Biz, delilikleri, görmüsüzdür.

Onun ise, ne bogulmasi, ne çarpinip titremesi, ne evhamlanmasi, ne de, sözlerini, karistirmasi, vardir.

Ey Kureys cemeati! Durumunuzu iyice düsününüz, gözden geçiriniz!

Çünki, vallahi, sizin basiniza, büyük bir is gelmistir ! ' ' dedi .

HÜzÜn Yili
HÜZÜN YILI

Mekke döneminin en sikintili aninda Hz. Hatice ile Ebu Talib'in vefat ettikleri yil.

Peygamberligin onuncu yilinda Müslümanlar iktisâdî ablukadan yeni çikmislardi. Ebû Tâlib agir hasta yatiyordu. Ebû Talib Peygamberimizi bir amca olarak düsmanlarina karsi korumus ve Abdülmuttalib'in nüfuzunu kullanarak müsriklere ezdirmemeye çalismisti. Hatta Ebu Talib mahallesindeki müsriklerin kusatma sirasinda bile gece gündüz demeden Peygamberimizin kaldigi yerlerde nöbet tutturuyordu. Ancak müslüman olmamisti. Peygamberimiz ise kendisine çok iyiligi geçen amcasinin müslüman olmasini arzu ediyor, böylece ona sefâat etmeyi umuyordu. Bunu saglamak için hastaligi agirlasan ve ölüm Isaretleri, yüzünde belirmis olan Ebû Talib'in yanina girdi:

"Ey amcacigim: Ölümünden önce sehadet kelimesi getir ki, yarin mahserde Cenab-i Hakk'in yaninda senin müslümanligina taniklik yapayim" dedi.

Fakat Ebu Talib câhiliye âdetlerinin etkisi ve câhiliye kompleksi içinde davranmaktan kendini kurtaramadi. "Ben Abdü'l-Muttalib'in dini üzere ölüyorum. Kureys'in "ölümden korktu çekindi de yegeninin dinini kabul ediverdi demeyeceklerini bilsem, senin dinine inanirdim yegenim" gibi laflar söyledi. Hadis âlimleri, onun iman etmeden gittigini ve Peygamberimizin buna çok üzüldügünü kaydederler. Ancak Ibn Ishâk gibi tarihçiler onun ölürken o zaman henüz müsrik olan Abbas b. Abdü'l-Muttalib tarafindan sehadet kelimesini söyl ediginin isitildigini naklederler. Su kadar var ki, Islâm âlimleri hadisçilerin görüsünü tercih etmekle beraber yine de meseleyi Allah'in Ilmine havale etmislerdir.

Ebû Tâlib'in ölümünden üç gün sonra da Hz. Hatice, ruhunu teslim etmisti. Hz. Hatice annemiz, sevgili Peygamberimizin vefakâr hayat arkadasi idi. O, dünyada Peygamberimize Ilk iman eden kisi olmak bahtiyarligina kavusmus, en sIkintili zamanlarinda Rasûlüllah'i teselli etmis, desteklemisti. Peygamberimiz aci, tatli basina gelen bütün islerde onu hemen yani basinda bulmustu. Peygamberimiz, bu örnek Islâm kadinini kendi elleriyle kabrine indirdi.

Peygamberimiz, Hz. Hatice'yi takdirle ve rahmetle anardi. Onun hatirasina, çok hürmet ederdi. Hz. Ali'nin naklettigine göre Peygamberimiz, Hz. Hatice hakkinda söyle buyurmustur:

"Bu ümmetin kadinlarinin en hayirlisi Hatice'dir" (Müslim, Sahih, VII, 336).

Onuncu yilda pespese gelen bu Iki ölüm olayi Peygamberimizi ve müslümanlari çok üzdügü için bu yil Islâm tarihçilerince "hüzün yili, gam ve keder yili" olarak ifade olunmustur. Ebû talib, Kureys'in iskencesine karsi Peygamberimizi koruyor; Hz. Hatice ise teselli ediyor, sevgili esine daima yardimci oluyordu. Bu Iki seçkin Insanin ölümünden sonra Kureys müsrikleri Rasûl-i Ekrem'i güç durumlarda birakmak için baski ve zulümlerini daha da arttirdilar.

Iki musibetin, böyle bir biri pesi sira gelisi nedeniyle Peygamberimiz (s.a.s): "Bu ümmet üzerinde, su günlerde toplanan Iki musibetten, ben, hangisine en çok yanacagimi bilemiyorum!" demekten kendilerini alamiyorlardi.

Peygamber Efendimiz (s.a.s) amcasi Ebû Talib'in vefatindan sonra günlerce evinden dIsari çikmamis ve hep evinde oturmustu. Pek az dIsari çiktigi olmustu.

Ebu Talib'in ölümünden sonra müsrikler için engel kalmamisti. Artik Peygamberimiz (s.a.s)'e çok rahat saldirabiliyorlardi .

Kizlarindan birisi, hemen kosup Peygamberimizin basindaki tozu topragi, aglaya aglaya yikarken, Peygamberimiz, "Kizim aglama! Aglama! muhakkak ki, Allah babani, koruyacak, savunacaktir. Kureys müsrikleri; Ebu Talib, ölmedikçe bana hoslanmadigim bir seyi yapmaga, pek muvaffak olamamislardi" buyurarak, Ebû Talib'in ölümüne üzüldügünü belirtmistir .

Mirac
MIRAC




Arapça'da merdiven, yukari çikmak, yükselmek anlamlarini dile getirir. Islam'da Hz. Peygamber (s.a.s)' in göge yükselerek Allah'in huzuruna kabul edilmesi olayi. Mirac olayi hicretten bir yil ya da onyedi ay önce Receb ayinin yirmi yedinci gecesi gerçeklesir. Olayin iki asamasi vardir. Birinci asamada Hz. Peygamber (s.a.s) Mescidül-Haram'dan Beytü'l-Makdis'e (Kudüs) götürülür. Kur'an'in andigi bu asama, gece yürüyüsü anlaminda isra adini alir. Ikinci asamayi ise Hz. Peygamber (s.a.s)'in Beytü'l-Makdis'ten Allah'a yükselisi olusturur. Mirac olarak anilan bu yükselme olayi Kur'an'da anilmaz, ama çok sayidaki hadis ayrintili biçimde anlatilir.

Hadislerde verilen bilgiye göre Hz. Peygamber (s.a.s), Kâbe'de Hatim'de ya da amcasinin kizi Ümmühani binti Ebi Talib'in evinde yatarken Cebrail gelip gögsünü yardi, kalbini Zemzem ile yikadiktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Burak adli binege bindirilerek Beytü'l-Makdis'e getirildi. Burada Hz. Ibrahim, Hz. Musa, Hz. Isa ve diger bazi peygamberler tarafindan karsilandi. Hz. Peygamber (s.a.s) imam olarak diger peygamberlere namaz kildirdi.

Hz. Peygamber (s.a.s), Beytü'l-Makdis'te kurulan bir Mirac'la ve yaninda Cebrail oldugu halde göge yükselmeye basladi. Gögün birinci katinda Hz. Adem, ikinci katinda Hz. Isa ve Yahya, üçüncü katinda Hz. Yusuf, dördüncü katinda Hz. Idris, besinci katinda Hz. Harun, altinci katinda Hz. Musa ve yedinci katinda Hz. Ibrahim ile görüstü. Cebrail ile birlikte yükselis Sidretü'l-Münteha'ya kadar sürdü. Cebrail, "Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarim" diyerek Sidretü'l Münteha'da kaldi. Hz. Peygamber (s.a.s) buradan itibaren Refref adli baska bir binekle yükselisini sürdürdü. Bu yükselis sirasinda Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve azabini müsahede etti. Sonunda Allah'in huzuruna kabul edildi. Kendisine ümmetinden Allah'a sirk kosmayanlarin Cennet'e girecegi müjdelendi, Bakara suresinin son ayetleri verildi ve bes vakit namaz fari kilindi. Yeniden Refref ile Sidretü'l-Münteha'ya, oradan Burak'la Kudüs'e, oradan da Mekke'ye döndürüldü.

Hz. Peygamber (s.a.s) ertesi günü Mirac olayini anlatti. Olayi duyan müsrikler yogun bir kampanya baslatarak Hz. Peygamber (s.a.s)'i suçlamaya, alaya almaya basladilar. Bu kampanya bazi müslümanlari da etkileyerek süpheye düsürdü. Olayin gerçek olup olmadigini arastirmak isteyenler Beytü'l-Makdis'e ve Mekke'ye gelmekte olan bir kervana iliskin sorular sorarak Hz. Peygamber (s.a.s)'i sinadilar. Hz. Peygamber (s.a.s)'in verdigi bilgilerin dogrulugu müslümanlari süpheden kurtardiysa da müsriklerin inatlarini kirmaya yetmedi. Mirac olayi inatlarini ve düsmanliklarini artirarak onlar için bir fitne nedeni oldu. Bu olay karsisindaki tutumu nedeniyle Hz. Ebu Bekr, Hz. Peygamber (s.a.s)'ce "Siddîk" lakabiyla onurlandirildi. Hz. Ebu Bekir olayi kendisine anlatarak hala inanmaya devam edip etmeyecegini soran müsriklere "O söylüyorsa süphesiz dogrudur" cevabini vermisti.

Ahad hadislere dayansa da Mirac olayinin gerçekliginde tüm müslümanlar birlesmislerdir. Ancak olayin gerçeklesme biçimi Islam bilginleri arasinda görüs ayriliklarina neden olmustur. Buna göre Ibn Abbas'in da içinde bulundugu bazi bilginlere göre Mirac olayi uykuda gerçeklesmistir. Bilginlerin büyük çogunluguna göre ise uyku durumunda ve rüyada degil, uyanik iken gerçeklesmistir. Fakat bu görüsü savunanlar da Mirac'in yalniz ruhla mi, yoksa hem ruh, hem de bedenle mi oldugu konusunda ikiye ayrilmislardir. Sonraki Kelamcilarin büyük çogunluguna göre mirac olayi uyanikken hem ruh, hem de bedenle gerçeklesmistir. Içlerinde Hz. Aise'nin de bulundugu bazi bilginlerle mutasavviflarin büyük çogunluguna göre ise uyanik durumda iken ama yalniz ruhla gerçeklesmistir.

Mirac olayinin gerçeklestigi gece müslümanlarca kadir gecesinden sonra en kutsal gece sayilmis ve bu gecenin ibadetle ihyasi geleneklesmistir. Osmanlilar döneminde, camiler kandillerle donatildigi için Mirac kandili olarak anilan geceyi izleyen gün, cami ve tekkelerde Mirac olayini anlatan ve Miraciye adi verilen siirlerin okunmasi, dinleyenlere süt ikram edilmesi de bir gelenekti.

MIRAC GECESINDE PEYGAMBERIMIZE VERILEN HEDIYELER

Mirac günü peygamber efendimiz (S.A.V) hediye olarak üç sey verilmisti: Bunlar; Bes Vakit Namaz, Bakara Suresinin Son Ayetleri, Ve Sirk Kosmamak sarti ile ''LA ILAHE ILLALLAH ''diyen her Müslümanin cennete girebilecegi müjdesi

Peygamberligi Ve Mekke DÖnemi
PEYGAMBERLIGI VE MEKKE DÖNEMI




Böylece kendisine verilecek ilâhî risâlet görevini üstlenebilecek bir seviye ve vasata geldigi bir sirada, kirk yasinda iken yine böyle bir uzlet aninda Hira magarasinda, Cenâb-i Hakk'in peygamberlere vahiy getirmekle görevli melegi Cebrâil (a.s), O'na ilk vahyi, Alak Sûresi'nin ilk bes âyetini getirdi. Artik Allah'in Rasûlü, insanlari hak din olan Islâm'a çagirmakla görevli idi. O, bu görevine ailesi halkindan ve hak davaya gönül verebilecek yakin arkadaslarindan, gerçegi kabul edebilecek kabiliyetde olan, fitrati bozulmamis, düsünme istidadi körelmemis kisilerden basladi. Ilk önce O'nu sevgili esi Hz. Hatice tasdik etti. Erkeklerden Hz. Ebûbekir, çocuklardan Hz. Afi, âzadli kölelerden Zeyd b. Hârise kendisine ilk iman eden kimselerdi. Ardindan Hz. Ebûbekir'in de araciligiyla Hz. Osman, Abdurraliman b. Avf, Zübeyr b. el-Avvâm, Talha b. Ubeydullah, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, Sa'id b. Zeyd, Abdullah b. Mes'ûd gibi sahsiyetler müslüman oldular. Hz. Peygamber ilk üç yil davetini gizli sürdürdü. Yalniz bu gizlilik, Islâm'in esaslari ve prensipleri açisindan degildi. Islâm, sir perdeleri arkasinda, gizli sakli, esrarengiz ve gizemli, anlasilmaz bir takim düsünceler ve doktrinler ihtiva eden bir din degildi. Onun esaslari gayet açik, net, anlasilir, sâde, ari duru olup akil ve mantiga da uygun idi. Ayni sekilde bu gizlilik, Islâm'in sadece belli bir zümreye has bir grup dini olusundan da degildi. Aksine Islâmiyet cihansümûl bir din olup bütün bir beseriyetin hidayet ve saâdetini hedeflemisti. Ancak Hz. Peygamber'in ilk üç yil davetini gizli sürdürmesi, çevredeki insanlarin Islâm'a karsi takindiklari düsmanca tavirdan, inanç ve ibadet hürriyeti tanimayacak kadar insafsiz ve bagnaz oluslarindan kaynaklaniyordu. Müslüman olanlarin mallarina ve canlarina bir zarar gelmemesi, filizlenmekte olan Islâm davâsina acimasiz bir balta vurulmamasi açisindan gizli davete gerek duyulmustu. Bu safhada Hz. Peygamber faâliyetini genellikle davet merkezi edindigi Dâru'l-Erkam'dan yürütmüstür. Burasi ilk iman edenlerden el-Erkam b. Ebi'l-Erkam'in* Kâbe karsisinda Safâ tepesi yamaçlarindaki evi idi. Ilk müslümanlardan bir çogu Islâm'i burada kabul etmisler, Hz. Peygamber'in egitimine burada mazhar olarak Islâm'in essiz esaslarini ruhlarina ve hayatlarina burada naksetmislerdi. Hz. Peygamber burada Islâm davâsina gönül baglayarak mallarini ve canlarini bu hak davâ ugrunda fedâdan çekinmeyen sâdik, vefâli ve ihlâsli bir kadroyu olusturmakla mesgûldü. O, biliyordu ki böyle bir kadro olmaksizin Islâm davâsinin ortaya çikip yayilmasi mümkün degildir. Bu bakimdan Hz. Peygamber'in bu devredeki icraati ashabini birbirine kenetlendirmis ve aralarinda mükemmel bir baglilik olusturmustu.

Iste Hz. Peygamber Islâm davâsi etrafinda böyle bir kadro olusturduktan sonra peygamberligin dördüncü yilindan itibâren Islâm'i açik açik teblig etmeye basladi. Kureys müsriklerinin Islâm'i engellemek için basvurduklari çok çesitli çareler, Hz. Peygamber'e ve Islâma samimiyetle bagli kadro elemanlarina engel olamiyordu. Bu arada Mekke müsrikleri özellikle korunmasiz müslümanlara insaf ve vicdana sigmayan eziyet ve iskencelerde bulundular. Bu iskenceler karsisinda Hz. Peygamber, isteyen müslümanlarin Habesistan'a gidebileceklerini belirtip hicret izni verince, nübüvvetin bes ve altinci yillarinda müslümanlardan birer grup I. ve II. Habes hicretlerini gerçeklestirdiler. Mekkeli müslümanlarin böylece Mekke hâricine Islâm'i tasimalari, müsriklerin hinç ve kinini artirmisti. Ama Cenâb-i Hakk'in yardim ve inâyeti sebebiyledir ki Islâm'a gösterilen bu düsmanliklar bile hak dinin yayilmasina yardimci oluyordu. Meselâ azili müsriklerden Ebû Cehil'in bizzat Hz. Peygamber'e yaptigi sözlü ve fiili bir satasma, Kureys arasinda sahsiyeti ve kuvvetiyle büyük bir itibâra sahip olan Hz. Hamza'nin müslüman olmasini sagladi. Ardindan Mekke idare meclisi Dâru'n-Nedve'de alinan Hz. Peygamber'i öldürme kararini uygulamak için harekete geçen güçlü sahsiyet Ömer b. el-Hattâb, Hz. Peygamber'i öldürmek üzere O'nu ararken aslinda ayaklari onu hidâyete sevkediyor ve Ömer'in gücü Islâm saflarina yeni bir heyecan ve sevk katiyordu. Arka arkaya Hz. Hamza'nin ve Hz. Ömer'in müslüman olmalari, Kureys müsriklerinin gözünü bir süre yildirmis, artik müstümanlara dokunamaz olmuslardi. Iste bunu izleyen günlerde Habes muhâcirlerinden bir kismi Mekke'ye geri döndü. Ancak bu sirada müsrikler yeniden siddete baslayip, cehâlet ve bagnazlikla baglandiklari ata dinlerini, zulme dayali oldugu için Islâm'in ortadan kaldiracagi sahsî çikar ve menfaatlerini, bâtil tahakküm ve zorbaliklarini kurtarabilmek için akil almaz çarelere basvurmuslardi. Bu türden olmak üzere hem müslümanlar, hem de müslümanlari koruyan Hâsimogullari, peygamberligin yedinci senesi ile onuncu senesi arasinda tam üç yil devam eden bir boykot ve muhâsaraya marûz kaldilar. Mekkeliler ne müslümanlarla, ne de onlari koruyan Hâsimogullari ile hiç bir münâsebette bulunmayacaklarina, her türlü iliskiyi keseceklerine, onlarla hiç bir sekilde alis-veriste bulunmayacaklarina, oturup kalkmayacaklarina, kiz alip vermeyeceklerine dair bir karar almis, bu karan yazdiklan sahifeyi Kâbe'nin iç duvarina asarak dinî bir hüviyet de vermislerdi. Bu karara muhâlefet eden, hem vatana, hem de dine ihânet etmis sayilacak ve en agir sekilde cezalandirilacakti. Mekkeliler tarafindan üç yil süreyle ve titizlikle uygulanan bu karar, elbette müslümanlara sikintili, güç günler yasatmistir. Peygamberligin onuncu yilinda bu karar iptal edilip boykot ve muhâsara kaldirildigi vakit müslümanlar pek ziyade sevinme imkâni bulamadilar. Çünkü çok geçmeden Hz. Peygamber iki büyük yakinini, amcasi Ebû Tâlib'i ve esi Hz. Hatice'yi üç gün arayla ardi ardina kaybetti. Rasulullâh'in üiüntüsüne müslümanlar da katildilar ve bu seneye Hüzün yili* adini verdiler. Özellikle Ebû Talib'in vefati, Hz. Peygamber'in Mekke'de Islâm'i teblig etmesini bir hayli güçlestirdi. Çünkü Ebû Tâlib'in sagliginda Mekkeliler Ona hürmet duyduklari için himayesine aldigi yegenine dokunmuyorlardi. Simdi bu himaye ortadan kalktigi için Hz. Peygamber her yerde satasma ve engellemelerle karsilasiyordu. Böyle bir ortamda Islâm'i teblig etmek âdeta imkânsiz hâle geldiginden Hz. Peygamber, Islâm'i kabullenecek yeni bir kitle aramaya basladi. Bu sebeple de azadli kölesi Zeyd b. Hârise ile birlikte bir gün gizlice Tâif'e gitti. Ancak dolayli akrabalarindan olan reislerinden gördügü alayli ve acimasiz muâmele Hz. Muhammed'in derhal Mekke'ye geri dönmesini gerekli kildi. Hz. Peygamber sehirden gizlice çikmisti. Sayet bu durum Mekkelilerce ögrenilmisse onun gidisi ülke disina kaçma olarak degerlendirilebilir ve kendisi siyâsi suçlu sayilabilirdi. Bu düsüncelerle Hz. Peygamber sehre ancak bir emân ve himâye altinda girmek gerektigine kanâat getirerek müsriklerin ileri gelenlerinden Mut'im b. Adî'nin himâyesini sagladi ve onun korumasi altinda sehre girdi.

Yillar boyu Mekkelilerin Islâm'a karsi gösterdigi kin; düsmanlik ve engellemeler, üç yil süreyle devam eden ve insafsizca uygulanan toplumdan dislanma ve muhâsara olayi, ardindan Ebû Tâlib'in ve Hz. Hatice'nin vefatlari dolayisiyla Hz. Peygamber'in himayesiz kalmasi ve Mekkelilerin satasmalarina mâruz kalmasi, bunu tâkiben de Tâif halkinin horlayici tavn, her ne kadar Allah Rasûlünün ümit ve azmini kiramamis, davet sevk ve istiyakini azaltamamis ise de, süphesiz bir beser olarak O'nu üzmüs ve rencide etmisti. Iste böyle bir durumda Hz. Peygamber'i sevindirecek ve Kur'an'dan sonra en büyük mûcizelerinden biri olan bir mucize meydana geldi. Cenâb-i Hak, Rasûlünü teselli etmek, bunca gördügü düsmanliklara ragmen gösterdigi sabir ve sebat dolayisiyla O'nu taltif edip lütuf ve ikramda bulunmak üzere katina çagirdi ve Hz. Peygamber'in Isrâ ve Mirâc mûcizesi gerçeklesti. Bir gece vakti Hz. Peygamber, bir an ifade edilebilecek çok kisa bir zaman dilimi içinde önce Mekke'den Kudüs'e gitti. Oradan da göklere yükselerek Rabbinin huzuruna çikti; dünya ötesi âlemi, Cennet ve Cehennem'i müsahede etti. Böylece rûhen takviye görmüs, Rabbi tarafindan mükâfaatlandirilmis olarak tekrar ayni anda Mekke'ye döndü.

Bu olaydan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) Islâmî tebligine yine devam ediyordu. Fakat Islâm'in kitlesi olacak zümreyi arayisi genellikle Mekke'ye dis kabilelerden hac, umre veya ticaret gibi maksatlarla gelen yabancilar arasinda oluyordu. Önceleri bu tesebbüsü bazen olayli, bazen sert, nâzik, veya mütereddit, ama hep menfi bir tavirla karsilaniyordu. Ancak nübüvvetin onbirinci senesinde Medine'nin Hazrec kabilesinden alti kisi Akabe adi verilen yerde Hz. Peygamber'le karsilasip kisa bir görüsmeden sonra O'na iman ettiler. Bu alti Medineli, sehirlerine dönüste Hazrec ve Evs kabileleri arasinda Islâm'i yaydilar. Ertesi senenin hac mevsiminde ikisi Evsli, onu Hazrecli oniki kisilik bir heyet yine Akabe'de Hz. Peygamber'le bulusup O'na bey'at ettiler. I. Akabe bey'ati olarak tarihlere geçen bu görüsmenin akabinde Hz. Peygamber, Islâm kadrosunun ilk elemanlarindan Mus'ab b. Umeyr'i davetçi olarak Medine'ye gönderiyordu. Mus'ab'in Medine'de bir yil süreyle yaptigi faâliyet öylesine verimli olmustu ki Islâm'in bahsedilmedigi ve girmedigi bir ev hemen hemen kalmamisti ve Medineliler, Allah Rasûlünü sehirlerine buyur edip O'nu koruma konusunda her tehlikeyi göze alacak bir kivâma erismislerdi. Peygamberligin onüçüncü yilinda Medine'den gelen daha kalabalik bir heyet Akabe'de Hz. Peygamber'le bir gece vakti gizlice bulusup II. Akabe Bey'ati'ni gerçeklestiriyor ve sehirlerine göç ettigi takdirde Hz. Peygaber'i ve Mekkeli müslümanlari mallari ve canlarini koruduklari gibi koruyacaklarina and içiyorlardi. Iste bu and ve karsilikli söz vermelere Islâm tarihinde "Akabe bey'atlari * " adi verilmistir.

HICRET VE ISLÂM DEVLETI:

Mekkeliler bu görüsmeleri haber aldiklari zaman baslatilan yeni baskilar, müslümanlara hicret kapilarini açti. Hz. Peygamber'in izni ile Ashâb-i kirâm gruplar halinde ve çogunlukla gizlice sehri terkedip Medine yolunu tuttular. Artik sehirde Hz. Peygamber ve ailesi, Hz. Ali, Hz. Ebûbekir ve ailesi ile hicrete imkân bulamamis olanlarla yakinlari veya akrabalari tarafindan hicretleri engellenmis kimseler kalmisti. Müslümanlarin Medine'de toplanarak zinde bir güç olusturmalari, Mekkelileri ürküten ve korkutan bir husus olmustu. Bu günlerde sik sik olaganüstü toplantilar yapan müsrikler, gizli bir celsede, karsilasilan bu zor problemi çözme yollarini aradilar. Yegâne kurtulus yolu olarak Hz. Muhammed'in öldürülmesi görüldü. Kararlastirilan komplonun icrâsi için hazirliklar yapilirken Cebrâil (a.s) vâsitasiyla durumdan haberdâr olan Hz. Peygamber de hicret için hazirliga koyuldu ve hicrette kendisine yol arkadasligi yapacak Hz. Ebûbekir'le önceden hazirladigi plân geregince geceleyin Mekke'yi terketti. Uzun ve zaman zaman tehlikeli geçen yorucu bir yolculuktan sonra 8 Rebiulevvel pazartesi günü Medine'nin banliyösü Kubâ köyüne geldigi zaman Ensâr ve Muhâcirûn'un O'nu karsilamasi son derece heyecanli ve içten olmustu. Hz. Peygamber bu köy halkinin ricasi üzerine burada bes gün istirahat etti ve bu kisa istirahati sirasinda bilfiil kendisi de çalisarak bir mescid insâ ettirdi. Kubâ'ya gelisinin besinci günü sabahleyin buradan ayrilarak Medine sehrine yöneldi. Günlerden cuma idi. Ögle vakti Rânunâ adli mevkiye gelindigi vakit Hz. Peygamber burada durdu; ilk cuma hutbesini îrad etti ve ardindan ilk cuma namazini kildirdi. Sonra yoluna devam etti. Sehirde bir bayram havasi vardi. Büyük küçük herkes yollara dökülmüs, coskun bir tezâhürât, sevgi ve saygiyla Hz. peygamber'i karsiliyor, sehirlerine ve evlerine buyur ediyordu. Hz. Peygamber hiç kimsenin davetini reddetmis olmamak ve hiç kimseyi kirmamak için uygun bir çare buldu ve üzerinde hicret ettigi devesi Kasvâ kendi hâline birakildi; devenin çöktügü yere en yakin evde Hz. Peygamber misafir olacakti. Deve, sehrin orta tarafinda iki yetim çocuga ait bos bir arsada çöktü ve Hz. Peygamber kendisine ait hâne-i saâdetleri insâ edilinceye kadar buraya evi en yakin olan Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el-Ensârî Hazretlerinin evinde misafir kaldi.

Böylece Hz. Peygamber'in hayatinda ve davet faâliyetinde yeni bir dönem, Medine dönemi baslamis oluyordu. Medine'de Hz. Peygamber, Islâm'a kucak açmis büyük bir kitleye kavusmustu; Islâm'in bagimsizligi ve hâkimiyetini ilân edecegi bir vatana da sahipti. Artik yapilacak sey, bu vatan sathinda Islâm cemâatini teskilatlandirmak, insanlarin birbirleri ile olan münâsebetlerini hak ölçüleri içerisinde düzenlemek ve hakkin hâkimiyetini saglayarak etrafa yaymakti. Bunun için de bir devlete ihtiyaç vardi. Peygamber Efendimiz bu ihtiyaci gayet iyi bildiginden, artik Medine'ye hicretin ilk günlerinden itibâren O'nun davet merhaleleri arasinda "devletlesme diye adlandirdigimiz safhayi gerçeklestirmek üzere çaba sarfetti. Kurulus günlerini yasayan Islâm devleti'nin idâre merkesi, htikümet binasi, harp karargâhi vs. gibi çok önemli hizmetler verecek olan Mescid'i insâ etti. Mescide bitisik olarak bina edilen suffa, Islâm cemâatinin bütün Islâmî meselelerde egitildigi ve gerekli bilgilerin ögretildigi önemli bir egitim-ögretim müessesesi oldu. Bu siralarda okunmaya baslanan ezan, sadece namaz vaktinin geldigini bildiren bir ilân degil, ayni zamanda Islâm hâkimiyetini âleme haykiran bir sembol ve siâr idi. Komsu devletlerle münâsebetlerin tanzimi için henüz hicri birinci senede ilk sinir tespiti gerçeklestirilmis ve bu sinirlar içerisindeki müslümanlarin gücünü belirleme açisindan Hz. Peygamber'in emri üzerine nüfus sayimi yapilmisti. Ensâr'dan bir kisi ile muhâcirûn'dan bir kisinin bir araya getirilerek Islâm toplulugunun ikiser ikiser kardeslestirilmesi ameliyesi demek olan muâhât *, baska bir çok faydalari yanisira Islâm devleti'nin asil unsurunu olusturan müslümanlar arasinda tam bir kaynasma ve dayanisma sagliyordu. Yine ayni senede hazirlanan anayasa, müslümanlari oldugu kadar Medine'de bulunan müsrikleri ve Yahudileri de kapsamina alarak Hz. Peygamber'in devlet baskanligini bu gayri müslim azinliklara da kabul ettiriyor ve ayni ülkede yasayan vatandaslar olarak bu insanlar Islâm'in hakimiyet ve korumasi altina alinarak devlet açisindan güvenligin saglanmasi hedefleniyordu.

Habesistan Hicreti
HABESISTAN HICRETI



Müslümanlarin Mekke müsriklerinin zulmünden kurtularak Islâm'in öngördügü biçimde özgürce yasayabilmek amaciyla Habesistan'a yaptiklari göç. Müslümanlar, ilki Hz. Muhammed'in peygamberlikle görevlendirilisinin besinci yilinda (614), ikincisi de altinca yilin (615) baslarinda olmak üzere iki defa hicret ettiler. Bu hicretler birinci Habesistan hicreti ve ikinci Habesistan hicreti olarak adlandirilir.

Kur'an'da hicret, cihaddan sonra en önemli eylem olarak degerlendirilir. Bunun nedeni açiktir. Bir mümin için en önemli sey imani ve imaninin gereklerini yerine getirerek Allah'in rizasini kazanmaktir. Gerçek bir mümin kendi ülkesinde, yasadigi çevrede bu amacina ulasamiyorsa, yurdunun, isinin-gücünün, malinin mülkünün, akraba ve dostlarinin hiçbir anlam ve önemi kalmaz. Bunlarla imani arasinda seçim yapmak zorunda kalan insan, imani seçiyorsa, ancak o zaman gerçek bir mümindir. Bu nedenle Mekke'de, müminler müsriklerin baski ve iskenceleri yüzünden böyle bir seçim yapma noktasina dogru gelince, Kur'an onlari, hicretin anlam ve önemini bildiren ayetlerle muhtemel bir hicrete hazirlamaya basladi. Bu konudaki bir ayette, "De ki: Ey iman eden kullarim, Rabbinizden korkun. Bu dünya hayatinda güzel davrananlara güzellik var. Allah'in arzi genistir. Ancak, sabredenlere mükafatlari hesapsiz ödenecektir" (ez-Zümer, 39/1I) buyrularak bir hicretin gerekebilecegi ima edilir. "Kendilerine zulmedildikten sonra Allah ugrunda hicret edenleri dünyada güzelce yerlestirecegiz; ahiret mükafati ise daha büyüktür" (en-Nahl,16/41), ayeti ise müminleri hicrete açikça tesvik eder.

Kur'an, bir yandan müminleri hicrete hazirlarken, diger yandan da hristiyanlik ve Hz. Isa hakkinda gerekli bilgilerle donatiyordu. Habesistan hicretinin hemen öncesinde gelen Meryem suresi, müminleri bu konuda yeterince bilgilendirdi. Ayrica, müminlere hristiyanlarla nasil mücadele etmeleri gerektigi ögretildi: "Içlerinden zulmedenleri hariç, kitap ehliyle ancak en güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki; "Bize indirilene de, size indirilene de inandik. Ilâhimiz ve ilâhiniz birdir, biz de O'na teslim olanlariz" (el-Ankebût, 29/46). Bu hazirlama ve bilgilendirmeden sonra, müminlerin hicreti bilfiil gerçeklestirmeleri yönünde açik isaretler tasiyan su ayetler geldi: " Ey inanan kullarim, benim arzim genistir, bana kulluk edin. Her can ölümü tadacaktir. Sonra bize döndürüleceksiniz. Inanip iyi isler yapanlari cennette, altlarindan irmaklar akan yüksek odalara yerlestiririz; orada ebedî olarak kalirlar. Çalisanlarin ücreti ne güzeldir. Onlar ki sabredenler ve Rabblerine tevekkül ederler. Nice canli var ki rizkini tasiyamaz; onlari da, sizi de Allah besler. O isitendir, bilendir" (el-Ankebût, 29/56-6I). Ankebût suresi, çogu müfessire göre Habesistan hicretinden çok sonra, Medine'ye hicretten hemen önce inmistir. Ancak merhum Mevdûdî, yaptigi tahkikle surenin Habesistan hicretinden önce indigi sonucuna varir. Ona göre önceki müfessirleri surenin hicretle ilgili ayetleri yaniltmis, yanlis degerlendirmelerine neden olmustur. Daha önce merhum Derveze de ayni sonuca ulasmis olmali ki, Türkçe'ye "Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayati" adiyla çevrilen eserinde andigimiz ayetlerin Habesistan hicretinin gerçeklestirilmesine isaret eden bir anlam tasidiklarini belirtir (II, 233).

Andigimiz son ayetler indigi sirada artik hicret zamani gelmisti. Çünkü müsriklerin zulümleri, baski ve iskenceleri dayanilmaz bir hadde ulasmisti. Hz. Peygamber, müminlerin Habesistan'a hicret etmelerini buyurdu. Rivayetler, hicret yurdu olarak Habesistan'in seçilmesinin nedenini, Necâsî'nin zulme riza göstermeyen, adil bir insan olmasina baglar. Buna ilâve olarak siki ticaret iliskileri nedeniyle taninmasinin, halkinin ilâhî kaynakli bir inanca (Hristiyanlik) sahip olmasinin ve son olarak Islâm'in orada yayilma imkâninin bulunmasinin da seçimi etkiledigi söylenebilir.

Hz. Peygamber'in tavsiyesi üzerine bir grup mümin Mekke'den ayrilarak Habesistan'a göçtü. Nübüvvetin besinci yilinin (614) Receb ayinda gerçeklesen ilk bu hicrete en çok kabul gören rivayete göre onbiri erkek, dördü kadin olmak üzere toplam onbes kisi katildi. Bunlar arasinda Hz. Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz'un, Mus'ab b. Umeyr, Ebû Seleme b. Abdu'l-Esed gibi önde gelen sahabîler de bulunuyordu. Bu ilk muhâcirler Habesistan'da son derece iyi karsilandilar. Kendi ifadeleriyle, dinlerini yasama konusunda tam bir özgürlük ve güven içindeydiler. Allah'a istedikleri gibi ibadet ediyorlar ve kimse tarafindan rahatsiz edilmiyorlardi. Ne eziyet görüyor, ne de kötü laflar isitiyorlardi. Fakat iki ay sonra, müsriklerin müslüman olduklari yolunda yanlis bir haber nedeniyle Habesistan'dan ayrilarak Mekke'ye döndüler. Mekke yakinlarina gelince gerçegi ögrendilerse de is isten geçmisti. Çaresiz, herbiri bir kabîle reisinden emân alarak Mekke'ye girdiler.

Habesistan'dan dönen müminlerin büyük çogunlugu kendi aileleri tarafindan yeniden baski altina alindi. Müsriklerin zulümleri de her geçen gün biraz daha siddetlendi. Öte yandan ilk hicret, Habesistan'in müminler için güvenli bir yer oldugunu göstermisti. Bu nedenle Hz. Peygamber müminlere ikinci kez hicret izini verdi. Nübüvvetin altinci yili (615) baslarinda, Ca'fer b. Ebî Tâlib'in önderliginde gerçeklestirilen bu ikinci hicrete 18 ya da 19'u kadin olmak üzere toplam 1I1 ya da 1I3 müslüman katildi. Ilk muhâcirlerin hemen tümü, ikinci hicrette de yeraldi. Ikinci hicret, Mekke'de tam bir matem havasi estirdi. Çünkü Mekke'de en az bir ferdi hicrete katilmayan aile yok gibiydi. Bir ailenin oglu gitmisse digerinin damadi; birinin kardesi gitmisse, digerinin babasi ya da amcasi gitmisti.

Ikinci Habesistan hicreti müsrik liderleri büyük bir telasa düsürdü. Böylesine büyük bir kitle hâlinde gelen müslümanlar, son derece müsâit bir ülke olan Habesistan'in Islamlasmasina neden olabilir, ya da en azindan Hz. Peygamber'e güçlü bir müttefik kazandirabilirlerdi. Böyle muhtemel bir tehlikenin önüne geçmek için Kureys'in iki ünlü diplomati Amr b. El-Âs ile Abdullah b. Ebî Rabîa'yi Habesistan Necâsî'sine elçi olarak göndermeyi kararlastirdilar. Planlarina göre elçiler önce Necâsi'nin yakin çevresindekileri hediyeleriyle yanlarina çekecekler, daha sonra onlarin da yardimlariyla. Necâsî'nin müslümanlari Mekke'ye iade etmesini saglayacaklardi. Fakat sonuç hiç de umduklari gibi olmadi. Gerçi elçiler yakin çevresinin destegini sagladilar ama, gerçekten adil bir insan olan Necâsi'yi bütün diplomatik oyunlarina ragmen zulümlerine ortak edemediler.

Elçiler Necâsî ile görüserek muhacir müslümanlarin birtakim beyinsiz gençler olduklarini, kendi dinlerini terkettiklerini fakat hristiyan da olmayarak yeni bir din icad ettiklerini, onlari gözetmek amaciyla akrabalarinin iade edilmelerini istediklerini söylediler. Necâsî, kendileriyle görüsmeden bir karar veremeyecegini belirterek müslümanlari yanina çagirtti; elçilerin taleplerini aktararak ne diyeceklerini sordu. Ca'fer b. Ebî Tâlib böyle bir talebe haklari olmadigini göstermek amaciyla elçilerden; kendilerinin köleleri, borçlulari ya da kisas etmek istedikleri katiller olup olmadiklarinin sorulmasini istedi. Amr'in sorulara olumsuz cevap vermesi üzerine, ne hakla iade talebinde bulunuldugunu ögrenmek istedi. Amr'in daha önceki sözlerini tekrarlamasi ve Necâsî'nin Islâm hakkinda bilgi istemesi üzerine Hz. Ca'fer ünlü konusmasini yapti.

Ca'fer b. Ebî Tâlib, Islâm öncesi durumlari ile Hz. Peygamber ve Islâm hakkinda kisaca bilgi verdigi bu konusmasinda sunlari söyledi: "Ey Hükümdar, biz, cahil bir kavim idik. Putlara tapardik. Ölü eti yerdik. Her kötülügü islerdik. Akrabamizla ilgilenmez, ilgimizi keserdik. Komsularimiza iyi davranmaz, kötülük yapardik. Içimizden güçlü olanlar zayif olanlari yer, ezerdi. Yüce Allah bize kendimizden, soyunu sopunu, dogru sözlülügünü, eminligini, iffet ve nezâhetini bildigimiz bir peygamber gönderinceye kadar biz hep bu durum ve tutumda idik. O peygamber, bizim ve babalarimizin Allah'tan baska tapina geldigimiz tastan vesâireden yapilmis putlari birakarak Allah'in birligine inanmaya ve yalniz O'na ibadet etmeye bizi davet etti. Dogru söylemeyi, emaneti sahibine vermeyi, akraba ile ilgilenmeyi, komsularimizla iyi geçinmeyi, haramlardan, kan dökmekten vazgeçmeyi bize emretti. Bizi her türlü çirkin, yüz kizartici söz ve islerden, yalan söylemekten, yetim mali yemekten, iffetli kadinlara dil uzatmak ve iftira etmekten men ve nehyetti. Kendisine hiçbir seyi es, ortak kosmaksizin yalniz Allah'a ibadet etmemizi bize emretti. Ve yine bize namazi, zekâti, orucu de emretti. Biz ona inandik ve kendisini tasdik edip dogruladik. Onun Allah tarafindan getirdiklerine göre kendisine tabi olduk. Hiçbir seyi es, ortak kosmaksizin yalniz Allah'a ibadet ettik. Onun bize haram kildigi seyi haram, helâl kildigi seyi helâl bildik. Fakat kavmimiz üzerimize yürüyüp bizi yüce Allah'a ibadetten vazgeçirerek putlara taptirmak, dinimizden döndürmek, öteden beri serbestçe isleyegeldigimiz kötülükleri tekrar isletmek için türlü iskencelere ugrattilar. Onlar bize galebe çalip zulüm ve tazyikleri altinda ezmeye basladiklari, dinimizle aramiza girdikleri zaman, senin ülkene çikmak, siginmak zorunda kaldik. Seni baskalarina tercih ettik. Senin himayene can attik. Ey Hükümdar, bir, senin yaninda hiçbir zulme ve haksizliga ugramayacagimizi umuyoruz" (M. Asim Köksal, Islâm Tarih,i, Mekke Dönemi, IV. 191-192; bk. Ibn Hisâm, es-Sire, I, 356-362; Taberî Tarih, II, 225).

Konusmayi dikkatle dinleyen Necâsî, yanlarinda Kur'an'dan bir bölüm bulunup bulunmadigim sordu. Bunun üzerine Ca'fer, hicretlerinden hemen önce nazil olan Meryem Suresinin ilk otuzbes ayetini okudu. Rivayetlere göre, ayetleri gözyaslari içinde dinleyen Necâsî, bunlarin Hz. Musa ve Isa'nin getirdikleriyle ayni kaynaktan geldigini tasdik ederek, elçilere müminleri teslim etmeyecegini bildirdi. Amr'in, müslümanlarin Hz. Isa hakkinda çok kötü sözler kullandiklarini söyleyerek Necâsî'nin kararini degistirme çabasi da Ca'fer'in, "O, Allah'in kulu, resulu, ruhu ve O'nun, dünyadan ve erden geçerek Allah'a baglanmis bir bakire olan Meryem'e ilka ettigi kelimesidir" seklindeki cevabiyla yalnizca Necâsî'nin bu konudaki gerçegi kavramasina yaradi.

Habesistan muhacirleri uzun yillar hayatlarini burada huzur ve güven içinde sürdürdüler. Bu süre içinde basta Necâsî olmak üzere birçok kisinin müslüman olmasina vesile oldular. Bunlarin bir bölümü, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden önce Mekke'ye geri döndü. Basta Ca'fer b. Ebî Tâlib olmak üzere büyük bölümü ise Hicret'ten sonra, Hayber'in fethi (H. 7/628) sirasinda Medine'ye gelerek müslümanlara katildi.

HABES ÜLKESINE ILK HICRETIN TARIHI VE ORAYA ILK HICRET EDENLER:

Nübüvvet'in besinci yilinda, Receb ayinda

1) Hz. Osman b. Affan, b. Ebil'As, b. Ümeyye

2) Hz. Osman'in zevcesi Hz. Rukayya bint-i Resulüllah

3) Ebu– Huzeyfe b. Utbe, b. Rebia, b. Abd. Sems

4) Ebu– Huzeyfe'nin zevcesi Sehle bint-i Suheyl, b. Amr

5) Zubeyr b. Avvam, b. Huveylid, b. Esed

6) Mus'ab b. Umeyr, b. Hasim, b. Abd. Menaf, b. Abduddar

7) Abdurrahman b. Avf b. Abd. Avf, b. Abd, b. Haris, b. Zühre

8) Ebu– Seleme b. Abdul'esed, b.. Hilal, b. Abdullah, b. ömer, b.Mahzum

9) Ebu Seleme'nin zevcesi ümmü Seleme bint-i Ebi Ümeyye, b. Mugire, b. Abdullah, b. ömer, b. Mahzum

10) Osman b. Mazun, b. Habib, b. Vehb, b. Huzafe, b. Cumah

11)Amir b. Rebia'el'Anzi

12)Amir b. Rebia'nin zevcesi Leyla bint-i Ebi Hasme

13) Eb– Sebre b. Ebu Rühm, b. Abdul'uzza'l'Amiri

14) Ebu Sabre'nin zevcesi: ümmü Külsum bint-i Suheyl b. Amr

I5) Hatip b. Amr, b. Abd sems

16) Süheyl b . Beyza

17) Abdullah b. Mes'ud

Dinlerinden döndürülmekten korkup dini bir vazife olarak , Kimi, yalniz basina, kimi, zevcesiyle,birlikte, Habes ülkesine hicret etmek üzere kimi, binitli, kimisi de, yaya olarak.Mekke'den, gizlice yola çiktilar. Bu, Islam'da, ilk hicret idi.

GARANIK HADISESl VE IÇ YÜZÜ

Resulullah Aleyhisselam bir gün Mekkede Kabe de Necm suresini okumaga baslayip surenin ,son ve Secde ayeti olan 62. Ayetini okuduktan sonra, orada ,Secde etmis,orada bulunan yanindaki arkasindaki herkes,Müslümanlar, Peygamberimize uyarak secde etmis, cemeatten, secde etmeyen kimse kalmamistir.Müsrikler, putlarinin adini isittikleri için,putlarina, tazim maksadiyla secde etmislerdi.Bu habesistandaki müslümanlara yanlis aksettirildi. Mekkeli Müsriklerin Müslüman olduklari zannedilerek bazi müslümanlar Habesistandan Mekkeye geri Dönmüslerdi.

GarÂnÎk Olayi
GARÂNÎK OLAYI


Hz. Peygamber'in' Mekke döneminde Habesistan'a hicret eden müslümanlarin Mekke'ye tekrar dönmelerine sebep olarak gösterilen, ama gerçekte Islâm düsmanlarinin uydurduklari asilsiz bir rivâyet.

Islâm düsmanlarinin sinsi birtakim faaliyetlerle müslümanlarin akîdelerini bozmak, inançlarini sarsmak, Islâm esaslari üzerinde birtakim süphe ve tereddütler meydana getirmek niyetiyle uydurduklari rivâyetlerden birisi olan Garânîk kissasi, Ilk dönem Islâm alimlerinden birçogunun izledigi "kendilerine ulasan tüm rivâyetleri tenkid süzgecinden geçirmeksizin oldugu gibi aktarma ve meselenin tenkidini ilinî yeterlilige sahip okuyucuya birakma metodu sebebiyle, aslinda uydurma olmasina ragmen bazi Islâm tarihi ve tefsir kaynaklarinda yeralir. Sözde Garânîk olayi ile ilgili çesitli kaynaklarin anlatim tarzlari ve yazarlarin yorumlarinda bazi farkliliklar olmakla birlikte ana hatlariyla,bu uydurma olay söyle olmus: ...Mekke'de müslümanlarin eziyet ve iskencelere ugradiklari, bu sebeple bir kisim müslümanin Habesistan'a göç ettigi bir dönemde Hz. Peygamber, Mekke müsrikleri ile uzlasmanin yollarini ariyor, devamli anlasma çareleri düsünüyormus. Zihni bu düsünce ile hep mesgul iken bir gün Kâbe yaninda Necm suresini okuyormus. "Gördünüz mü o Lât ve Uzza yi ve üçüncü(leri olan) öteki (put) Menât'i?" seklindeki 19 ve 20. ayetlerini okuduktan hemen sonra Seytan, Hz. Peygamber'e musallat olmus ve seytanin etkisiyle Hz. Peygamber, farkinda olmaksizin "Bunlar yüce kugu kuslari (veya turnalar)dir ve sefâatleri umulur" cümlelerini vahyin devami gibi söyleyip Necm suresini okumaya devam etmis. Surenin sonuna gelince secde ayeti oldugu için Hz. Peygamber ve orada bulunan müslümanlar secdeye kapanmislar. Müsrikler de Hz. Peygamber'in okudugu bu cümleler sebebiyle son derece sevinerek; "Artik Muhammed ilâhlarimizin sefâatini kabul ettigine göre aramizda önemli bir ayrilik kalmadi" deyip hepsi secdeye kapanmislar. Son derece yasli bir veya birkaç müsrik, yere egilip secde etmek zor geldigi için yerden bir avuç toprak alarak alinlarina degdirmis ve böylece ilâhlarina tâzimde bulunmuslar. Bu olay dolayisiyla müsrikler kIsa bir süre müslümanlari kendi hâline birakmislar. Bu haber Habesistan'daki müslümanlara "tüm Mekkelilerin Islâm'a girdigi" seklinde ulasmis ve Habes muhâcirleri orayi terkedip Mekke'ye yönelmisler. Ancak bu olayin ardindan Cebrâil (a.s.) gelerek hatasi dolayisiyla Hz. Peygamber'i ikaz etmis, bu arada nâzil olan Hacc sûresinin "...Senden önce gönderdigimiz hiçbir resul ve nebî yoktur ki birseyi arzuladigi zaman seytan onun arzusuna (vesvese) atmamis olsun. Allah, kendi ayetlerini saglamlastirir...'' meâlindeki 52. ayeti ile önceki cümle neshedIlmis. Hz. Peygamber, olanlardan üzüntü ve nedâmet içinde, yeni inen ayetleri ilân edince Mekkelilerin eziyetleri yeniden baslamis..."

Temelde bu anlatim tarzini ve Garânîk olayinin vukû buldugunu kabullenen bazi yazarlar bu rivâyeti; "Garânîk sözünün geçtigi cümleyi söyleyen, Hz. Peygamber degildir; bizzat seytan, sesiyle ortaya atIlmistir", "Bu cümleyi, Hz. Peygamber Kur'an okurken gürültü yapip, bagirip çagirarak ona baskin çikma seklinde müsriklerin devamli izledikleri bir politikanin geregi olarak ve son okunan ayette putlarinin adi zikredilince onlarin siddetli bir sekilde kötülenmesinden endise ederek kendi akîdelerine uygun bir sekilde müsriklerden birisi söylemistir. Bu sözün sâhibi, Hz. Peygamber olmadigi gibi, seytan da degildir, ama seytanlasmis Insanlardan birisidir", "Bu cümle, müsrikler tarafindan daha önce bilinen, tavaflari ve yeminleri sirasinda kullanilan bir cümle idi. Müsrikler "Lat, Uzzâ ve öteki üçüncüleri Menât; bunlar yüce kugu kuslaridir ve sefâatleri umulur' derlerdi. Hz. Peygamber'in okudugu Necm suresinin 19 ve 20. ayetlerinde bu putlarin adi geçince müsriklerden biri önceden kullandiklari bu yemin cümlesini araya sokusturuvermis, Ilk plânda bunu kimin okudugu bilinememisti..." gibi çesitli yorumlamalara tabi tutmaktadirlar.

Ancak gerek geçmis dönemlerin, gerekse asrimizin tahkik ehli âlimleri, bu rivâyeti çesitli yönleriyle inceden inceye tetkik etmisler ve birçok noktadan tamamen asilsiz, uydurma bir rivayet oldugunu ortaya koymuslardir. Kur'an-i Kerîm'in, Cenâb-i Hakk'in muhâfaza ve garantisi altinda oldugu, ayetlerin beserî ve seytanî tasallutlardan mahfuz bulundugu bilinen bir gerçektir. Bu bakimdan Hz. Peygamber Kur'an okurken seytanin tasallutuyla Kur'an ayetlerine bir seytan sözünü karistirmasi ya da seytanin veya bir müsrigin herhangi bir sözünün geçici bir süre için bile olsa farkedIlmeyip Kur'an'dan zannedIlmesi, katiyetle ihtimal dahilinde degildir. Ayrica Hz. Peygamber, müslümanlarin ugradigi eziyet ve iskenceler dolayisiyla ne kadar üzüntülü ve bu eziyetlerin kaldirIlmasi hususunda ne derece düsünceli olursa olsun, dilinden, yillar boyu' ugrunda mücâdele verdigi tevhid akidesine tamamiyle zit böyle bir cümlenin dökülmesi veya baskasi tarafindan söylenen bir cümleyi farkedip müdâhale etmemesi sözkonusu otamaz.

Garânîk rivayetini kitabinda Ilk nakleden müellif, h. III. asir baslarinda 204/819 tarihinde vefat eden Ibnü'l Kelbî'dir. Daha sonra Vâkidî, Ibn Sa'd, Taberî, Zemahserî gibi bazi tarihçiler ve müfessirler Ibnü'l-Kelbî'den alarak bazi küçük degisiklik veya ilâvelerle aktarmislardir. Ibnü'l-Kelbî'nin; naklettigi rivayetlerde hiçbir hassasiyet göstermeyen ve nakillerine güvenIlmeyen bir kisi oldugu bilinen bir gerçektir. Üstelik Garânîk kelimesinin geçtigi cümle, muhtelif kaynaklarda birbirinden çok farkli sekillerde nakledIlmistir ki bu da rivayetin uydurma olduguna Isaret etmektedir.

Su halde Garânîk rivayeti, tamamiyla asilsiz olup Islâm'in daha Ilk asirlarinda Islâm düsmani zindiklar tarafindan uydurulmus, günümüze gelinceye kadar çesitli asirlarda Islâm'a muhalif belli çevrelerce bir koz olarak kullanIlmis, günümüzde de Islâm düsmani garazkâr müstesrikler tarafindan zaman zaman tekrar ortaya atilarak bu vesile ile Islâm'a karsi saldirilarda bulunulmustur.

Su halde Habesistan'daki müslümanlarin Mekke'ye geri dönmelerinin sebebi, sözde Garânîk olayi degil; bu yillarda Hz. Hamza ve Hz. Ömer gibi güçlü ve itibarli sahislarin Islâm'a girmeleri dolayisiyla Mekke müsriklerinin bir süre çekinerek eziyet ve iskencelerine ara vermeleri, dolayisiyle Mekke'de geçici bir sükûnet havasinin olusmasi; Habesistan'da Necâsî Ashame'ye karsi bir ayaklanmanin basgöstermesi ile karisikliklarin zuhûr etmesidir.

Necm suresinin Kâbe yaninda Hz. Peygamber tarafindan okundugu; surenin sonunda secde ayeti bulundugu için Hz. Peygamber'in ve orada bulunan ashabinin secdeye kapandiklari, buna mukâbil müsriklerin de tamamiyla secde ettiklerine dari Imam el-Buhârî'nin el-Câmi'u's-Sahîh'inde sahih bir rivâyet vardir (bk. Buhârî, Tefsiru Sûrati ve'n-Necm 4). Ancak bu rivayette Garânîk meselesiyle ilgili hiçbir husus yoktur; olmasi da zaten hem nakil yönünden, hem de akil yönünden mümkün degildir. Islâm düsmanlari adetleri vechile yalan ve uydurmalarini Iste bu rivayet üzerine bina etmis, asli ve esasi olmayan Iftiralarla bu sahih rivayeti tamamiyla çarpitmislardir. Hz. Peygamber ve ashabi, Necm suresinde geçen secde ayeti dolayisiyla secdeye varirken müsrikler de bu surenin 19 ve 20. ayetlerinde adlan anilarak kötülenen putlari ve akîdelerine sahip çiktiklarini belirtmek ve putlarini tazim etmis olmak için putlari adina secde etmis olmalidirlar.

Akabe Bİ'atlari
AKABE BEY'ATLARI

Mekke'ye üç km. kadar uzaklikta bulunan Mina ile Mekke arasindaki bir mevkiye verilen Akabe adina bölgenin baska yerlerinde de rastlanmaktadir. Ayni adi tasiyan birçok yer bulunmasina ragmen Akabe denince ilk defa bu meshur ahidlesme ve anlasmalarin yapildigi mevkî hatira gelmektedir.

Islâm'i çesitli kabile ve gruplara anlatmaga çalisan Resulullah (s.a.s.) özellikle Hacc mevsiminde Mekke'ye gelen kabileler arasinda dolasiyor ve onlara bu yeni mesaji iletmeye ugrasiyordu. Bu hac mevsimlerinin birinde Yesrib (Medine)'den gelen ve bu sehirde yasayan iki Arap kabilesinden biri olan Hazrec kabîlesine mensup bazi kimselerle karsilasan Hz. Peygamber, onlari Islâm'a davet etti. Peygamberliginin onbirinci yilinda onun bu çagrisina adi geçen kabileden alti kisi icabet edip, büyük bir samimiyetle bu yeni dine sarildilar. Zira yillardir Yesrib'teki diger Arap kabilesiyle aralarinda sürüp gitmekte olan Buas savaslarindan bezmis olduklarindan bu yeni dinin aralarinda bir baris ortami olusturacagini ümit ediyorlardi. Yesrib'e geri döndüklerinde bu olaydan ve yeni dinlerinden kardes kabîle Evs'e bahsedip onlari da Islâm'a davet edeceklerine ve gelecek yil yine Hacc mevsiminde ayni yerde Resulullah'la bulusacaklarina dair söz verip ayrildilar

Medine'de yasayan bu iki kabîlenin disinda ayrica üç Yahûdi kabîlesi daha bulunuyordu. Bunlar müsrik Araplari dinlerinden ve putperestlik anlayislarindan dolayi hep hor görüyorlardi. Yahûdiler ellerindeki Tevrat'a, ayrica âlimlerinden ve atalarindan isitip durduklarina göre yakinda bu bölgede zuhur edecek bir peygambere iman edeceklerini ve bu peygamberin destegiyle putperestlige son vererek Araplari ortadan kaldiracaklarini söyleyip duruyorlardi. Yahûdilerin bu sözleri Yesrib'li Evs ve Hazrec kabilelerinin zihninde yer etmisti. Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Akabe'de görüsünce, yahûdilerden önce davranip bu peygamberin yaninda yer almakta hiç tereddüt etmediler. Bu ilk müslüman Yesribliler Resulullah'a iman ederek söyle dediler: "Kavmimiz çok zor günler yasiyor, hiç iyi bir durumda degiliz. Yillardir süren çatismalar aramizda sonu gelmez bir anlasmazliga sebep oldu. Bu yeni dinin bizleri biraraya getirecegine ve bizleri baristirip kaynastiracagina inaniyoruz." Gerçekten Yesribliler Buas savaslarinin artik son bulmasini istiyorlardi. Hz. Peygambere iman eden Hazrecliler su kisilerden ibaretti: Es'ad b. Zurâre, Avf b. Hâris, Râfi' b. Mâlik, Ukbe b. Âmir, Kutba b. Âmir ve Câbir b. Abdullah b. Riab. Bunlardan ilk ikisi Neccarogullarina mensup idi. (Ibn Hisâm, Sîre, II, 70 vd.; Ibn Sa'd, Tabakât, I, 217 vd.). Islâm'a gönül veren bu ilk Medineli müslümanlar memleketlerine geri dönerek bütün güçleriyle bu yeni dini tanitmaya ve akrabalarinin da iman etmelerini temine çalistilar. Bu küçük grubun Yesribliler üzerinde büyük etkileri oldu. Evs ve Hazrec'ten bir çok kimse bunlarin araciligiyla Islâm'a girdi. Özellikle Resulullah'in dayilarindan olan Neccarogullarina mensup Es'ad b. Zurâre ile Avf b. Hâris müslümanliklarini asla gizlemeksizin büyük bir gayretle insanlari Islâm'a davet ettiler. Gerçekten Islâm akîdesi Yesrib de yillardir süren savaslarin sona ermesinde büyük bir etken oldu. Düsmanliklar sona erdi ve insanlar Allah'in rahmeti sâyesinde kisa zamanda kardesler oluverdiler. Ertesi yil yani peygamberligin onikinci yilinda yine Hacc mevsiminde Mekke'ye gelen Yesrib'li oniki kisi Akabe mevkiinde Resulullah (s.a.s.) ile geceleyin gizlice bulustular. Bunlardan altisi bir önceki yil müslüman olan kisilerdi. Birinci Akabe Bey'ati adi verilen bu bey'atta bulunan sahâbelerden Ubâde b. es-Sâmit, hadiseyi söyle anlatir:

"Refahta oldugu kadar sikintida, sevinçte oldugu kadar üzüntüde de onu destekleyecek ve her konuda emirlerine itaat edecegimize, Resulullah'i kendi nefislerimizden aziz tutup, durum ne olursa olsun ona muhalefet etmeyecegimize, Allah yolunda hiç bir kinayicinin kinamasindan korkmayacagimiza, Allah'a asla sirk kosmayacagimiza, hirsizlik ve zina yapmayacagimiza, çocuklarimizi öldürmeyecegimize, kendiligimizden uyduracagimiz yalan ve dolanlarla hiç kimseye iftirada bulunmayacagimiza, hiç bir hayirli iste Resulullah'a muhalefet etmeyecegimize dair bey'at ettik. Ayrica bizden birinin verdigi sözünde durmasina karsilik onun ecir ve mükâfâtinin Allah'a ait olduguna ve ona Cennet nimetinin verilecegine; kim insanlik haliyle bunlardan birini isler de ondan dolayi dünyada cezaya çarptirilirsa bunun ona keffâret olacagina; kim de yine bunlardan birini isler de isledigi o suçu Allah açiga vurmazsa onun isinin Allah'a kalacagina; Allah'in dilerse onu bagislayip dilerse azaba ugratacagina dair Resulullah'in bize bildirdigi hususlara sadik kalacagimiza da söz verdik."

Bu birinci Akabe Bey'atina katilan oniki kisiden altisi bir önceki yil iman eden kimselerdi. Diger altisi ise Muaz b. Hâris, Zekvân b. Kays, Ubâde b. es-Sâmit, Yezid b. Sa'lebe, Abbâs b. Ubâde ve Ebu'l-Heysem Mâlik b. Teyyihan idiler. Bazi kaynaklarda bir önceki yil Resulullah ile tanisan alti kisiden biri olan Câbir b. Abdullah yerine Uveym b. Saide'nin birinci Akabe Bey'atinda bulundugu ifade edilir.

Medineliler, hacdan geri dönerlerken, yanlarinda, Islâm'i ögretmek üzere Resulullah tarafindan tayin edilen Mus'ab b. Umeyr'i götürdüler. Kisa surede Medine-i Münevvere'de Islâmiyet hizla yayildi. Mus'ab b. Umeyr, Rasûlullah'i Medine'deki her hareketten haberdar ediyordu. Kisa zamanda Evs ve Hazrec kabilesinin bütün evleri Islâm'in nuruyla aydinlanmaya basladi. Artik Medine, bir Islâm devletinin dogusuna hazir hâle gelmisti. Mus'ab b. Umeyr'in gayret ve etkisiyle Yesrib'in ileri gelenlerinden Sa'd b. Muaz ve Useyd b. Hudayr müslüman oldular. Bu iki büyük reisin Islâm'a girmesiyle Islâm, Medine'de bir hayli kabul gördü. Bunun üzerine Medineliler Hz. Peygamberi sehirlerine dâvet etmeye karar verdiler.

Birinci Akabe Bey'atindan bir yil sonra Medineliler yeniden hac için Mekke'ye geldiler. Içlerinde ikisi kadin yetmis bes müslüman vardi. Allah Resûlünün bu defa onlarla ilgi kurmasi Islâm'in tebliginden ibaret degildi. Çok önemli kararlar arifesindeydiler. Bulusma yeri yine Akabe mevkii oldu. Bulusma gizli yapilacak ve hiç kimseye haber sizdirilmayacakti. Gece yarisina dogru, Medineliler, gayet tedbirli hareket ederek kararlastirilan yerde toplandilar.

Rasûl-i Ekrem Akabe'ye bu defa amcasi Abbâs ile birlikte geldi. Abbâs henüz ya müslüman olmamis, yahut müslümanligini gizliyor, ancak yegenini himaye ediyordu. Böylesi bir toplantida bulunmayi bir aile borcu kabul etmisti. Toplantida ilk sözü Hz. Abbâs aldi:

- Ey Hazrecliler, Muhammed (s.a.s.)'in aramizdaki mevkii bildiginiz gibidir. Biz, onu düsmanlarindan koruduk ve koruyacagiz. Kendisi burada, ailesinin yaninda, nezdimizde izzet ve ikrâm içindedir. Fakat sizinle bir andlasma yapmak ve size katilmak istiyor. Ona verdiginiz sözü tutmak, kendisine muhalefet edenlere karsi gelmek hususunda azminiz kuvvetli ve saglam ise buna bir diyecek yoktur. Fakat onu ele verecek, yaniniza geldikten sonra yalniz basina birakacaksaniz, bunu simdiden söyleyiniz ve onu kendi haline birakiniz.

Medineli Müslümanlarin cevabi söyle oldu:

-Dediklerinizi dinledik. Ey Allah'in resulü, siz söyleyin! Kendiniz adina, Allah adina istediginiz andi bizden aliniz. Biz haziriz.

Resulullah Hz. Muhammed (s.a.s.) Kur'an-i Kerim'den bazi ayetler okuduktan sonra söyle buyurdular:

"Kadinlarinizi ve çocuklarinizi nasil koruyorsaniz, beni de öylece korumak üzere size elimi veriyorum"

Elini ilk uzatan, Berâ b. Ma'rur oldu. O, söyle dedi:

-Bey'at ettik ya Resulullah, seni Hak dinle gönderen Allah'a yemin ederiz ki kendimizi, çocuk ve hanimlarimizi korudugumuz gibi seni de koruyacak ve savunacagiz. Biz, zaten harp içinde yogrulmus kimseleriz. Zirha aliskiniz. Bu, bize atalar mirasidir.

Bera'dan sonra söz alan Ebu'l Heysem de:

- Ya Resulallah, dedi. Bizim yahudilerle bir takim baglantilarimiz vardir. Bu baglantilari kesecegiz. Biz bunu yaptiktan sonra siz de Allah'in inâyetiyle muvaffak olunca bizi birakip kendi kavminizin yanina döner misiniz?

Resulullah (s.a.s.) gülümsediler ve dediler ki:

"Kanim sizin kaninizdir. Siz bendensiniz, ben de sizdenim. Kiminle dövüsürseniz" ben sizin yaninizdayim. Kiminle baris yaparsaniz, ben de onunla baris yaparim. "

Resulullah (s.a.s.)'in bu sözlerini duyan herkes, bey'at etmek üzere elini uzatiyordu. Bu sirada Abbâs b. Ubâde ortaya atilarak sunu söyledi:

-Hazrecliler! Bu zata niçin bey'at ettiginizi biliyor musunuz? Ona bey'atla insanlarin kirmizisina ve siyahina, yani Arap ve Arap olmayana karsi savasa hazir olmayi kabul etmis oluyorsunuz. Bir felâkete ugradiginiz ve ulularinizin maktul düstügünü gördügünüz zaman onu yalniz basina birakacaksaniz simdiden birakiniz. Bu, daha dogru olur. Yoksa dünyada ve ahirette rüsvay olursunuz. Fakat ona verdiginiz sözü tutacak, malca felâkete ugramayi, büyüklerinizin ölümüyle karsilasmayi göze alacaksaniz, bunu yapiniz. Çünkü dünya ve ahiret hayri bundadir.

Hepsi kabul ettiler ve sordular:

- Ey Allah'in Resulü, buna karsilik bize ne va'd ediyorsunuz?

Resulullah:

"Cennet" dedi.

Bey'at kisa zamanda tamamlandi. Hepsi de darlikta ve genislikte her halükarda itaate, sözün ancak dogrusunu söylemeye ve Allah yolunda hiç bir kinayicinin kinamasindan korkmamaya söz verdiler.

Bey'attan sonra Resulullah (s.a.s.), Hazrec'den dokuz, Evs'den üç kisi olmak üzere on iki nakip seçtiler. Es'ad b. Zurâre de hepsinin basi ve emîri seçildi. Bunlardan her biri bir kabîlenin reisi idiler. Bunun anlami, oniki kabilenin Islâmiyeti kabul etmesiydi.

Bey'at gece karanliginda tenhada ve gizlilik içinde yapilmisti. Fakat bey'atin bitiminde bir çiglik karanligin perdesini yirtti:

- Ey Kureys, Muhammed ile atalarinin dininden çikanlar, sizinle dögüsmek için andlasma yaptilar!..

Fakat müslümanlarin artik kimseden çekindikleri yoktu. Bu sesi duyar duymaz Abbas b. Ubâde söyle dedi:

- Ya Resulallah, seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki istersen sabah olur olmaz kiliçlarimizi kinindan siyirir üzerlerine saldiririz. Resulullah (s.a.s.) ise söyle buyurdular:

"Hayir... Bize savas izni daha verilmis degildir. Simdilik hepiniz yerlerinize dönünüz."

Islâm'a teslim olup Resulullah'a tam anlamiyla bey'at eden bu ilk müslüman kitle için emre itaat mutlak idi. Akabe'deki bu toplanti dagildi ve herkes yerine döndü. Sabah olunca Kureysli müsrikler bu bey'attan haberdar olmuslardi. Müsrikler bu anlasmanin mahiyetini arastirmaga basladilar. Fakat henüz müslüman olmamis olan Yesribliler'in Hz. Peygamber ile anlasmalarina bir türlü anlam veremiyorlardi. Mekkeli müsrikler bu gizli anlasma hakkinda bir bilgi alamadan Yesrib'li müslümanlar sehri terk etmislerdi .

Islâm Devleti'nin kurulmasinda önemli bir dönüm noktasi olan ikinci Akabe bey'atina, Resulullah'in savas ve barista korunacagina dair prensiplerin tesbit edildigi ve kararlarin alindigi bir bey'at olmasindan dolayi, "Bey'atü'l-Harb" adi verilir. Ikinci Akabe bey'at'inin gerçeklesmesiyle Islâm tarihinde yeni bir dönem basliyor ve o gün Islâm Devleti'nin temeli atilmis oluyordu.

Hicret
HICRET


Bir yerden baska bir yere göç etmek.

Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashabinin Islâm devletini kurmak üzere Mekke'den Medine'ye göç etmeleri.

Rasûlullah Mekke'de teblig görevini sürdürürken Kureysliler de inkârlarinda diretiyorlardi. Peygamberimiz teblig görevini Mekke'nin disina tasirmak istiyordu. Bu nedenle Taif'e gitti. Tâifliler de Kureysliler gibi inkârcilikta direnmisler ve Peygamberimizi tasa tutmuslardi. Peygamberimiz onlarin bu cahilce hareketleri karsisinda yilmamistir. Özellikle hacc mevsiminde Mekke disindan gelen insanlarla görüs üyor onlara Islâm'i anlatiyordu. Peygamberimiz bir gün Akâbe mevkiinde Medineli alti ki si ile karsilasti. Onlara Ku r'ân okudu ve Islâm'a davet etti. Medineliler Peygamberimizle konustuktan sonra durumu kendi aralarinda degerlendirdiler.

"Yahûdilerin gelecegini bildikleri ve kendisiyle bizi korkuttuklari peygamber bu olmasin" dediler. Yahûdilerden önce müslüman olmanin geregine inanip müslüman oldular.

Medine'de bulunan Yahudiler bir Peygamber'in gelecegini biliyorlardi. Medinelilerle aralan açilan Yahudiler onlara "Bir Peygamber gönderilmek üzeredir. O Peygamber gelince biz ona tabi olacagiz, Irem ve Âd kavimleri gibi sizin kökünüzü. kaziyacagiz" diyorlardi.

Akabe'de Müslüman olan Medineliler memleketlerine gittiklerinde bu durumu yakinlarina aktardiktan bir yil sonra, daha önceki Müslümanlarla birlikte on iki kisilik bir topluluk Hacc için Mekke'ye geldi. Bunlar Peygamberimizle görüstü ve "hirsizlik yapmamak, zina etmemek, çocuklari öldürmemek, iftira etmemek, Allah ve Rasûlüne muhalefette bulunmamak hususunda" peygamberimize söz verip bey'at ettiler.

Peygamberligin onüçüncü yilinda Medineli müslümanlardan yetmis iki kisilik bir grup hacc için Mekke'ye geldiler. Peygamberimizle Akabe mevkiinde görüsmek üzere toplandilar.

Hz. Peygamber (s.a.s), amcasi Abbas'la birlikte Akabe'ye geldi. Abbas henüz müslüman olmamisti. Ebu Talib'in vefatindan sonra peygamberimizle daha çok ilgilenmeye baslamisti. Bu ilgi kabile bagindan ileriye gitmiyordu. Toplantida ilk konusmayi Abbâs yapti; "Ey Hazrec toplulugu, bu benim kardesimin ogludur. Benim yanimda insanlarin en sevgilisidir. Siz onu tasdik ediyor onun getirdiklerine inaniyor ve kendisini alip götürmek istiyorsaniz, sizden bu hususta beni tatmin edici bir söz almak isterim. Siz ona vereceginiz sözü yerine getirebilecek ve kendisini muhaliflerinden koruyabilecek misiniz? Bunu geregi gibi yaparsaniz ne iyi; yok eger Mekke'den çiktiktan sonra kendisini yardimsiz birakacak rüsvay edecekseniz simdiden bu isten vazgeçiniz, onu birakimi. Yine kavmi arasinda ve yurdunda izzet ve serefiyle korunmus olarak yasasin."

Hz. Abbas'tan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) konustu. Bundan sonra Medineli müslümanlar düsüncelerini söylece açikladilar: "Allah'tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bey'at ediyoruz. Biz, Rabbimiza bey'at ediyoruz Allah'in kudret eli ellerimizin üzerindedir. Kendimizi, ogullarimizi, kadinlarimizi esirgeyip korudugumuz seylerden seni de, esirgeyip koruyacagiz. Eger bu ahdimizi bozarsak, Allah'in ahdini bozan, yaramaz, bedbaht insanlar olalim. Ya Rasûlallah! Biz ahdimizde sadikiz".

Peygamberimiz iki sart ileri sürdü, "Rabbim için sartim: O'na hiç bir seyi ortak kosmamaniz yalniz O'na ibadet etmeniz, kendinizi, çocuklarinizi, kadinlarinizi esirgeyip korudugunuz seylerden, beni de esirgeyip korumanizdir" buyurdu. Medineliler: "Böyle yaptigimiz zaman bizim için ne var" dediler. Allah Rasûlü de: "Cennet var" buyurdular. Medineliler "bu kârli alis veristir" deyip Allah Rasûlüne bey'at ettiler.

Mekke müsrikleri Akabe bey'atlariyla ilgili haberi alinca Allah Rasûlünü Mekke disina çikarmamak için önlemler almaya basladilar. Bir müddet sonra peygamberimiz müslümanlarin Medine'ye hicret etmelerine izin verdi. Ilk olarak Cahsogullari hicret ettiler. Bunlardan sonra Hz. Ömer hicret için önce silahini kusandi, Kâbe'yi tavaf etti. Çevrede bulunan müsriklere de hicret etmekte oldugunu bildirdi. "Anasini aglatmak karisini dul birakmak isteyen varsa beni izlesin" diyerek büyük bir grup sahabe ile birlikte hicret etti."

Hz. Ömer'den sonra Hz. Hamza ve diger müslümanlar hicret ettiler.

Hz. Ebû Bekir de hicret etmek istiyordu ancak, Peygamberimiz ona "acele etme, belki Allah sana bir arkadas bulur" diyerek beklemesini söyledi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir iki deve satin alip, hicret edecegi günü beklemeye basladi.

Kureysliler müslümanlarin Medine'de tutunduklarini görünce telasa düstüler. Peygamberimizin hicretine engel olabilmek için Darü'n-Nedve adi verilen meclis binasinda toplandilar. Çesitli fikirler ve düsünceler ileri sürerek sonuçta Ebû Cehil'in düsüncesinde karar kildilar.

Ebu Cehil, her kabileden bir delikanlinin seçilmesini, bunlarin hep birlikte Peygamberimizi öldürmelerini teklif etti. Böylece Abdi Menâçogullarinin bütün kabilelerle çarpisamayacagini, kan davasindan vazgeçeceklerini bildirdi.

Onlar bu tip hileler düsünürlerken Peygamberimiz Hz. Ebû Bekir'in evine vardi. Allah'in kendilerine hicret iznini verdigini bildirerek yol hazirliklarina baslanildi. Mekkelilere ait bazi emanetlerin sahiplerine teslim edilmesi ve müsrikleri yaniltmak amaciyla Hz. Ali'ye Peygamberimizin evinde kalmasi emredildi.

Gecenin geç vaktinde müsrikler Peygamberimizin evini kusattilar. Allah Rasûlü Kur'ân okuyarak Allah'a siginmis böylece müsriklerin arasindan görünmeden geçmistir. Bir müddet sonra müsrikler Peygamberimizin yataginda yatanin Hz. Ali oldugunu görünce hayrete düsmüs ve tuzaklarinin bosa gittigini anlamislardir.

Rasûlullah (s.a.s) Hz. Ebu Bekir'le birlikte Sevr Dagi'na dogru yol alip Hira magarasina gizlendiler. Bu dag Medine tarafinda degil, Cidde tarafinda Mekke'nin kuzey batisinda yer aliyordu. Müsrikleri sasirtmak için de böyle bir yola basvurulmustu.

Müsrikler hz. Ali'yi ve Hz. Ebû Bekir'in kizi Esma'yi sikistirmis fakat bir sey ögrenememis lerdir. Iz sürenleri yanlarina aldilar; dag, tepe demeden her tarafi aradilar. Bir ara magaranin agzina kadar geldiler, magaranin önüne bir güvercinin hemen Rasûlullah'in oraya girmesinden sonra yuva yaptigini, örümcegin ag örttügünü görünce Allah Rasülünün magarada gizlenmesinin mümkün olabilecegini düsünemediler. Elleri bos olarak geri döndüler.

Hz. Peygamber (s.a.s) ile Hz. Ebu Bekir bu magarada üç gün kaldilar. Hz. Ebu Bekir'in oglu Abdullah ve kizi Esma onlara yemek tasidilar. Hz. Ebu Bekir'in çobani da koyunlarini Abdullah'in geçtigi yerlere sürerek izlerini silmeye çalisti. Yol Kilavuzu Uraykit Peygamberimiz ve Hz. Ebubekir'in binecegi develeri getirdi. Peygamberimiz devenin ücretini Ebu Bekir'e ödeyerek yola koyuldular. Yolculukta geceleri yol aliyor, gündüzleri gizleniyorlardi.

Kureysliler, Peygamberimizi bütün ugraslarina ragmen bulamayinca saskina döndüler. Onu bulana yüz deve vereceklerini vadettiler. Bu ödül herkesi heyecanlandirdi. Yüz deveye sahip olabilme ümidiyle her tarafi aramaya basladilar. Her yöne haberciler gönderildi. Bu habercilerden birisi de Süraka'nin yurduna gelmisti. Onlar da Allah Rasûlünü bulabilmek ve yüz deveye sahip olabilmek için firsat kolluyorlardi. Bir gün adamin birisi üç kisilik bir yolcu kabilesinin gitmekte oldugunu gördü. Bunu bir toplulukta anlatti. Süraka uyanik bir kimse idi. Adami yaniltmak ve sözü kesmek için onlar falancalardir dedi. Adam da kesin bir sey bilmediginden susmak zorunda kaldi. Bunun üzerine Süraka evine geldi. Atini ve oklarini hazirladi. Belirtilen yöne dogru hizla yol almaya basladi. Süraka kisa bir müddet sonra Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir'e yetisti. Onlara "bugün seni benden kim kurtarabilir" diye bagirdi. Peygamberimizin duasiyla Süraka'nin atinin ön ayaklari kuma gömüldü. Böylece Allah bu kutsî Medine yolculugunda Rasûlünü yalniz birakmamis ve onu tehlikelere karsi bir kez daha korumustu.

Atinin kuma gömülmesi sonucunda gerçegi anlayan Süraka affini rica etti. Peygamberimiz de ona dua ederek affetti. Süraka minnet altinda kalmak istemiyordu. Peygamberimize ikramda bulunmak istiyordu. Peygamberimiz de onun hiç bir ikramini kabul etmek istemedi. Ikraminin kabul edilebilmesi için müslüman olmasinin gerektigini ögrendi ve müslüman oldu.

Kureys'in vadettigi yüz deveye sahip olmak isteyenlerden birisi de Büreyd idi. O da kendi kabilesinden yetmis atli ile yola çikmis, Peygamberimize yetismisti. Ancak bütün gayretlerine ragmen muvaffak olamamis sonuçta Büreyd'e Islâm teblig edildi. Büreyd ve yanindakiler müslüman oldular. Büreyd, peygamberimi zin Medine'ye bayraksiz girmesinin uygun olmayacagini düsünerek, basindan sarigini çikardi, mizraginin ucuna bagladi, böylece Medine'ye kadar Peygamberimizin bayraktarligini yapmis oldu.

Peygamberimizin Mekke'den çiktigini duyan Medine'deki müslümanlar yollari gözlüyorlardi. Her gün günesin dogumundan önce Harra mevkiine çikiyorlar, sicak bastirincaya kadar bekliyorlardi. Bir gün Yahudi'nin birisi bir isiyle ilgili olarak yüksek bir kuleye çikip etrafi gözetlemeye baslamisti. Peygamberimizin ve arkadaslarinin gelmekte oldugunu gördü. Kendisini tutamayarak heyecanla " ey Arap toplulugu! Iste nasibiniz, devletliniz, beklediginiz ulu kisiniz geliyor" diyerek Rasûlullah'in geldigini onlara haber verdi.

Medineliler yollara dökülüp Peygamberimizi karsiladilar. Peygamberimiz burada bir müddet kaldi ve Kuba Mescidi'ni insa ettirdi. Hz. Ali de Kuba'da Rasûlulah'a yetisti.

Süheyb b. Sinan da hicret etmek için yola çikmisti. Kureysliler onun yolunu çevirdiler, göndermek istemediler. Süheyb, biriktirdigi bütün serveti Kureyslilere birakmak sartiyla yoluna devam etti.

Peygamberimiz bir kaç gün sonra Medine'ye hareket etti. Hareketinden önce Neccârogullarina kendisini Medine'ye götürmeleri için haber gönderdigi de rivayet edilmektedir. Abdulmuttalib'in annesi Neccarogullarinin kiziydi. Dolayisiyla Neccarogullari Abdulmuttalib'in dayilari oluyordu.

Neccarogullari Peygamberimizi Medine'ye götürdüler. Halk Peygamberimizi agirlamak için can atiyordu. Allah Rasûlü hiç kimseyi kirmak istemiyordu. " Devenin yolunu açiniz. Nereye çökecegi ona buyrulmustur" diyordu. Deve bos bir araziye çöktü. Peygamberimiz bu araziye akrabalarindan kimin evinin yakin oldugunu sordu. Böylece Neccarogularindan Ebu Eyyûb El-Ensâri'nin evine misafir oldu.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in Medine'ye gelisi Medineli mü'minleri büyük bir sevince bogdu.

Bütün mü'minler, evlerinin damina çikmis; gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüsler "Yâ Rasûlallah! Yâ Muhammed! Yâ Rasûlallah!" diyerek bagiriyorlardi. (Müslim, Sahih, VIII, 237). Çocuklar ve hizmetçiler, yollarda ve damlarda "Rasûlullah geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahu ekber, Muhammed geldi! diyorlar, Habesliler de, sevinçlerinden kiliç kalkan oynuyorlardi (Ebû Davud Sünen, II, 579)

Kadinlar ve çocuklar, hep bir agizdan: "Vedâ tepelerinden dolunay dogdu bize! Allah'a yalvaran oldukça, sükür etmek gerekir halimize, Ey bize gönderilen Peygamber! Sen boyun egmemiz gereken bir emr ile geldin bize" diye siirler okuyorlardi (Semhudî, Vefaü'l-Vefa, I,187, Halebi insanü'l-Uyun, II, 58).

Berâ' b. Âzib: "Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelince, Medinelilerin Rasûlullah'a sevindikleri kadar hiç bir seye sevindiklerini görmedim demistir.

Enes b. Mâlik de: "Ben, Rasûlullah'in Medine'ye girdigi günden daha güzel, daha parlak bir gün görmedim" der (Ibn Sâ'd, Tabakat, I, 233, 234).

Rasûlullah Medine'ye varinca mü'minlerin her biri kendi evinde agirlamak istediler ve bu konuda yarisircasina hareket ettiler. Rasûlullah'i misafir edebilmek için devesinin önüne geçiyorlardi. Efendimiz onlara "Devenin yolunu açiniz! Nereye çökecegi ona emir buyurulmustur" diyordu (Semhûdî-Vefâü'l-Vefâ, I,183).


TARIHTE HICRET: HZ. IBRAHIM (A.S)'IN HICRETI:

Hz. Ibrahim, kendi kavmine Allah'in dinini anlatmada hiç bir engel tanimamis, Nemrut'un zorbaligina boyun egmemis, bir bir iskencelere maruz kalmasina ragmen yolundan dönmemistir. Fakat O'nun bütün gayretleri bir netice dogurmamis ve toplumunu küfür batakligindan çekip almamistir. Artik netice belli olmustur; kavmi kendi dogrultusunda gitmektedir. Hz. Ibrahim de tevhid üz ere yoluna devam etmektedir.

Hz. Ibrahim kavminin iman etmesine imkân ve ihtimal kalmadigini anlarinca, sapiklik ve küfür diyarindan uzak kalmak amaciyla, her seyiyle yalniz Allah'a kulluk edebilmek için hicret etmistir (Elmalili Muhammed Hamdi Yazir, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1437).

Hz. Peygamber (s.a.s) de söyle buyurmustur: "Her kim diniyle bir yerden bir yere hicret ederse, gittigi yer bir kars i yer de olsa Cennet'te Ibrahim ve Muhammed (s.a.s) onun arkadasi olur."

ASHAB-I KEHF'IN HICRETI:

Batil düzenler, gerçekten Hakk'a inananlara hayat hakki tanimak istemezler. Onlar gerektiginde bütün zulüm mekanizmalarini inananlarin aleyhine çalistirmaktan geri durmazlar. Çünkü, yarasanin isiktan ürktügü gibi, onlar da inananlarin gerçekleri ve mutlak dogrulari gözleri önüne sermeleri böylece kendi menfaatlerinin ortadan kalkmasindan, ilahlik davalarinin sahteliginin ortaya çikmasindan, sömürü çarklarinin durmasindan endiselenirler, korkarlar. Tarih boyunca inananlara zâlim düzenler eliyle yapilan zulüm, baski ve siddetin asil nedeni budur. Bugün yeryüzünün her bölgesinde müslümanlar üzerindeki baski ve terör bundan kaynaklanmaktadir.

Kur'ân-i Kerîm Ashab-i Kehf'ten: "Rablerine inanan gençler" (el-Kehf, 18/13) olarak söz etmektedir. Bunun üzerine; "Allah da onlarin hidayetlerini artirmisti". Ashab-i Kehf'in, kavimleri Allah'tan baska tanrilara taptiklari için onlardan uzaklasmalarini Kur'ân övgüyle anlatmaktadir. Onlar bu davranislariyla dogru yolu bulman ve Allah'in rahmetine kavusmayi gaye edinmislerdi.

"... Sunlar, su bizim kavmimiz, Ondan (Allah'dan) baska tanrilar edindiler. Bunlarin üzerine bari açik bir delil getirseydiler ya? Artik yalan yere Allah 'a karsi iftira edenlerden daha zâlim kimdir?" dediklerinde, onlarin kalplerini (sabir ve sebat ile hakka) baglamistik."

(Birbirlerine söyle demislerdi):

"Madem ki siz onlardan ve Allah'tan baska tapmis olduklarindan ayrildiniz, o halde magaraya (çekilip) siginin ki; Rabbiniz size rahmetinden genislik versin, isinizden de size fayda hazirlasin " (el Kehf,18/ 14,16) Böylece onlar, zâlim bir toplum içinde yasayip, dinlerini açiga vuramamaktansa magaraya çekilip orada inançlarini yasamayi tercih etmisler ve son derece az olduklari için, mevcut düzene karsi duramayacaklarini anlamis bulunuyorlardi.

HABESISTAN'A HICRET:

Islâm'in ilk yillarinda, sahabîlerin önemli bir kismina ve özellikle zayif ve kimsesizlere, "Rabbiniz Allah'tir" demeleri nedeniyle sayisiz zulümler uygulaniyor, dinlerinden vazgeçirmeleri için onlara büyük baskilar yapiliyordu. Peygamber Efendimiz, sayilari yüzü bulan sahabiye Habesistan'a hicret etmelerini tavsiye etti. Orada kendilerini himaye edecek iyi niyetli bir hükümdarin varligindan söz etti. Bunun üzerine Habesistan'a iki defa hicret edildi.

Mekke o siralarda gerçekten Islâm gibi e ssiz, tevhide dayali yüce bir inanç ve hayat düzenini kabul edenler için agir sartlari bulunan bir ortamdi. Habes istan'da da Islâmî bir düzenin varligindan söz edilemezdi ama. en azindan orada dini hürriyet vardi ve zulüm yoktu. Diger taraftan Islâm ülkesi diyebilecegimiz bir yerin de varligi söz konusu degildi. Henüz böyle bir tesebbüse girebilmek için gerekli sart ve imkanlardan da müslümanlar tamamiyla mahrum bulunuyorlardi. Bu nedenle Dârü'l- Küfr olan Mekke'yi birakip Darü'l-Emin (güven ülkesi)'e göç için bir izin verilmis oluyordu...

HICRETIN HÜKMÜ:

Kur'ân'in bir çok âyeti hicretten, hicretin gereginden, hicret edenlerden ve etmeyenlerden... söz eder.

Hicretin ne denli önemli olduguna su âyetler gayet açik bir sekilde isaret etmektedir:

"Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarini alacagi kimselere melekler derler ki: "Ne iste idiniz?" Onlar: "Biz yeryüzünde dinin emirlerini uygulamaktan aciz kimseler idik" derler. Melekler de: "Allah'in arzi genis degil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz ya" derler. Iste onlar böyle. Onlarin barinaklari Cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadinlardan, çocuklardan zayif ve acz içinde birakilip da hiçbir Çareye gücü yetmeyen ve (hicret) için bir yol bulamayanlar müstesna" (en-Nisâ, 4/97, 98).

Bu âyetlerin inis sebebi hakkinda Ibn Abbas (r.a) sunu nakletmektedir:

"Peygamber (s.a.s) zamaninda bazi müslümanlar müsriklerle birlikte durup onlarin sayilarinin artmalarina neden oluyorlardi. (savas sirasinda) ok, onlardan bazilarina isabet edebiliyor veya boynu vurulup öldürülebiliyordu. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Yine Ibn Abbas (r.a.)'in rivayet ettigine göre; bir kisim Mekkeliler Islâm'a girmi s, fakat müslümanliklarini açiga vurmamislardi. Bedir savasi gününde müsrikler onlari da beraberlerinde savasa götürdüler ve bazilari bu savasta öldü. Müslümanlar bunun üzerine: "Bizim arkadaslarimiz müslüman idiler, savas a zorla sokuldular" deyip, onlara Allah'tan magfiret dilediler. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu" (Ibn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, I, 542).

Demek ki mü'minler, bu gibi durumlard a "biz Islâm'i ayakta tutamayacak kadar zayif kimseler idik" demekle kendilerini kurtaramayacaklardir. Çünkü bunlar Islâm'i tamamiyle yasayabilmek için herhangi bir tesebbüste bulunmamislar ve böylece "kendilerine zulm etmislerdir" fakat, gerçekten hicret edemeyecek durumda bulunan zayif kimseler bundan müstesnadir.

Bu âyetler, müsrikler arasinda bulunup da dinini ayakta tutamayan herkesi kapsamaktadir. Hicret edebilecek durumda olup da hicret etmeyenlerin, kendi nefislerine zulmetmis olduklari ve bu ayetin hükmüne göre, haram isledikleri icmâ ile kabul edilmis tir (Ibn Kesîr Tefsîr, I, 542). Bu hüküm kiyamete kadar bakîdir ve genel bir hükümdür. Herhangi bir durum onu, dinini yas ayabilecegi, inancinin gereklerini yerine getirebilecegi Darü'l-Islam'a hicret etmekten alikoymaz.

Hanbelî hukukçulara göre bir kimsenin, Darü'l- Harp'te dinini açiga vurup yasayabiliyor bile olsa, müslümanlarin sayisini çogaltmak ve cihada katilabilmek için Dârü'l-Islâm'a hicret etmesi sünnet olur. Hanefi mezhebinde ise küfür diyarindan Islâm diyarina hicret etmek vaciptir. S âfiîlerden el-Mâverdî'ye göre de, müslüman herhangi bir küfür beldesinde dinini açiga vurabiliyorsa, orasi onunla Daru'l-Islâm olmu s olur. Orada durmak, hicret etmekten daha iyidir. Çünkü böylelikle kendisinden baskalarinin,da Islâm'a girmeleri umulabilir. Ancak el-Mâverdî'nin bu görü süyle, konu ile ilgili olarak Darü'l-Harp'ta kalmayi haram kilan ayet ve hadisler arasindaki aykirilik açiktir. Hicret hükmü, Darü'l-Harp'te müslüman olup oradan uzaklasabilecek güçte olan herkes için geçerlidir (es-Sevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 28, 29). Darü'l-Harp'ten hicret etmenin, herhangi bir ma'siyetin is lenmesi veya herhangi bir emrin yerine getirilmemesi veya Islâm devlet baskaninin istemesiyle vacip olacagi konusunda icmâ' vardir (es-Sevkânî, a.g.e., VIII, 29).

Kisi "ben hicret edecegim ama, gidecegim yer tanimadigim, yabancisi oldugum bir yerdir. Acaba orada geçimimi saglayabilecek miyim? Sonra ne zaman gelecegi bilinmeyen ölüm, beni yolda yakalarsa hicret etmis sayilabilir miyim..." gibi bir takim düsünceleri içinden geçirebilir. Ancak bunlar yersiz düsüncelerdir. Çünkü: "Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barinacak bir çok yerler bulur, genislik de bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne muhâcir olarak çikip da sonra yolda ölürse, onun mükâfati Allah'a aittir (en-Nisâ, 4/1II). Bu bakimdan ne rizik endisesi ne de "yolda ölüm" düsüncesiyle farz olan hicretten geri kalamaz.

Yeryüzü iman-küfür mücadelesinin alanidir. Bu mücadelede kimi zaman iman bazan da küfür egemen olmustur. Mü'minler Islâmî kimliklerini yitirdikleri, imanî zaaflara düs tükleri, Islâmi ilimlerin yeterince tahsil edilmedigi ve cehaletin yayginlas tigi dönemlerde küfür Islâm'a gâlib gelecektir. Islâmî ilimlerin çok iyi bilindigi, Islâm'in yasandigi, imanin kalb atislarinda bile hissedildigi dönemlerde ise kuskusuz Islâm egemen olacaktir.

Islâm'in ve küfrün egemenligi ya da seytana zaman zaman firsat verilmesi insanin ve yeryüzünün kanunu hükmündedir. Dolayisiyla mü'minler Islâm'in egemen olmadigi toplu mlarda yasama durumunda kalabilirler. Bundan dolayi hicret zaman zaman gündeme gelebilir. Hicret dönemi asla kapanmaz, Mekke'nin de fethinden sonra hicret gündeme getirilemez; hicret tarihin belirli bir dönemine ait bir olay degildir. Hicret süreklilik arzeder ve kiyamete kadar kaimdir.

Mekke'nin fethedildigi gün Abdurrahman b. Safvan (r.a) babasini getirerek, Rasûlullah'a babasinin da hicret sevabindan payini almasini istedigini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Artik hicret yoktur" diye cevap verir. Rasûlullah'i bu konuda yumusatmak amaciyla, amcasi Hz. Abbâs'in yanina gider ve bu konuda kendisine yardimci olmasini ister. Hz. Abbâs .(r.a), Peygamber (s.a.s)'e "Allah askina kabul et" derse de, Hz. Rasûlullah su cevabi verir: " Amcamin yeminini yerine getiririm, ama hicret yoktur" Hadîsin râvilerinden olan Yezid b. Ziyâd: "Halki Islâm'in egemenligi altina girmis bulunan bir yerden hicret edilemez, demek istiyor" diye hadisi açiklamis tir (Ibn Mace Keffâret).

Burada görüldügü gibi Mekke'den hicret etmek artik söz konusu degildir. Çünkü, hicretten maksat gerçeklesmis bulunuyor. Artik Mekke'nin kendisi fethedilmek suretiyle Darü'l-Islâm olmu s ve Islâm'in bütünüyle hayata yansiyacagi bir yer haline gelmistir. Allah'tan baska hiçbir varligin hâkimiyetinden söz edilemeyecektir.

Diger bir kisim hadislerde ise, hicretin sürekliliginden söz edilmektedir:

"Kâfirlerle savasildikça hicretin sonu gelmeyecektir (es-Sevkânî a.g.e., VIII, 27). "Hicretten sonra hicret olacaktir. Yeryüzünün en hayirlilari, Hz. Ibrahim'in hicretini kendisine örnek alanlardir" (Ebû Davûd, Cihad).

Bu hadislerden anlasildigina göre, Islâm hâkim oldugu bir yerden hicret etmenin farz veya vâcib olmasi söz konusu degildir. Ancak Darü'l-Harb'den Darü'l-Islâm'a hicret etmemin vucûbu kiyamete kadardir. Ebu Bekr Ibnü'l-Arabî: "Hicret, Peygamber (s.a.s) zamaninda farz idi. Kendi dini veya nefsi için korkusu olan herkese farz olarak devam etmektedir. Kesilen hicret Mekke'nin fethinden sonra, Mekke'den Medine'ye olan hicrettir" (es-Sevkânî a.g.e., VIII, 29) der.

Hicretin hayata yansimasinda genel etkenlerden biri de Islâm devlet ba skanidir. Halife, mü'minlerin bir yerden bir yere hicret etmelerini isteyebilir. Mü'minler de buna aymak zorundadirlar. Zira müslümanlar Halifenin Islâm'a muhalif olmayan bütün emirlerine uymak zorundadirlar. Hilafet, Islâm'in bütün hükümlerinin direkt ya da dolayli olarak baglantili oldugu bir müessesedir.

Peygamber Efendimiz, bazan büyük kalabaliklari bile hicret edip etmemekle serbest birakmistir. Gönderdigi askerî müfreze (seriyye) kumandanlarina verdigi tâlimât arasinda s unlari da görmekteyiz: ".. Onlari Islâm'a davet et. Kabul ederlerse, sen de bunu kabul et ve onlarla sava sma. Sonra bulunduklari yerden muhâcirlerin yurduna hicret etmelerini iste. Bunu yaptiklarinda do muhacirlerin leh ve aleyhlerinde olanin, kendilerinin de leh ve aleyhlerine olacagini bildir. Eger hicret etmeyecek olurlarsa, durumlarinin bedevî müslümanlarin aynisi olacagini onlara bildir. Onlara mü'minlere uygulanan Allah'in hükümleri uygulanacok, ancak müslümanlarla birlikte cihada katilmadikça fey' ve ganimetten pay alamayacaklardi r" (Ibn Kesîr, Tefsîr, III, 329).

Hicretin devlet politikasinda önemli bir yeri olmalidir. Islâm Devleti, durumuna göre hicretle ilgili bir takim düzenlemelere girismek zorundadir.

Bu gibi istisnâî durumlarin maksat ve nedenleri arastirildiginda bazi zümrelerin bundan istisna edilmesi de tamamen toplumun iyilik ve hayriyla yakindan ilgilidir. Mesela: Müzeyne, Medine'nin 35 km. uzagindaydi ve yüzlerce savasçiya sahipti. Bunlarin bulunduklari topraklarda birakilmasi, Islâm Devlet topraklarini genisletme maksadini tas iyordu. Bunlarin Islâm ülkesine hicret etmeleri birçok iktisâdî zorluklarin dogmasina neden olacak ve terkedilmis verimli topraklar ve sular, yabancilari ve belki de Islâm düsmanlari tarafindan is gal edilecekti (Muhammed Hamidullah, Islam Peygamberi, II, 277, 278). Bu bakimdan Peygamber Efendimiz Islâm devleti sinirlarinin genislemesi ve müslümanlarin savas gücünün artirilmasi noktasindan hareket etmis ve duruma göre hicret üzerinde durmustur. Hicretin diger bir amaci da; Islâm devletinin gücünü art tirmaktir.

HICRET EDENLER VE ECIRLERI:

Allah (c.c) için yapilan her hareket, tavir ve söz'ün karsiliksiz kalmasi mümkün degildir. Allah için bulundugu yeri, bin bir zorluk altinda terk eden ve bununla Islâm'i daha iyi yasamayi, Allah'a daha mükemmel bir sekilde kullukta bulunmayi amaçlayan bir kimsenin eli bos döndürülmesi düsünülemez. Allah (c.c) Kur'ân-i Kerîm'de, hicret edenlere müjdeler vermektedir:

"Muhakkak iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, iste onlar, Allah'in rahmetini umabilirler" (el-Bakara, 2/ 219; et-Tevbe, 9/2I).

"Muhacir ve ensardan daha önce iman etmis olanlarla (sonradan) onlara ihsan ile uyanlardan Allah razi olmustur. Ve onlar da Allah (in kendilerine verdigi nimet ve sevap)dan razi olmuslardir. Onlar o cennetlerde ebedî kalicidirlar" (et-Tevbe, 9/1II).

"(Kendilerine) Zulmettikten sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada iyi bir sekilde yerlestirecegiz elbette, ahiretteki ecir (leri) ise daha büyüktür. Keske ölmüs olsalardi" (en-Nahl, 16/41).

Amr b. el-Âs (r.a), Rasûlullah'a kendisinin günahlarinin affedilmesi sartiyla bey'at edecegini söyleyince, Rasûlullah'tan su cevabi aldigini anlatmisti: "Sen Islâm'in kendisinden (yani kisi müslüman olmadan) önce islemis günahlari yok ettigini bilmiyor muydun? Hicretin ve haccin da ayni sekilde (bunlar yapilmadan önce) islenmis günahlari silip süpürdügünü bilmiyor muydun?"

Allah, bütün yeryüzünün ve tüm kâinatin biricik ve mutlak sahibidir. Bütün varlik âlemini insan için yaratan ve onlari insanin emrine veren Allah'tir. Insan ise; kendisine kulluk etmek, Islâm düzenini gerekleriyle birlikte, noksansiz olarak yasamak için yaratilmistir. Bundan yüz çevirenleri cezalandiracak, sudan bahanelerle ibadetten geri kalanlarin mazeretlerini kabul etmeyecektir. Ve bu mazeretler onlari kendi nefislerine zulüm etmis olmaktan" kurtaramayacaktir. Bu konuda Allahu Teâlâ kullarina söyle seslenmektedir:

"Ey inanmis olan kullarim, muhakkak, benim mülküm olan yeryüzü (çok) genistir. O halde (suna buna degil de) yalniz bana ibadet edin (el-Ankebût; 29/56).

Bu ayetin, Islâm'i açikça ya sayamayan Mekkeli, güçsüz bir kisim müslüman hakkinda nazil oldugu bildirilmektedir.

Bu ayet, Allah'in inanan kullarina, dinlerini açiga vurup yasayamadiklari bir yerden, onu kolayca yasayabilecekleri baska bir yere hicret etmeleri için bir emirdir. Rasûlullah (s.a.s) söyle buyurmustur: "Memleketler, Allah'in memleketleridir. Kullar da Allah'in kullaridir. Nerede hayir bulursan orada yerle" ( Ibn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'âni'l Azim, II,14). Bütün insanlar Allah'in kuludur ve yeryüzü de Allah'indir, bütün genisligiyle yalniz onundur. Arz bütün insanlari içine alacak kadar genistir. O halde insan bulundugu yerde dininî, bütünüyle Allah'in emirlerini yasayamiyor, bu konuda zorluklarla karsi karsiya birakiliyor, Allah'tan baska her seye ve herkese kul olmasi için zorlaniyor ve bu telkin yapiliyorsa orasi müslümanin yasayabilecegi yer degildir. Yasayabilecegi yeri aramali ve bulmalidir. "Bütün yeryüzü Allah'in olduktan sonra, onun Allah indinde en çok sevileni kullarinin yalniz kendisine ibadet ettikleri yerdir."

Islâm'da hiç bir sey putlastirilamaz, isterse, bu içinde dogup büyüdügümüz, yakinlarimizin malimizin, ticaretimizin, aci tatli her türlü hatiralarimizin ve daha nice güzel seylerimizin bulundugu yer olsun. Müslüman nerede inancini yasayabiliyorsa, vatani orasidir. "Kisinin bulundugu memlekette yalniz Allah'a ibadet etmek kolay olmaz; dinini açiga vurmakta zorluklarla karsilasir, daralirsa, orada baglanip kalmamali, ibadetlerini serbest yapabilecegi yere gitmelidir. Hicret edip o darliktan genislige çikmak için ne gerekiyorsa yapmak ve Allah'a kulluk etmek mü'minin prensibi olmalidir" (Elmali, U.H. Y. Hak Dinî Kur'ân Dili, V, 3790).

Hİcret'İn İslÂm Tarİhİndekİ Yerİ Ve Önemİ
HİCRET'İN İSLÂM TARİHİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ


Hicret, İslâm tarihinin en önemli olayıdır. Hicret, Müslümanları, müşriklerin zulmünden kurtarmış, İslâm'a yayılma imkânı
sağlamış, böylece İslâm inkılâbının başlanğıcı olmuştur. Bu itibârla olaydan 17 yıl sonra, Hz. Ömer'in halifeliği esnâsında, Hz. Peygamber'in hicret ettiği yılın 1 Muharrem'i olan 16 Temmuz 622 tarihi "Hicri-Kamerî Takvim" için "takvim başı" olarak kabul edilmiştir.
Bilindiği gibi Hz. Peygamber, Mekke şehrinde doğmuştur. Yüce Allah, O'nu burada peygamber olarak görevlendirmiştir.
Görevinin gereği olarak, "(Önce) en yakın akrabalarını uyar." (1) âyet-i kerimesi gereğince, yakınlarından başlamak üzere,
insanları İslâm'a davet etmeye başlamıştır. Kendilerini İslâm'a da'vet ettiği kimseler O'nu, el-Emin = güvenilir kişi olarak
tanıyorlardı. O'nun dürüstlüğü ve ahlâkî üstünlüğü üzerinde ittifak halinde idiler. Kendisinin Allah tarafından gönderilmiş ve
görevlendirilmiş Peygamber olduğunu duyunca, O'na inanmaya ve etrafında toplanmaya başladılar. Müslümanların sayısı
günden güne artıyor ve İslâmiyet hızla yayılıyordu. Ancak Mekke'de Kureyş kabilesinin ileri gelenleri bundan endişe duyuyor, toplum üzerindeki hâkimiyetlerini kaybedeceklerinden korktukları için O'na engel olmaya çalışıyorlardı. Bunun için
Peygamberimize ve O'na inananlara amansız düşman kesilmişlerdi. Müslümanlara zulmediyor, akıl almaz işkenceler
yapıyorlardı. Hz. Peygamber, Mekkelilerin kendisine ve Müslümanlara karşı takındıkları tavır karşısında, hiçbir zaman yılmadı, doğacağına kesinlikle inandığı İslâm güneşine, başka ufuklar aramayı düşündü.
Müşriklerin, tahammülü çok ğüç olan bu zulümleri karşısında, Mekke'de Müslümanlar korunamaz hale gemişlerdi. Bu sebeple
Müslümanların Medine'ye hicret etmeleri kararlaştırılmıştı. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) ; "Sizin hicret edeceğiniz yerin iki
kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi..." (2) diyerek, Müslümanların Medine'ye hicretlerine izin verdi.
Böylece Peygamberliğin 13'üncü yılının ilk ayı Muharrem'de (Temmuz 622) Medine'ye hicret başlamış oldu.
Kâbe'ye yapılan senelik hac görevi, Arap yarımadasının bütün noktalarından Arapları Mekke'ye getiriyordu. Hz. Peygamber,
bu sefer, kendisine sığınma imkânı ve peygamberlik vazifesini yerine getirme izni verecek bir kabile bulup, iknâ etmenin yollarını aradı. Birbiri ardınca, yanlarına gittiği onbeş kabilenin temsilcilerinin hepsi de az çok kaba bir şekilde kendisini geri çevirdiler.
Umudunu hiç kaybetmedi, son olarak yarım düzine kadar Medineli ile karşılaştı. Yahudi ve Hristiyanların komşuları olan bu
kişiler, Peygamberler ve ilâhi vahiyler kavramına yabancı değillerdi, üstelik onlar, bu kutsal kitap sahiplerinin, bir Peygamberin, son bir tesellicinin gelmesini beklediklerini de biliyorlardı. O yüzden bu konuda başkalarından önce davranmak fırsatını kaçırmak istemediler, derhal Hz. Muhammed'e inandılar, kendisine Medine'de diğer inananlar bulmaya çalışacakları ve gereken desteği vereceklerine dâir söz verdiler. Ertesi yıl oniki kadar Medineli kendisine bağlılık yemini ettiler ve İslâm'ı öğretecek bir öğretmen-dâvetçi istediler. Bu görevi üzerine alan Mus'ab, bu işte hayli başarılı oldu ve bir sonraki sene Mekke'ye hac sırasında yeni müslüman olmuş, yetmiş üç kişilik bir kafile gönderdi. Bunlar Hz. Peygamberi ve diğer Mekkeli Müslümanları kendi şehirlerine göç etmeye dâvet ettiler, onları koruyacakları ve kendi aile bireyleriymiş gibi bağırlarına basacakları sözü verdiler. Böylece Müslümanların en büyük kısmı gizlice ve küçük gruplar halinde Medine'ye hicret etti, (3) Kısa zamanda, Mekke'li Müslümanların hemen hepsi Medine'ye göç etti. Yanlızca Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali'yi, Hz. Peygamber Mekke'de alıkoymuştu.
Böylece İslâmiyet Medine'de de yayılmaya başladı. Bu durum Kureyş ileri gelenlerini daha da telâşlandırdı. Medine'nin
kuvvetli bir İslâm merkezi haline gelmesinin aleyhlerine olacağını anladılar. Konuyu tartışmak ve bir hal çâresi bulmak üzere
"Dâru'n - Nedve" denilen yerde toplandılar. Uzun uzun görüştüler ve tartıştılar. Sonunda kendilerine kurtuluş yolunu
göstermekten, dünya ve ahirette mutlu olmaları için çaba harcamaktan başka bir şey yapmayan, Peygamberimiz (s.a.s.)'i
öldürmeye karar verdiler. Kendilerince çok gizli olarak aldıkları bu karar ve plânlarından Kur'an-ı Kerimde şöyle
bahsedilmektedir; "İnkâr edenler, seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek, ya da sürmek için düzen kuruyorlardı. Allah düzen yapanların en iyisidir." (4)
Müşriklerin bu korkunç plânlarını Cebrâil (a.s.) Peygamberimiz'e haber verdi: "Bu gece, her zaman yatmakta olduğun
yatağında yatmayacaksın, evini terk edeceksin..." dedi. Böylece Hz. Peygamber'e hicret için izin verildi. Peygamberimiz Hz.
Ali'yi çağırdı: "Ben Medine'ye gidiyorum. Sen bu gece benim yatağımda yat, hırkamı üstüne ört. Müşrikler beni yatıyor
sansınlar, onlara bir şey sezdirme. Sabahleyin şu emânetleri sahiplerine ver. Ondan sonra sen de hemen gel" dedi.
Ortalık kararınca, Kureyş'in seçme cânileri evin etrafını sardılar. Sabahleyin evinden çıkarken hep birden saldırıp
öldüreceklerdi. Hz. Ali, Rasûl-i Ekrem'in yatağına yattı. Hz. Peygamber eline bir avuç kum alıp evini çeviren müşriklerin
üzerine saçtı. Saçılan kum taneleri, cânilerden her birine isâbet etmiş, hepsi de derin bir uykuya dalmışlardı. Peygamberimiz
(s.a.s.) "Yâ-sin " Süresi'nin şu anlamdaki âyetini okuyarak aralarından geçip gitti: "Biz onların önlerine ve arkalarına birer
sed çektik, böylece gözlerini perdeledik. Onlar artık elbette görmezler." (5)
Rasûlü Ekrem gece evinden ayrıldıktan sonra Kabe'yi tavaf etti. Sonra doğduğu yerden ayrılış hüznünü ifade eden şu sözleri
söyledi. "Ey Mekke! Sen Allah katında yeryüzünün en hayırlı ve en bana sevimli yerisin. Eğer çıkmak zorunda
bırakılmasaydım senden ayrılmazdım." (6) Ertesi gün öğle sıcağında Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Allah'ın emriyle beraber
Medine'ye hicret edeceklerini bildirdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Hz. Ebû Bekir'le birlikte Mekke'den çıkıp, Sevr Dağı'na gelerek oradaki
mağarada saklandılar. Kureyş'in araması bitinceye kadar, üç gün üç gece mağarada kaldılar. Hz. Peygamber'i ve Ebû
Bekir'i arayanlar, iz sürerek nihâyet Sevr'deki mağaranın ağzına kadar geldiler. Ayak sesleri ve konuşmaları içeriden
duyuluyordu. Hz. Ebû Bekir, başını kaldırdığı zaman onların ayaklarını görmüş ve heyecanla: "Ya Resûlâllah, eğilip baksalar,
bizi görecekler" demişti, bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Korkma, Allah'ın yardımı bizimledir. (7) İki yoldaş ki,
üçüncüsü Allah'tır, hiç endişe edilir mi?" buyurdu.(8)
Takipçiler Sevr dağına henüz çıkmadan, bir örümcek mağaranın ağzına ağ örmüş, bir çift beyaz güvercin yuva yapıp yumurt-
lamıştı. Bu durumda Kureyşliler, mağaranın içine bakmanın ahmaklık olacağını düşünerek bırakıp gittiler.
Resûlüllah'a ilk vahiy Hîra (Nûr) dağındaki mağarada gelmişti. Hiradaki mağara ile Serv'deki mağara arasında geçen müddet,
Hz.Peygamberin, Peygamberlik hayatının Mekke devrini teşkil etmişti. Sevr dağındaki mağaradan başlayan hicret ise, Mekke
devrinin sonu, Medine devrinin başlanğıcı olmuştur.(9) Hicret yolculuğunda Peygamberimiz, iki önemli takiple karşılaştı.
Müdliçoğullarından Surâka, Kureyş'in ilân ettiği mükâfatı ele geçirmek hevesiyle, kendi bölgelerinden geçmiş olan hicret
kafilesini tâkibe koyuldu. Atını dörtnala sürerek Resûlûllah'a ve arkadaşlarına yaklaştığı sırada atı sürçüp kapaklandı. Kendisi
de yere yuvarlandı. Yeniden atına binip koşturdu. Tam yaklaştığı sırada atının ön ayakları kuma saplandığı için, yine düştü. Atını
zorlukla kurtardı. Surâka'nın morali iyice bozulmuştu. Hz. Peygamber'den özür diledi. Yazılı bir emanname alarak geri döndü, diğer takipçileri de "ben aradım, boşuna yorulmayın, bu tarafta yok" diyerek geri çevirdi.
Eslemoğullarından Büreyde de, Kureyş'in ilân ettiği mükâfatı alabilmek için Resûlüllah'ı tâkibe başlamıştı. Fakat ilk görüşte
yanındakilerle birlikte müslüman oldu. Daha sonra başındaki beyaz sarığı çözerek mızrağının ucuna bağladı; "sizin gibi şanlı bir
kafile bayraksız gitmez. İzin verirseniz ilk alemdârınız olayım" diyerek tâ Kubâ Köyü'ne kadar bu şanlı Kâfileye bayraktarlık
yaptı.
Hz. Peygamber'in yola çıktığı Medine'de duyulmuştu. Bu yüzden Medineliler, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'i karşılamak üzere her
sabah şehir dışına çıkıp bekliyorlardı. 12 Rabîulevvel Pazartesi günü yine öğleye kadar beklemişler, sıcak bastırınca ümitlerini
kesip dönmüşlerdi. Bu esnâda bir iş için evinin çatısına çıkan bir Yahûdi, bir kafilenin uzaktan gelmekte olduğunu gördü ve
yüksek sesle:
"İşte günlerdir yolunu beklediğiniz devletli geliyor "diye haykırdı. Medineliler, bir bayram sevinci içinde yollara döküldüler.
Hz. Peygamberi Medine'ye yaya yürüyüşle 1 saat uzaklıkta Kubâ köyünde karşıladılar. Peygamberimiz burada, Amr b. Avf
oğulları'nda 14 gece misâfir kaldı. Bu esnâda Kur'an-ı Kerim'de "takvâ üzere yapıldığı" bildirilen Kubâ Mescidini binâ etti
ve burada namaz kıldı. (10)
Hz. Peygamber'den 3 gün sonra tek başına yola çıkmış olan Hz. Ali de gündüzleri gizlenip, geceleri yürüyerek, Kubâ'da iken
kafileye yetişti.
14 gün sonra, bir Cuma günü Peygamberimiz devesine bindi. Karşılamağa gelenlerle muhteşem bir alay içinde Medine'ye
hareket etti. Yolda "Sâlim b. Avfoğulları"na ait "Rânûna Vâdisi"nde öğle vakti oldu. Hz. Peygamber, burada arka arkaya iki hutbe okuyarak ilk cuma namazını kıldırdı. Bu ilk cuma hutbesinde, Sevgili Peygamberimiz, İslâm'ın bazı temel prensiplerine temas ettiği için, burada nakletmeyi faydalı görüyorum; Rasûl-i Ekrem, birinci hutbeye Allah'a hamd ve senâ ederek başladı ve şöyle devam etti:
"Ey insanlar, ölmeden önce Allah'a tevbe ediniz, fırsat elde iken iyi işlere koşunuz. Allah'ı çok anmak, gizli ve âşikar çok
sadaka vermek suretiyle O'nunla aranızdaki bağı kuvvetlendiriniz. Böyle yaparsanız, rızıklandırılır, yardım görürsünüz,
kaçırdıklarınızı tekrar elde edersiniz."
Biliniz ki, Cenâb-ı Hak, içinde bulunduğum yılın bu ayında, bugün şu bulunduğum yerde cuma namazını kıyâmete kadar,
üzerinize farz kıldı. Hayâtımda veya benden sonra -âdil veya zâlim- bir imamı olduğu halde önemsiz gördüğü veya inkâr ettiği
için, kim bu namazı terkederse, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin ve hiçbir işine hayır vermesin. Biliniz ki, böylesini,
tevbe etmedikçe, ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de herhangi bir iyiliği Allah katında bir değer taşır. Ancak, kim
tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder. (11)
Ey insanlar, âhiret için azık hazırlayıp önceden gönderin. Hepiniz ölecek ve sürünüzü çobansız bırakacaksınız. Sonra Rabbiniz
-arada tercüman veya perdedâr olmaksızın- bizzat:
-Sana benim peygamberim gelip haber vermedi mi? Ben sana mal vermiş, ihsanda bulunmuştum. Sen bunlardan âhiretin için ne
gönderdin, diye soracaktır. O kimse sağına, soluna bakacak, hiçbir şey göremeyecek. Sonra önüne bakacak, orada
cehennem'i görecek. Öyleyse yarım hurma ile de olsa, kendini ateşten korumaya gücü yeten, bunu yapsın. Buna gücü
yetmeyen, bâri güzel sözle kendini kurtarsın. Çünkü bir iyiliğe 10'dan 700 katına kadar sevap verilir. Allah'ın selâm ve
rahmeti üzerinize olsun".
Hz. Peygamber, birinci hutbeyi böylece bitirdikten sonra, ikinci hutbede de şunları söylemiştir:
"Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, ondan yardım dileriz. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü işlerimizden Allah'a
sığınırız. Allah'ın hidâyet verdiğini kimse saptıramaz. O'nun saptırdığını da kimse doğru yola koyamaz.
Allah'tan başka ilâh olmadığına şahâdet ederim. O birdir, eşi, ortağı ve benzeri yoktur. Sözlerin en güzeli, Allah Kitabı
(Kur'an-ı Kerim) dir. Allah'ın, kalbini Kur'an ile süslediği, küfürden sonra İslâm'a soktuğu, Kur'an-ı, diğer sözlere tercih
eden kimse felâh bulup kurtulmuştur.
Allah'ın sevdiğini seviniz. Allah'ı bütün kalbinizle (can ve gönülden) seviniz. Allah kelâmı Kur'an'dan ve zikrinden
usanmayınız. Allah'ın kelâmına karşı kalbiniz katılaşmasın.
Yalnız Allah'a kulluk edip, ibâdetinizde Ona hiçbir şeyi ortak yapmayınız. Ondan hakkıyla sakınınız. Yaptığınız iyi şeyleri
dilinizle doğrulayınız. Aranızda Allah'ın rahmet ve merhametiyle sevişiniz. Allah'ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun"(12)
Cuma namazından sonra Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine'ye hareket etti. Medine, tarihinin en önemli gününü yaşıyordu. Halk,
bayram sevinci içinde, Kubâ'dan itibâren yolu, iki taraflı doldurmuştu. Rasûl-i Ekrem'in anne tarafından akrabası olan
Neccâroğulları, O'nu karşılamaya gelmişlerdi. Ensâr'ın ileri gelenleri O'na yaklaşarak:Ey Allah'ın Resûlü! İşte evlerimiz, işte
mallarımız, işte canlarımız emrinize hazır" dediler. Peygamberimiz, onları taltif ve gönüllerini hoş ederek yoluna devam etti. Tam şehre gireceği sırada kalabalık o dereceyi bulmuştu ki kadınlar, damların üzerine çıkarak şöyle şiir söylüyorlardı:
"Veda tepesinin sırtlarından ay doğdu üstümüze,
Allah'a davet eden bulundukça şükretmek vacip oldu bize."
Küçük kızlar def çalarak şenlik yapıyorlar ve şu şarkıyı terennüm ediyorlardı:
"Biz Neccâr oğullarının kızlarıyız,
Ne mutlu bize Muhammed'in komşularıyız."(13)
Medine halkı, Resûlüllah (s.a.s.)'in gelişinden duyduğu sevinci, hiçbir şeyden duymamıştı. Herkes Peygamber Efendimizi, kendi
evinde misafir etmek istiyor, "Ey Allah'ın Rasûlü, bize buyurunuz..." diyerek deveyi durdurmak istiyorlardı. Hz. Peygamber ise, kimseyi gücendirmemek için devesini serbest bırakmıştı.
"Siz deveyi kendi haline bırakınız. O memurdur, emrolunduğu yere gider" diyerek dâvet edenlerden izin istiyordu. Nihâyet
deve, halen "Mescidü'n-Nebi"nin bulunduğu boş arsada çöktü, Rasûlüllah (s.a.s.) inmedi. Deve kalkarak birkaç adım
gittikten sonra geri dönüp ilk çöktüğü yere yeniden çöktü, bir daha kalkmadı. Hz. Peygamber, devenin üzerinden inerek:
"Akrabamızdan en yakın kimin evi?" diyerek etrafındakilere sordu. Hâlid b. Zeyd:
"İşte evim, işte kapısı, buyurunuz Yâ Rasûlâllah..." diyerek, Rasûl-i Ekrem'i dâvet etti. Peygamber Efendimiz böylece Hz.
Halid'in misafiri oldu. Bu misâfirlik, "Mescidü'n-Nebi" nin inşaatı tamamlanıncaya kadar yedi ay devam etti.
Rasûlüllahın hicreti Peygamberliğin 13'üncü yılında, 12 Rabiulevvel de olmuştur. Bu tarih, aynı zamanda Peygamber
Efendimizin 53'üncü doğum yıldönümüdür.
Hicretle, 23 yıl süren peygamberlik devrinin 13 yıllık "Mekke Devri" sona ermiş, 10 yıllık "Medine Devri" başlamıştır.(14)
Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine'ye geldiklerinde, burada yaşayan yabancılarla, dayanışma temeli üzerine bir antlaşma
imzalamıştı. Bu antlaşma, İslâm Dininin Müslüman olmayan topluluklarla barış içinde yaşamaya ve onlarla dâima iyi ilişkiler
içinde olmaya ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Yine Sevgili Peygamberimiz, Mekke'den gelen göçmenlerle Medine'li
Müslümanlar, yani "Muhacirler" ile "Ensar" arasında kardeşlik kurmuştu. Bu kardeşlik esasına göre, Medine'li
Müslümanlar mallarının yarısını göçmen kardeşlerine vermişlerdi ki, tarihte bu dayanışma ve yardımlaşmanın bir benzerini daha
göstermek mümkün değildir. Böylece, Medine şehrinde ilk İslâm topluluğu, kardeşlik ve dayanışma temelleri üzerine oluşmaya
başlamıştır.
Böylece Hicret, ilk Müslümanların, sıkıntılı günlerden kurtulmalarına ve kardeşlik esası üzerine kurulan toplum hayatına
kavuşmalarına vesile olmuştur.
Ayrıca İslâmiyet, Mekke şehri hudutları dışına Hicret'le taşmış ve bu güneş, dünyaya Medine ufuklarından yayılmıştır.
Yazımı "HİCRET" başlıklı aşağıdaki şiirle bitirmek istiyorum:
HİCRET

Mekke'yle Medine arası yollar;
Çizik çizik, hasret arası yollar.
Vardığı her nokta yine başlangıç;
Gitgide Allah'a varası yollar.
Mekke'yle Medine arası yollar.

Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin,
Yalnız iki çift nurdan güvercin.
Bunlar iki dostun ayakları ki,
Yolları göklere bağlayan perçin.
Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin.

Hicret, yurtdışında aranan destek
Dâvâ sahibine öz yurdu köstek;
Merkezi dışardan sarmaktır murad,
Merkezi çevreden fethidir istek.
Hicret, yurtdışında aranan destek.

İnsan kaçar, ufuk kaçar beraber,
Ufukta, varılmaz gâyeden haber.
O ki, eteğinde, ufuk ve gâye,
O ki, Gaye -İnsan, Ufuk- Peygamber.
İnsan koşar, ufuk kaçar beraber.


Ayakta, Medine Müslümanları,
İslâm'ın "Yardımcısı" kahramanları...
Rasûller Rasûlü uğruna fedâ
Malları, canları, hânümanları...
Ayakta, Medine Müslümanları

Medine DÖnemi
MEDINE DÖNEMI




Insanligin, cehaletin, sirkin ve putperestligin karanligindan ilâhi gerçeklerin aydinligina kavusup, ebedî kurtulusa erebilmesi için gönderilen son din olan Islâm'in örnek bir topluluk tarafindan nasil yasanacaginin ortaya kondugu ve insani insana köle olmaktan kurtaran, bunu bütün insanligi kucaklayacak s ekilde hakim kilmanin bir vasitasi olan Islâm'in devlet sisteminin kuruldugu Medine'ye hicretle baslayip, Resulullah (s.a.s)'in ölümüne dek süren on senelik teblig ve cihat dönemi.

Islâm, Resulullah (s.a.s)'in yirmi üç yillik bir tevhid mücadelesi sonucunda tamamlanmis, kemale ermistir. Bu tebligin, ilk ayetin vahyolusundan Resulullah'in Medine'ye hicretine kadar olan on üç senelik bölümü Mekke Dönemi* olarak adlandirilir. Mekke Dönemi, müslümanlarin takibata ugradigi, her türlü eziyet ve iskencenin onlara acimasizca reva görüldügü bir dönemdir. Allah Teâlâ, mustaz'aflardan olus an bu ilk inananlar toplulugunu insan tahammülünün ötesinde zorluklarla imtihan ediyor, kurulacak Islâm devletinin sarsilmaz temel taslari olmalari için ruhî bir hazirlik safhasindan geçiriyordu. Bu insanlar ayni zamanda kiyamete kadar gelecek müslüman nesillere, tagutlarin yildirma ve her türlü iskencelerine karsi nasil tahammül etmeleri gerektiginin örneklerini veriyorlardi.

Mekkeli müsrikler, inananlari susturmak için bütün yollari denemis, ancak uyguladiklari zalimce yöntemler neticesinde, iman edenlerin dinlerinden vazgeçeceklerini umduklari halde, onlarin imanlarinda daha da saglamlastiklarini ve kendilerine karsi koymada dirençlerinden hiç bir sey kaybetmediklerini görmüslerdi. Bu, onlarin tamamen sertlesmelerine ve müslümanlarin Mekke'de yasamalarini imkânsiz kilacak kararlar almalarina sebep olmustu.

Bir zaman sonra boykot edilen ve görüldükleri her yerde saldiriya ugrayan müslümanlar için Mekke'de barinma imkânlari tamamen ortadan kalkmisti. Bu insanlar, sirf rabbimiz Allah'tir dedikleri ve onlarin taptiklari saçma ilâhlarina tapinmayi reddettikleri için bütün bu zulümlere muhatap oluyorlardi. Peygambere tabi olan ve müslümanca yasamak için her seyini feda etmeye hazir bu insanlar imanlarindan dolayi zulüm görmeyeceklerini bildikleri Habesistan gibi uzak ve yabanci bir diyara hicret etmek zorunda kalmislardi. Ancak bu hicret Mekke'de dayanilmaz baskilardan bunalan Müslümanlarin bir an olsun rahatlayabilmeleri için, geçici bir çözüm olarak düsünülmüstür.

Bu arada kendisine iman etmedigi halde Resulullah (s.a.s)'i müsrik zorbalarin bütün saldirilarina karsi korumayi, her türlü zorlama ve tehditlere ragmen sürdüren amcasi Ebu Talib vefat edince onun yerine Hasimogullarinin basina Islâm'a karsi en acimasiz kimselerden biri olan Ebu Leheb geçmisti. Artik Resulullah için Mekke yasanmaz bir hale gelmisti. O, Mekke'de ilâhî merhamete karsi, kalpleri mühürlenmis müsriklerin her gün degisik türde saldirilarina maruz kaliyordu. Bunun üzerine o, kendisinin tebligine kulak verebilecek baska topluluklara yönelmek zaruretini hissetmisti. Bunun için ilk önce Taif'e gitmis, ancak orada kimseye birsey dinletemedigi gibi, tasa tutulmustu. O, Mekke'den ayrildigi zaman Ebu Leheb onu "toplum disi" ilân ederek tekrar Mekke'ye dönmesini de engellemek istemisti. Bu durumda birilerinin ona eman hakki tanimasi gerekiyordu ki, Mekke'ye girebilsin. Kendisini himayesi altina almak için müracat ettigi üçüncü kimse olan Mut'im Ibn Adiyy bu istegini kabul etmis ve tekrar Mekke'ye geri dönebilmisti. Tevhidî gerçekleri teblig görevine baslamasindan sonra çektigi onca izdirablara ve her geçen gün sistematik bir sekilde zorlasan güçlüklere ve kavminin azginliklarina ragmen o, Allah'in kelimesini yüceltmek için yilmadan ve hiç bir tehlikeden korkmadan sarsilmaz bir kararlilikla mücadelesini sürdürmüstür.

Resulullah (s.a.s), tevhid akidesini insanlara teblig etmede; Mekke panayirlarina ticaret ve cahilî âdetler üzere haccetmek için gelen yabancilari hedef almaya yöneldi.

Onlara Allah Tealâ'nin kendisine vadettigi gerçekleri bildirerek, kendisine sahip çikmalarini istiyordu. Resulullah onlara s öyle diyordu: "Beni himayeniz altina alin ve benim sözlerimi dinleyin; görürsünüz ki, Iran ve Bizans Imparatorluklarinin sahip ve efendileri sizler olursunuz". Ancak o, girdigi onbes çadirdan da red cevabi alarak kovulmustu. Neticede Allah Tealâ'nin takdir ettigi ve hidayetine lâyik gördügü bir grubu Akabe mevkiinde Islâm'a davet ettiginde, onlar hiç tereddüt göstermeden iman etmislerdi. Alti kisilik bu küçük topluluk, Medine'de sürekli mücadele halinde olan iki rakip kabileden Hazrec kabilesine mensup kimselerden olusuyordu. Bu alti kisi memleketlerine döndüklerinde, büyük bir heyecanla iman ettikleri yeni tevhidî dinlerini diger insanlara anlatmaya koyulmuslardir. Bir sonraki yil yine Akabe mevkiinde Resulullahla bulusan on iki Medineli'den onu Hazrecli ve ikisi de Evs kabilesindendi. Iste bu bulusmadadir ki, Medine döneminin temellerini olusturan ve tarihe birinci Akabe bey'ati olarak geçen bey'at gerçeklesmisti.

Resulullah (s.a.s), onlara dinin bir takim temel prensiplerini bildirmis ve bunlara uymalari konusunda onlardan kesin söz almisti. Resulullah (s.a.s), Islâm'i ögretmek için Mus'ab b. Umeyr'i onlara hoca tayin ederek Medine 'ye göndermisti. Bir yil sonra Mus'ab, Resulullah'a sundugu raporunda Medine'de Islâm'in konusulmadigi bir evin kalmadigini bildiriyordu.

Birinci Akabe Bey'atin'den bir yil sonra, yine ayni mevkide bu sefer, ikisi kadin yetmis üç kisiden olusan Medineli müslümanlarla bulusmus ve Ikinci Akabe Bey'ati olarak adlandirilan bey'at gerçeklestirilmisti. Bu bey'atla Resulullah Medinelilere, Medine'ye hicret etmek istedigini bildirmis ve kendisini bütün düsmanlarina karsi koruyacaklarina ve emrinden ayrilmayacaklarina dair kesin söz vermelerini istemisti. Medineli müslümanlar, Resulullah (s.a.s)'i savasta ve barista, her türlü tehlike ve tehditlere karsi koruyacaklarina dair söz vermislerdi.

Resulullah (s.a.s), Medine'de olus an Islâm cemaatini te skilatlandirmak maksadiyla her sop için bir baskan seçmis ve bunlarin hepsine birden, Es'ad Ibn Zürâre'yi baskan tayin etmisti.

Bu bey'attan sonra Resulullah (s.a.s)'a Medine'ye hicret emri verildi (Buharî, Menâkibul-Ensar, 45). Bunun üzerine Mekke'de bulunan müslümanlar küçük gruplar halinde Medine'ye gitmeye basladi. Kisa zaman sonra Mekke'de, yakinlari tarafindan engellenen kimseler ve Resulullah (s.a.s), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali'den baska kimse kalmamisti. Islam'in bu sekilde Mekke disina tasmasi, Mekke sehir devletini idare edenleri tedirgin etmisti. Çünkü onlar, Resulullah (s.a.s)'in Medine'de meydana getirecegi gücün ileride kendi müsrik yönetimlerine son verecek bir duruma gelmesinden korkuyorlardi. Zaten Hicret, Müslümanlar için bir kaçis degildir. Zira onlar Allah'tan baska korkulacak bir gücün varligina inanmiyorlardi. Onlar, Allah ve Resulünün emrettiklerine uyarak dinleri ugruna her seylerini feda etmislerdi. Bu hicret, Allah Teâlâ'nin tesbit etmis oldugu bir hareket stratejisinin uygulanmaya konmasindan baska bir sey degildir.

Tehlikenin boyutlarini kavrayan Mekke müsrikleri, önemli kararlarini almak için toplandiklari bir meclis olan Darü'n-Nedve'de bir araya gelerek Resulullah'i öldürme karari almislardi. Ancak onlar, Allah Tealâ'nin Resulünü korumakta oldugundan habersizdiler. Onlarin kurdugu komplo hiç bir ise yaramamis, Resulullah (s.a.s), Hz. Ebu Bekir (r.a) ile yaptigi tehlikeli bir yolculuktan sonra Medine'ye ulasmisti. O, ilk önce Medine'nin girisinde Kuba köyünde konaklamis ve burada bir mescit insa etmisti.

Kuba'da birkaç gün dinlendikten sonra Medine'ye hareket eden Resulullah (s.a.s)'i Medineli müslümanlar büyük bir cosku içerisinde karsilamis ve herkes, onu evinde konaklama serefine nail olmak için yarisa girmislerdi. O, basini bos biraktigi devesinin çöktügü bos arsaya en yakin olan Ebu Eyyub el-Ensarî'nin evine yerlesmisti.

Resülullah (s.a.s)'in Kübaya ulas masiyla Islâm vahyinin Mekke dönemi olarak adlandirilan ve kendine has bir özelligi olan dönemi kapaniyor ve Islâm'i insanlara ulastirip, onlarin müsrik zorbalarin tahakkümünden ve sirkin karanligindan kurtarmak için kuvvetin teskilatlandirilip, devlet sekline sokulmasiyla birlikte Resulullah (s.a.s)'in vefatina kadar on sene sürecek olan yeni bir dönem basliyordu.


ILK YAPILAN MESCID

Resulullah (s.a.s)'in ilk isi devesinin çöktügü arsayi sahiplerinden satin alarak buraya bir mescit insa etmek olmus tur. Mescid-i Nebî adi ile anilan bu mekânin Islâm devletinin olusumu ve yönetilmesinde gördügü fonksiyon oldukça büyüktür.


MESCIDU'N-NEBEVI

Resulullah (s.a.s)'in Medine'ye hicretinden hemen sonra ashabiyla birlikte bina ettigi mescit. Bu mescit, Mescid-i Resul, Mescid-i Serîf, Mescid-i Saadet ve Mescid-i Nebevî adlariyla da anilmaktadir. Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan sonra yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir.

Resulullah (s.a.s), Hicret yolculugunda kisa bir müddet Medine'nin disinda bulunan Kuba köyünde kalmisti. Bu esnada Kuba mescidi adiyla bilenen mescidi insa ettirmisti. Buradan yola çikip, Medine'ye girdigi zaman, Resulullah (s.a.s), misafir edip agirlama serefine nail olabilmek için herkes birbiriyle yarisa girmisti. Kendisini davet edenlere Resulullah (s.a.s); "Birakin deve serbestçe yürüsün. O bizi Allahin razi olacagi bir yere kadar götürecektir" diyordu. Deve bir süre yürüdükten sonra, iki yetim kardese ait bos bir arsaya çöktü. Buraya evi en yakin olan Ebu Eyyub el-Ensarî, Resulullah (s.a.s)'in esyalarini alip sevinçli bir halde evine tasidi (bk. Hicret mad.).

Resulullah (s.a.s)'in devesinin çöktügü bu arsa sahipleri olan Neccarogullarindan Sehl ve Suheyl hibe etmek için israr ettilerse de Resulullah (s.a.s) bunu kabul etmedi ve on dinar gibi sembolik bir meblag karsiliginda burayi satin aldi. Bu bedeli Hz. Ebu Bekir (r.a) ödedi.

Ibn Sa'd, Resulullah'in Medine'ye hicretinden önce Esad ibn Zurare'nin arkadaslariyla burada namaz kildigini, ayrica cuma namazlarini da burada kildirdigini nakletmektedir. Etrafi çevrili olan bu arsanin hemen bitisiginde, cahiliye insanlarinin gömülü bulundugu bir mezarlik vardi. Resulullah bu mezarligin kaldirilmasini istedi. Böylece mescidin insa edilecegi arsa genisletilmis oldu. Ayrica burada bulunan su birikintisi de yok edildi (Nesaî, Mesâcid, 12; Ibn Sa'd Tabakatül-Kübrâ, Beyrut, t.y, I, 239).

Bu arsa üzerinde hemen bir mescit bina edilmeye baslandi. Ensar, Muhacir ve diger gönüllü kimselerin de katildigi kalabalik bir isçi-usta toplulugu tarafindan yürütülen çalismalar sonunda mescit, kisa sürede bina edildi. Resulullah (s.a.s) çalismalari idare edip, mescidin kible tarafindaki temellerinin atilmasi ve diger planlamalari yapmakla yetinmeyip, çalismalara bir isçi gibi tas, kerpiç tasiyarak katilmistir. O, bu çalismalar esnasinda su beyitleri söylüyordu: "Allahim! Ahiret hayatindan bas ka hayat yoktur. Ensara ve muhacirûna magfiret et" (Ibn Sa'd a.g.e., I, 239-24I).

Temeller toprak seviyesine kadar tas, zeminden yukarisi ise kerpiç kullanilarak bina edildi. Temel yaklasik olarak bir buçuk metre derinliginde açilmisti.

Eni-boyu yüzer zira (bir zira =kirkbes santim) olmak üzere, kare seklinde insa edilen mescidin mihrabi Beytu'l-Makdis yönüne denk düsecek sekilde kuzey duvarinda isaretlenmisti. Üç tane kapidan biri güney tarafindaki arka duvarda, ikincisi bati tarafindaki duvarda, üçüncüsü ise Resulullah (s.a.s)'in hücrelerinin bulundugu dogu tarafinda idi. Bu kapiya Cibril kapisi denirdi.

Resulullah (s.a.s), ilk önceleri bir hurma kütügü üzerine çikarak hutbe okurdu. Bir zaman sonra bizzat Resulullah (s.a.s)'in istegi veya ashabin, cemaatin kalabaliklastigini ve arkadakilerin hutbe okurken onu göremediklerini bildirmeleri üzerine, bir kaç basamakli bir minber yapilarak, mescite yerles tirildi (Buhârî, Cuma, 26; Ibn Sa'd, a.g.e., I, 25I-251).

Hicretten on alti ay sonra Kiblenin yönü Beytullah tarafina çevrildigi zaman, güneydeki kapi kapatilarak, burasi mihrab yapildi, Kuzeydeki duvarda da bir kapi açildi. Mescitte namaz kilinan yerin üzeri açikti. Ancak mescitin ortasinda, hurma agacindan yapilan direkler üzerinde, hurma, dal ve yapraklarindan bir gölgelik yapilmisti.

Mescitin dogu tarafinda duvara bitisik olarak Resulullah (s.a.s)'in hanimlari Hz. Âise (r.anh) ve Hz. Sevde (r.anh) için, iki oda insa edilmisti. Ayrica yine mescite bitisik olarak, gündüzleri bir egitim-ögretim yeri, geceleri ise, evsiz kimseler ve misafirlerin barinmasi için "Suffa" denilen üzeri kapali bir bölüm eklenmisti. Resulullah (s.a.s)'e ait odalara, zamanla yedi oda daha eklenerek oda sayisi dokuza çikmistir. Bunlarin hepsi kerpiçten idi (Ibn Sa'd, a.g.e., I, 499).

Medine'de insa edilen bu mescit ayni zamanda, kurulan Islâm devletine ait bütün faal iyetlerin yürütüldügü bir merkez niteliginde idi. Resulullah, ashabiyla orada istisare eder, savas ve baris kararlarini orada alir, elçi heyetlerini orada kabul eder, savasa çikacak ordulari orada techiz ederek yola çikarir, topluma ait bütün meseleler orada çözüme kavusturulur, hatta gerektiginde suçlular ve esirler baglanmak suretiyle orada hapsedilirdi (Nesei, Mesâcid, 2I).

Egitim-ögretim faaliyetleri, mescitin "Suffa" denilen kisminda yerine getiriliyordu. Islâm ümmetinin nüvesini olusturan Ashab ve seç kin sahabe âlimler, Islâmda ilk üniversite sayilabilecek bu mekanda yetismis lerdi. Islâm'in esaslarini ögrenmek üzere Medine disindan gelenler için ayni zamanda bir yatakhane vazifesi görüyordu (Ibn Sa'd a.g.e., 255). Bir defasinda, Temim kabilesine mensup yetmis kisi burada barindirilmis idi (Ahmed b. Hanbel, III, 371).

Resulullah (s.a.s), burada bizzat dersler veriyordu. Ancak, yeni gelen ve baslangiçta olan ögrencilere okuma yazmayi ve Kur'an-i Kerim'i ögreten diger ögretmenler de bulunmakta idi. Medine'den ve uzak yerlerden olmak üzere burada okuyan ögrencilerin dört yüz kisi gibi bir sayiya ulastigi oluyordu. Burada barinanlarin ihtiyaçlarinin büyük bir bölümü, cömert sahabeler tarafindan kars ilanmaktaydi (M. Hamidullah, Islam Peygamberi, Istanbul, 198I, II, 832).

Medine'de bir evi ve ailesi olmayan fakir kimseler de Suffa'da yatip kalkiyor, ihtiyaçlarini buradan sagliyorlardi (Ibn Sa'd a.g.e, 255).

Mescid-i Nebevi, ilk insa edilisinden sonra bir takim genisletme faaliyetleri gördü. Hayber'in fethinden sonra Resulullah (s.a.s), mesciti bir miktar genisletmisti. Resulullah (s.a.s), vefatindan kisa bir müddet önce, Hz. Ebu Bekir'in kapisi hariç odalardan mescite açilan bütün kapilari kapattirmisti (Buhari, Ashab, 3). Resulullah (s.a.s) vefat ettiginde Hz. Âise (r.anha)'ye ait odada defnedilmistir.

Ilk ciddi genisletme, Hz. Ömer (r.a)'in hilâfeti zamaninda yapildi. Güney tarafindan bes, Bati ve Kuzey taraflarindan da onar metre ilave yapildi. Dogu tarafina ilâve yapilmadi ve Resulullah (s.a.s)'in hanimlarinin odalari oldugu gibi kaldi. Kuzey, dogu ve bati duvarlarinda ikiser tane olmak üzere, kapi sayisi altiya çikarildi. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer vefat ettiklerinde Peygamber (s.a.s)'in yanina defnedilmislerdir.

Hicretin yirmi dokuzuncu yilinda Hz. Osman (r.a), mesciti yeniden insa ettirdi. Duvarlari süslü tas ile yeniden örüldü. Tas sütunlar kullanilarak mescitin bir kisminin üzeri kapatildi. Kapilarinin sayisinda bir degisiklik yapilmadi. Bu yenileme ile mescitin genisligi yüz elli zira, uzunlugu ise yüz altmis zira'a çikmis tir (Ibnu'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, III,1I3; Suyütî, Tarihu'l-Hulefa, Beyrut 1986, 173).

Emevîler zamaninda, Medine Valisi Ömer b. Abdülaziz eliyle mescit yeniden insa ettirildi. Hicrî seksen sekiz'den, doksan bire kadar süren çalismalarla mescit, dogu, bati ve kuzey yönlerinden genisletilmisti. Peygamber (s.a.s)'in hanimlarinin odalari Mescide katilmis tir (Ibn Sa'd, a.g.e., I, 399). Resulullah (s.a.s)'in kabr-i serifleri Hz. Âise (r.anh) validemizin odasinda bulundugu için bu odanin sadece bir bölümü mescite dahil edildi.

Mescitin duvarlari tas ve kerpiç kullanilarak yapilmis ve mermerlerle kaplanarak süslenmisti. Tavani da Hindistan'da yetisen saac agaci ile örtüldü ve altin suyu ile yaldizlandi. Bu yenileme ile mescitin uzunlugu ikiyüz zira, genisligi de yüz altmis yedi zira çikmistir. Sütunlari mermerden yapilarak, sütun basliklari altinlarla süslendi. Eyvanlarin yapiminda taslar kursun kullanilarak birbirine geçirilip saglamlastirildi. Ravza-i Mutahhara (Resulullah (s.a.s)'nin kabrinin bulundugu yer)'in tavani saac agaci ile örtülerek yazilarla süslendi. Ilk olarak mihrab ve dört tane de minare yapildi.

Abbasîlerden el-Mehdî, Hicrî 162-778'de kuzey tarafindan genisleterek, üç yil süren çalismalarla mesciti yeniledi. Yine 2I2 (817) yilinda Me'mun, mesciti tekrar restore ettirdi.

576 (118I) yilinda en-Nasir Lidinillah, Resulullah (s.a.s)'den kalan degerli esyayi muhafaza etmek için mescitin sahninda kubbeli bir oda yaptirdi. Hz. Âise (r.anh)'in sakladiklarindan bulabildiklerini buraya koydu. Bunlar; Resulullah (s.a.s)'in vefat ettigi zaman giymekte oldugu çuhadan yapilmis rida ve izar, atlas kumas ile islemeli sal bir cübbe, Bürde-i Saadet, seccade, sancaklar, bir kisim resmi evrak ve Ashabdan bazilarina ait bir takim esyadan ibaretti.

654 (1256) yilinin Ramazan ayinin ilk cuma günü, kandilleri yakan kandilcinin ihmali, kutsal emanetlerin korundugu sahndaki kubbeli oda hariç, mescidin tamamen yanmasina sebep olmustu. Abbasîler'den el-Mu'tasim, 655 (1257) yili hac mevsiminde ustalar ve malzeme göndererek mescitin yeniden insa edilmesini sagladi. Yemen Meliki Muzaffer ve Misir Meliki Nureddin Ali Ibn Mu'iz'in de i stirak ettigi bu çalismalarla hücre-i nebeviye ve duvarlarin bir kismi yeniden yapilmisti. Melik Muzaffer, Yemen'de yaptirdigi sanat degeri çok yüksek bir minberi de Mescite yerlestirmisti. Ancak, imar isi tamamlanamamisti. 685 (1295)'de Baybars, yarim kalan insaati tamamladi ve küçük buldugu Melik Muzaffer'in minberini kaldirarak yerine, Misir'dan getirttigi daha büyük ve sanat bakimindan daha zarif bir minberi yerlestirdi. 886 (1481) Ramazaninin 13. günü minarelerden birine isabet eden yildirim, mescitin yanarak, duvarlarinin yikilmasina sebep oldu. Minber, mushaflar ve kitaplarin tamami yandi. Ravza-i Mutahhara ve sahndaki kubbeli oda bu yangindan zarar görmemisti.

Misir Memlûk Sultani Esref Kaytabay, Emir Sankar el-Cemalî'yi kalabalik bir usta kafilesiyle Medine'ye gönderdi.

Mescit biraz genisletilerek duvarlar ve minberler yeniden insa edildi. Mihrabi da biraz genisleterek, üzerini, çevresindeki direklerin basliklarina oturtulan bir Kubbe ile kapadilar. Ravza-i Mutahhara'nin duvarlari üzerine de bir kubbe oturttular. Bunun üzerini de sütunlarin tasidigi diger bir kubbe ile kapadilar. Sonra, Ravza-i Mutahhara ile kible duvari arasina, etrafini üç küçük kubbenin çevreledigi büyük bir kubbe yapildi. Yapilan diger bazi kubbelerle de mescitin bir kismi örtülmüs oldu. Yeniden yapilan mihrap, renkli mermerler ile süslendi. Rahmet kapisinin yaninda Medrese-i Mahmudiye adiyla anilan bir medrese insa edildi. Kaytabay, yapilan bu isler için yüzyirmibin dinar tahsis etmisti.

Osmanlilar döneminde Mescid-i Nebevî'nin bakimi titizlikle yerine getirilmis ve tezyin edilmistir. I. Mahmud, Ravza-i Mutahhara'nin üzerinde bulunan kubbeyi yenileyerek, koyu yesile boyadi. Bundan dolayi bu kubbe, Kubbetu'l-Hadra (yesil kubbe) adiyla anilir. Misir valisi Mehmed Ali Pasa da Mescid-i Nebevi'de birtakim restorasyon çalismalari yapmistir. Mescit, Abdulmecid tarafindan yeniden insa edilmistir. Abdulmecid'in bu is için seçtigi ustalar, Akik vadisinde bulunan Hedab denilen kayadan sütunlar ve taslar kestiler. Mesciti parça parça insa etmeye basladilar. Yani bir kismini yikiyor, yerini hemen yapiyorlardi. 1849-1861 yillari arasinda on iki sene süren insa çalismalari ile mescit yeni bastan insa edildi.

Mayis 1953'te baslatilan diger bir çalisma ile, ön kismi hariç yeni bastan insa edilerek bugünkü hale getirildi. Ilk imar edildiginde yakla sik 2475 m. kare büyüklügünde olan Mescid-i Nebî, tarih boyu süren çesitli insa faaliyetleri sonunda 12271 m. kare genislige ulasmistir. Bugün ise yeniden büyük genisletme çalismalariyla bu alan birkaç katina çikarilacak sekilde büyütülmüs bulunmaktadir.

Mescid-i Nebevî'nin Fazileti

Mescid-i Nebevi, Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan sonra, yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir. Bu konuda Resulullah (s.a.s)'den bir çok hadis varit olmustur.

Mescid-i Nebî'de, bir bölüm vardi ki, Resulullah (s.a.s) burayi Cennet bahçelerinden bir bahçe olarak nitelemistir. Ayrica minberini de ayni sekilde vasiflandirmistir.

Bir hadiste söyle denilmektedir:

"Resulullah, bir hurma kütügüne yaslanarak hutbe okurdu. Ashabdan biri söyle dedi: "Ya Resulullah! Senin için bir sey yapalim ki, cuma günü üzerine çiktigin zaman insanlar sizi görsün ve hutbenizi duyabilsinler" dedi. Bunun üzerine Resulullah; "olur" dedi. Üç basamakli bir minber yapildi. Daha önce yaslanip hutbe okudugu kütügü geçince, kütükten on aylik gebe devenin inlemesi gibi iniltiler gelmeye basladi. Resulullah onu eliyle meshetti ve ses kesildi (Buhârî, Cuma, 26; Nesaî, Cuma, 17; Ibn Mâce, Ikame, 199; Ibn Sa'd, a.g.e.,I, 239-254).

Resulullah (s.a.s), bu minberin üzerine çiktigi zaman söyle demisti:

"Evimle minberimin arasi Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim de Cennet bahçelerinin üzerindedir (Ahmed b. Hanbel, II, 36, 45I, 534; V, 41). Diger bir hadis de; "Evimle minberimin arasi, Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim havzimin üzerindedir" (Ahmed b. Hanbel, II, 236) seklindedir.

Minber hakkindaki baska bir hadis-i serifte de söyle buyurulmaktadir: "Minberimin ayaklari Cennet üzerindedir" (Ahmed, b. Hanbel, VI 289, 292, 318; Nesaî, Mesâcid, 8).

Bu hadisler, Mescid-i Nebevî'nin, Resulullah'in minberi de dahil olmak üzere, minberi ile evi arasinda kalan bölümün Cennet bahçelerinden birisi hükmünde oldugunu teyit ederek ortaya koymaktadir. Buna göre, burada bilinçli bir sekilde bulunan, namaz kilan veya baska bir ibadetde bulunan, yaptigi seyleri Cennet bahçelerinden birinde yapmis gibidir.

Yeryüzünde namaz kilmak ve ziyaret etmek maksadiyla yolculuga çikilabilecek üç mescitten birisi Mescidi Nebî'dir. Bir hadis-i serifinde Resulullah (s.a.s) söyle buyurmaktadir: "Üç mescitten baska bir yere (ibadet etmek için) özel olarak yolculuk yapilmaz: Mescid-i Horam, Mescid-i Aksa ve Benim mescidim" (Buharî, Fedâilü's-Salat, 1, 6).

Mescid-i Nebî'de kilinan namaz, diger mescitlerde kilinan namazlardan çok daha faziletlidir. Sa'd ibn Ebi Vakkas (r.a)'dan Resulullah (s.a.s)'in söyle söyledigi rivayet edilmektedir: Mescitimde namaz, Mescid-i Haram hariç, diger mescitlerde kilinan bin rekât namazdan daha hayirlidir" (Ahmed b. Hanbel, I,184); Baska bir rivayette "daha faziletlidir" (Hanbel, I, 16; Nesai, Mescid,4) buyrulur.

Bunun içindir ki, hac farizasini ifa etmek için bu topraklara yönelen insanlar, bir müddet Medine'de kalarak Mescid-i Nebî'de ibadet etmenin güzelliklerinden faydalanmaya çalisirlar.

Namazin disinda, diger hayirli ameller için de Mescid-i Nebevî üstün bir mahaldir. Orada yapilan her ibadet kat kat fazlasiyla mükafatlandirilir. Bunun böyle oldugunu vurgulamak için Resulullah (s.a.s) bir hadisinde, Allah yolunda cihat ile kiyas yaparak söyle buyurmaktadir: Mescitime bir hayri ögrenmek veya ögretmek için gelen, Allah yolunda cihat eden kimse gibidir. Bunun disinda gelen, baskasinin kazancini seyreden kimseye benzer" (Ahmed b. Hanbel, II, 418).

Resulullah (s.a.s), Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa yaninda kendi mescidinin konumunu bildirmek maksadiyla söyle demistir: Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Mescitim de mescitlerin sonuncusudur" (Nesaî, Mesâcid, 7). Bu hadisler, zikredilen bu üç mescitin disinda insa edilecek hiç bir mescitin, digerlerinden farki olmadigini ve fazilet bakimindan birbirine denk oldugunu da ortaya koymaktadir.

Resulullah (s.a.s), Medine'ye hicret ettigi zaman, burada Mekke'deki gibi bir devlet yoktu. Iki büyük Arap kabilesi olan Evs ve Hazrec'den baska, varliklarini bu kabileleri birbirine karsi çatistirarak sürdüren Benu Kaynuka, Benu Nadr ve Benu Kureyza adlarinda üç yahudi kabilesi bulunmaktaydi. Ayrica bu yahudi kabileleri arasinda da bir birlik yoktu. Bu anarsi ortami herkesi biktirmis oldugu için, bütün kabileler Abdullah Ibn Ubeyy'in Medine'de Kral ilân edilerek bir devlet otoritesinin kurulmasi yolunda bir karar üzerinde anlasmalarini saglamisti. Hatta bunun için bir krallik tacinin yapilmasi için de siparis bile verilmisti. Ancak henüz devlet tesekkül etmis degildi. Bu durum Resulullah'in isini kolaylastiriyordu. O, ilk is olarak, yahudiler ve diger müsrik Araplar da dahil herkesi toplayarak hazirladigi anayasa çerçevesinde bir devlet kurulmasini saglama yoluna gitti. Elli iki maddeden olus an anayasa, herkesin hak ve sorumluluklarini belirtirken ayni zamanda idarenin müslümanlarin elinde olmasini öngörüyordu (bu anayasanin maddeleri için bk. Muhammed Hamidullah, Islâm Peygamberi, Istanbul 198I, I, 22I vd.).

Medine'de müslüman nüfus azinlikta olmasina ragmen, kurulan devlet bir Islâm devleti niteliginde olup, bunun tabii ba skani da Resulullah (s.a.s)'dir. Daha önce Medine'de bir devlet yapisinin olmayisi, Resulullah (s.a.s)'in Islâm devletini kurup hiç kimse ile bir çati smaya girmeden onu istedigi gibi teskilatlandirmasini kolaylastirmis ti. Ancak Islâm devletinin kurulmasiyla kralligi suya düs en Abdullah Ibn Ubeyy zahiren iman etmi s gözükerek, Medine Islâm devletini sabote etmek için var gücüyle çalisiyordu. Münafiklarin lideri konumunda bulunan Ibn Ubeyy, Medine dönemi boyunca, müslümanlari sikintiya sokan etkili nifak hareketlerinin tezgâhlanmasinda oldukça büyük rol oynamistir.

Mekke'den her seylerini terkederek Allah yolunda hicret eden muhacirlerin Medine'deki yasayislarini kolaylastirmak ve sosyal hayata adapte etmek için Resulullah (s.a.s), her bir muhaciri bir Ensarla kardes ilân etmis ve bu kardeslik birbirine mirasçi olmak kadar ileri götürülmüstü. Bu olay tarihe "Muahat" * adiyla geçmis ve Ensar'in Allah yolunda, din kardesleri için hiç tereddüt etmeden ne kadar büyük fedakârliklarda bulunduklarini ortaya koymustur.

Artik, Mekke'de sadece bir cemaat statüsünde olan müslümanlar Medine'ye hicretle devletlerini kurmus, bu da Islâm'in teblig stratejisinde önemli degisiklikleri beraberinde getirmisti. Mekke döneminde savas ferdi olaylara itiraz edilmemekle birlikte genel anlamda yasaklanmisti. Bu dönemin tabiati bunu gerektirdigi için Allah Tealâ, onca iskence ve saldirilara ragmen müsriklere karsi silahla karsilik verilmesine izin vermemisti.

Ikinci Akabe Bey atinin pesinden, Ensar'dan Abbas ibn Ubade; "Ya Resulullah, izin ver sana eziyet eden müsrikleri kiliçtan geçirelim" dediginde Resulullah (s.a.s): Henüz bununla emrolunmadik, arkadaslarinizin yanina dönün" buyurmustu (Ahmet b. Hanbel, III, 462).

Hicretle birlikte, devletin kurulmasindan hemen sonra, Allah Teâlâ inananlara I'lay-i Kelimetullah için kiyamete kadar sürecek cihatin kapisini açiyordu: "Zulme ugratilarak kendilerine savas açilan kimselerin karsi koyup savasmasina izin verilmistir. Allah onlara yardim etmeye elbette kadirdir" (el-Hac, 22/39).

Mekkeli müsrikler, hicretten sonra, kendileri açisindan durumun vahametini anladiklari için Medineliler'den, Resulullah (s.a.s)'i öldürmeleri, en azindan Medine'den sürmelerini istiyorlardi. Bu yapilmadigi takdirde Medine'yi isgal edecekleri tehditlerini savuruyorlardi. Resulullah (s.a.s), Medine'deki küçük müslüman toplumu teskilatlandirmaya gayret gösterirken, sinirlari tespit edilmis ve henüz bir sehir devleti niteligindeki bölgenin disinda kalan gayrimüslim kabilelerle ittifak veya saldirmazlik antlasmalari yaparak disardan gelebilecek bir tehlikeyi karsilayacak bir ortam hazirlamaya çalisiyordu. Ancak burada önemli olan husus, müslümanlar, planlarini savunmaya degil, Islâm tebliginin aktif olarak diger insanlara da ulastirilmasi üzerinde yapildigidir. Bunun için askerî gücün kaçinilmazligi açiktir. Bundan dolayidir ki Hicret, sadece Mekkeli müslümanlarin Medine'ye intikali ile sinirli tutulmamis, nerede olursa olsun iman eden herkesin Medine'ye hicreti farz kilinmistir. Mekke'nin fethine kadar geçerli kalan bu hüküm, Mekke'nin fethiyle artik gerek kalmadigi için kaldirilmistir.

Resulullah (s.a.s), siyasî, sosyal ve cihatla alakali inen ayetleri, Mescid-i Nebi'de ashabina ögretiyor, ayrica Mescid-i Nebi'ye eklenen ve Islâm ögretiminin ilk üniversitesi mahiyetiniz olan Suffa'da yetismis ashabin katilimiyla bu egitim faaliyetleri bütün müslümanlari kapsayacak sekilde yerine getiriliyordu.

Bu teskilatlanma ve egitim çalis malari yaninda Islâm devletinin en önemli düsmani olan Mekkeli müsrik güçlere karsi silahli bir faaliyetin hazirliklari da yapiliyordu. Resulullah (s.a.s), Hicretten yedi ay sonra, Mekkeli müsriklere ait ve basinda Ebu Cehil'in bulundugu bir ticaret kervanini vurmak için Hz. Hamza komutasinda otuz kisilik bir birligi Medine'den yola çikardi. Ancak her iki tarafin da müttefigi olan Mecdi b. Amr'in araya girmesiyle, savas pozisyonu alan kuvvetler savasmadan ayrilmislardi.

Bu olaydan bir ay sonra, altmis kisilik bir kuvveti Ubeyde b. el-Haris komutasinda yine Mekke kervaninin yolunu kesmek için göndermisti. Seniyyetül-Murre mevkiinde karsilasan kuvvetler arasinda yine ciddi bir çatisma meydana gelmemisti. Bununla birlikte, Mekke müsrikleri ile müslümanlar arasinda tam bir savas hali yasaniyordu. Bunun için, bu kervanlara yapilan saldirilar, basit birer yol kesme hareketi degildi. Müs riklere ait ticaret kervanlarinin Islâm devletinin nüfuz bölgelerinden geçmesi engellenerek, savas halinde bulunan güçlerin ekonomilerinin çökertilmesi hedefleniyordu. Ayrica bu küçük çapli askerî operasyonlarla müslümanlarin savas yeteneklerinin gelistirilmesi ve tecrübe kazanmalarini saglayarak, ilerdeki büyük savas lar için Islâm o rdusunun alt yapisi olusturulmaya çalisiliyordu.

Hicrî birinci senenin sonunda Sa'd b. Ebi Vakkas komutan tayin edilerek, yirmi kisilik bir kuvvetle el-Harrar bölgesine gönderilmisti. Ancak, Mekke kervani bir gün önceden burayi terkettigi için yine bir çatisma olmadan Medineye dönülmüstü.

Hicrî ikinci senenin Sevval ayinda, ikiyüz kisilik bir kuvvetle Resulullah (s.a.s)'in bizzat askerî sefere çiktigi görülmektedir. Bedir yakinlarindaki Vaddan bölgesine kadar giden Resulullah (s.a.s), bu bölgede oturan Benu Damra kabilesi ile bir saldirmazlik antlasmasi yapmisti. Bundan bir ay sonra Resulullah (s.a.s), ikiyüz kisilik bir kuvvetle Medine'nin kuzey bati tarafinda bulunan Buvat bölgesine gitti. Mekke kervanlarini siki bir takibe alan Resulullah (s.a.s), çiktigi seferler esnasinda bir takim kabilelerle. antlasmalar akdediyor ve Medine etrafindaki kabileleri Mekkeli müsriklere karsi kendi tarafina aliyordu.

Bu arada, Sam ticaret yolunun müslümanlar tarafindan kontrol altina alinmasi Mekke müsriklerinin tedirginligini oldukça artirmisti. Hicri ikinci yilin Cemaziyel-Ahir ayinda, Kurz b. Cabir'in komutasindaki Mekkeli bir birlik Medine'nin dis mahallelerine baskin düzenlemis ve buralari yagmalamisti. Medine'ye henüz dönmüs bulunan Resulullah (s.a.s), bu Mekkeli birligi yakalamak için peslerine düstüyse de, kaçip gittiklerinden onlara yetismesi mümkün olmamisti. Bu olay müslümanlar için üzüntü verici olmustu. Bunun üzerine Mekke'den bir kervanin yola çiktigi haberi alininca Resulullah (s.a.s), hemen Medine'nin güney bati tarafinda bulunan Benu Damra arazisine dogru yola çikti. Burada Müdlic kabilesine mensup olup, hicret esnasinda Resulullah (s.a.s)'i yakalamak isteyen, ancak sonra iman eden Suraka Resulullah (s.a.s)'i kabile mensuplari ile birlikte büyük bir cosku ile karsilamisti. Suraka'nin müslümanlari agirlamasi esnasinda Mekke kervani savusup gitmisti. Bu sefer esnasinda savasçilarin sayisi yüz elli kisi kadardi.

Suriye'ye giden kervanin yolunun kesilmesini saglamak için Resulullah (s.a.s) iki kisiyi istihbarat maksadi ile Suriye'ye göndermisti. Ayrica oniki kisilik bir birligi Abdullah b. Cahs komutasinda, Mekke devletinin müslümanlar hakkinda tasarladiklari planlari ögrenmek için tehlikeli bi r görevle -Mekke'nin güneyinde,. Mekke ile Taif arasinda bir yer olan Nahle mevkiine gönderdi. Bu birligin gittigi yerin gizliligini muhafaza için görevlerini bildiren mühürlü talimatin iki gün yol alindiktan sonra açilmasi emredilmisti. Bu birlik Nahle bölgesine geldiginde Mekkelilere ait üzüm ve deri yüklü bir kervanla karsilasti. Görevi sadece haber toplamak olan birligin komutani Abdullah Ibn Cah s, bu kervana saldiri emri vermis sonuçta bir müsrik öldürülmüs, iki esir alinmis ve kervandaki mallara ganimet olarak el konmus tu. Islâm devletine ait askerî birlikler düsmanla ilk defa ciddi bir çatismaya girmis oluyordu.

Sam tarafina gitmis olan kervanin dönüste ele geçirilmesi için hazirliklara girisildi. Bu kervanin yakalanmasi çok önemliydi. Çünkü Mekkeli müsrikler, Medine'de gün geçtikçe güçlenen Islâm devletine nihai darbeyi vurup ortadan kaldirmak için gerekli olan finansi saglamak gayesiyle Ebu Süfyanin liderliginde bu büyük kervani Suriye'ye göndermislerdi. Bu kervanin dönüs haberi Medine'ye ulasinca Resulullah (s:a.s), Ebu Lübabe'yi Medine'de vekil birakarak, Hicri ikinci yilin Ramazan ayinda üçyüz kisiden olusan ashabiyla birlikte yola çikti. Bunu ögrenen Ebu Süfyan, kervani kurtarmak için güzergah degistirirken, ayni zamanda durumu Mekke'ye bildirerek acilen yardim yetistirilmesini istemisti.

Böyle bir firsati kaçirmak istemeyen Ebu Cehil Mekke'de dolasarak halki galeyana getirmeye çalisiyordu. O, topladigi bin kisilik kuvvetin basina geçerek Medine'ye dogru yola çikmis ti. Islâm ordusu Zefiran denilen yere geldiginde, Mekkeliler'in kalabalik bir ordu ile yola çiktiklari ha beri Peygamber'e ulasmisti. Diger taraftan Ebu Süfyan kervani kurtarmis ve tehlikeyi atlattigini yola çikmis bulunan Mekke ordusuna bildirmisti. Ancak Ebu Cehil, yakaladigi bu firsati degerlendirmek için yoluna devam etti. Ashabiyla bir durum degerlendirmesi yapan Resulullah (s.a.s), onlarin Allah yolunda savasmadaki kararliliklarini görünce kendi ordusundan üç kat daha kalabalik müsrik güçlerle savas karari alinarak yola devam edildi. Bedir mevkiine gelindiginde, vaziyet almis durumdaki düsman ordusuna karsi mevzilendi.

Bu savas Islâm'in kaderini belirleyecek bir mahiyet arzetmekte idi. Bu savas ya kazanilacakti veya üç yüz kahraman mücahitle birlikte Islâm risaleti tarihe kari sacakti. Durumun ciddiyetini, Resulullah (s.a.s)'in Rabbine yaptigi su tazarru açikca ortaya koymaktadir: "Allah'im, vadettigin yardimini bugün lütfet. Ey Rabbim, bugün su küçük ordu yok olup giderse yeryüzünde sana kulluk eden kimse kalmayacak".

Allah Tealâ bu esnada mü'minlere zaferi müjdeleyen su ayeti vahyediyordu:

"Bütün bu toplananlar (müsrikler) hezimete ugrayacak ve arkalarina dönüp kaçacaklardir" (el-Kalem, 68/45).

17 Ramazan günü (13 Mart 624) yapilan savasta Allah Teâlâ'nin vadi gerçeklesmis ve düsman ordusu büyük bir hezimete ugratilmisti. Ebu Cehil ve diger bir grup ileri gelen müsrikler de dahil yetmis müsrik öldürülmüs, çok sayida da esir alinmisti. Islâm ordusunun verdigi sehit sayisi ise on dört kisiydi (bk. Bedir Gazvesi).

Bedir savasi, Medine Islâm devletinin temellerini saglamlastirmis, inananlara büyük moral gücü kazandirmisti. Artik bu savasla hak batila üstün gelmis, küfrün, s irkin ve putperestligin yeryüzünden silinip atilmasi için Islâm cihati mesalesi tutusturulmustu.

Bedir'den Medine'ye dönüldügü zaman, Islâm'a duyduklari düsmanliktan dolayi içlerini kemiren ve müslümanlarin kazandigi bu büyük zaferi hazmedemeyen ve kahrolan yahudiler, düsmanliklarini açiga vurmaya ve degisik yollarla müslümanlara satasmaya baslamislardi.

Iffetsiz bir kadin sair olan Asma binti Mervân ile Ebu Afek adindaki yahudi sairler, Islâma karsi haddi astiklari için öldürülmüslerdi. Yahudi kabileler içinde düsmanliklarini ilk önce açiga vuran Kaynuka yahudileri, Bedir zaferini küçümsüyor, sebebini, Mekkeli araplarin savas bilmemelerine baglayip; "bizimle karsilassalar da savas nasil olurmus görseler" diyerek müslümanlari hafife aliyorlardi.

Bir müslüman kadinin yahudiler tarafindan saldiriya ugramasi üzerine çikan olaydan sonra Resulullah (s.a.s), Kaynukaogullarina savas ilân etti. Müslümanlara karsi büyüklenen bu yahudi kabile, tiynetlerindeki korkakliklarindan, sarfettikleri sözleri unutup kalelerine kapanmaktan baska ça! re bulamadilar. Müslümanlarla çatisma cesaretini gösteremeyen Kaynukaogullari teslim olmalari üzerine Medine'den sürülüp çikarildilar (bk. ; Kaynukaogullari).

Gelisen olaylar çerçevesinde Allah Teâlâ, sosyal, iktisadî, siyasî konulardaki ayetlerini, hikmetine binaen bir nüzul sebebi çerçevesinde gönderirken, Islâm savas hukukuna dair tesrii de olusmaya baslamisti. Islâm, canli bir hayat dini oldugu için, inen hükümler hemen toplum hayatina yansitiliyor ve müslümanlar tarafindan hazmedilerek, yasayislarini onlara göre düzene koyuyorlardi. Islâm tebliginin Mekke safhasi, nasil ki kiyamete kadar sürecek tevhid mücadelesinde insanlara örnek te skil etsin diye Allah tarafindan o seçkin topluluga yasatilmissa, Medine dönemi de, kiyamete kadar müslümanlarin ferdi yasayislarindan devlet düzenine kadar her seyleri için örnek olsun diye, yine o seçkin sahabeler topluluguna yasatilmakta idi.

Bedir savasindan sonra Resulullah, Mekke müsrikleriyle müttefik konumundaki müsrik kabilelere karsi akinlara girismisti. Bedir'de müslümanlarin elde ettigi zafer ve Kaynukaogullarinin ihanetlerine karsilik sürülmeleri, geri kalan yahudileri çileden çikarmisti. Bütün peygamberlere ihanet eden bu kavim, Resulullah (s.a.s).ile yaptigi antlasmaya aykiri olarak Mekke müsrikleriyle gizliden gizliye komplolar hazirlamaya giristi. Yahudi liderlerinden sair Ka'b b. Esref, Bedir zaferini duydugu zaman üzüntüsünden;

"Bugün yerin alti üstünden yegdir" demistir. Bu adam Mekke'ye gidiyor ve Bedrin intikamini almalari için onlari harekete geçirmeye çalisiyor, yahudilerin kendilerine yardim yapacagina dair taahhütlerde bulunuyordu. Düsmanlikta alenî davranan ve ileri giden bu yahudi öldürülerek fesati engellenmisti.

Bedir maglubiyetini bir türlü hazmedemeyen ve öfkeden çilgina dönen müsrikler, intikam almak için hemen hazirliklara girismislerdi. Bedir öncesi, Ebu Süfyan'in Mekke'ye ulastirdigi kervandan herkes sadece sermayelerini almis, kervanin 250.000 dirhem tutarindaki toplam kâri ordu teskilinde harcanmak için ayrilmisti. Mekke disindaki bir çok kabileye heyetler gönderilerek para karsiliginda asker toplama yoluna gidildi. Ordunun mümkün oldugu kadar büyük ve kalabalik olmasi gerekiyordu. Zira Medine'ye dogru yürüme cesaretini ancak bununla kendilerinde bulabilirlerdi.

Bedir Gazvesi
BEDIR GAZVESI




Islâm devletinin Medine'de kurulmasindan sonra müslümanlarla müsrikler arasinda meydana gelen ilk savas. Bu savasa, yapildigi kasabanin adiyla anilarak, Bedir Gazvesi denilmistir.

Bedir kasabasi Medine'nin 120 km. kadar güneybatisinda ve Kizil Deniz sahiline 20 km. uzakliktadir. Bedir, Mekke'den gelip Medine'den geçerek Suriye'ye kadar uzanan yol üzerinde olup, Mekke-Medine arasindaki konak yerlerinden biri idi. Bedir halki kasabalarina ugrayan ticaret kervanlarina verdikleri hizmetler karsiliginda elde ettikleri kazançlarla geçinirlerdi. Ayrica her yil Zilkade ayinda burada kurulan bir panayir kasaba halkina önemli gelir saglardi. Bedir kasabasinin Islâm savas tarihinde önemli bir mevkii vardir. Hz. Peygamber (s.a.s.) müsriklerle çarpismak üzere buraya üç defa gelmisti. Birincisine ilk Bedir Gazvesi adi verilir. Savasa henüz izin verilmedigi dönemlerde Mekkeli müsrikler müslümanlara saldirilarina devam ediyorlardi. Fakat hicretin altinci ayindan sonra cihat izni verilince artik müslümanlar kendilerini ve Islâm devletini koruma imkâni bulmuslardi. Bir ara müsrikler o sirada henüz müslüman olmamis olan Kürz b. Câbir'in kumandasi altinda bir askerî birlik gönderip Medine'nin çevresine saldirtmislardi. Kürz ve yanindaki müsrikler Medine'nin güneyinde Cemmâ denilen yere gelip müslümanlarin sürülerine saldirmis ve yagmalamislardi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s.) Medine'de Zeyd b. Hârise'yi devlet baskanligina vekil tayin edip bir grup müslümanla Sefevan vadisine kadar ilerledi. Kürz ve adamlarini takip eden Hz. Peygamber, müsriklerin izlerine rastlamayip Medine'ye geri döndü. Bu gazveye ilk Bedir Gazvesi adi verilir. Peygamber, hicretin ikinci yilinda Rabîü'l-evvel (623 Eylül) ay'i baslarinda bu sefere çikmisti.

Müslümanlarin her seylerini Mekke'de birakip Medine'ye hicret etmeleri müsriklerin Islâm'a ve müslümanlara olan kinlerini dindirmemi sti. Hatta müslümanlarin Medine'de devletlerini kurup yerlesmeleri Mekkeliler'e çok agir gelmisti. Müs rikler Islâm'in bu ba sarisini hazmedemeyip mutlaka durdurmak için yollar aramaga basladilar. Hicretten önce Abdullah b. Übey b. Selül adindaki kabîle reisi Medine'de taç giyip kral olmak üzere idi. Fakat akrabalarinin ve destekçilerinin büyük bir kismi müslüman olup Hz. Peygamber (s.a.s.)'i sehirlerine davet edince, artik burada bir Arap devleti degil Islâm devleti kurulmustu. Bunu bir türlü içine sindiremeyen Abdullah b. Übey, etrafindaki bazi adamlariyla birlikte Islâm'a girdiklerini söylemislerse de asla içten iman etmemis, münafikliklarini sürdürmüslerdi. Bunu firsat bilen Mekkeli müsrikler eski dostlari olan Ibn Übey'e bir mektup yazarak söyle demislerdi: "Siz bizimkileri barindirdiniz. Ya siz Muhammed'i öldürür veya yurdunuzdan çikarirsiniz; yahut biz hepimiz toptan gelip üzerinize saldirir erkeklerinizi öldürür kadinlarinizi esir aliriz."

Hz. Peygamber ve arkadas larinin Medine'ye gelmeleriyle kralligi engellenen Abdullah b. Übey, etrafindaki münafiklarla Islâm'i içten yikmaga çalisiyordu . Onun gayesi gayet açik idi. Krallik isteyen bir adam Islâm devletinde ve Peygamber'in baskanliginda barinamazdi. Münafiklar, dünya ve dünya çikarlarinin pesine takilmis müsriklerle isbirligi yaparak, Islâm'in Medine'deki hâkimiyet ve devletini yikmaga ça lisiyordu.

Müslümanlar, müsriklerle münafiklarin kurduklari bu isbirligini haber aldilar. Mekkelilerin gönderdigi bu mektup onlarin ve Medine'deki münafiklarin gayelerini gayet açik bir sekilde ortaya koyuyordu.

O bakimdan, müslümanlar çok dikkatli idiler. Bu düsmanlardan gelebilecek saldiriya hazirdilar. Resulullah ilk tedbir olarak, Medine-i Münevvere çevresine küçük müfrezeler gönderdi. Bu müfrezeler, Kureys'in ticaret kervanina engel oluyor ve Medine çevresindeki kabîlelerle baris anlasmalari yapip, Medine-i Münevvere'nin güvenligini sagliyordu.

Hamza b. Abdülmuttalib, Ubeyde b. Hâris ve Sa'ad Ibn Ebi Vakkas (r. an.) gibi ileri gelen sahabiler, bu müfrezelerin ba sinda görev yapmislardi. Bunlar kan dökmemege dikkat ediyorlardi. Yalniz Abdullah b. Cahs (r.a.) müfrezesi Bedir'den önce düsmanla çarpisan ilk Islâm seriyyesidir. Bu hadisenin savasilmasi haram aylardan Recep ayinin son gecesinde olmasi, müsriklerin dedikodusuna sebep oldu. Bu olay üzerine, haram aylarda savasmak hakkinda aâyetler nazil oldu. Bu ayetlerde, müslümanlara, cihat izninin verilecegine dair müjdeler vardi. Ve hemen ardindan da savasa izin veren ayetler geldi.

"Kendileriyle savasilan (mü'min)lere izin verildi. Çünkü onlara zulmedilmistir. Ve Süphesiz Allah, onlara yardim etmege kadirdir. " (el-Hacc, 22/39).

"Ey inananlar, korunma tedbirleri alin; bölük bölük veya hep birlikte savasa gidin." (en-Nisâ, 4/71).

"(Yeryüzünde) hiçbir kötülük kalmayincaya ve din tamamen Allah'in oluncaya kadar onlarla savasin. Eger vazgeçerlerse muhakkak Allah, ne yaptiklarini görmektedir. " (el-Enfâl, 8/39)

Bu ayetler, müslümanlari, müsriklerden yillarca gördükleri iskencelere karsi intikam almaya tesvik ediyor; zalimlerden, Allah'in hâkimiyetini gasba yeltenmis müstekbirlerden bu hâkimiyetin alinarak Allah'a iade edilmesini ve hükmün Allah'a ait oldugunun onlara gösterilmesini istiyordu. Bunun için de müslümanlarin gerekli tedbirler alarak ve korunarak savasmalarini istiyordu. Bu ayetlerdeki istek elbette Cenâb-i Hakk'a aitti. Eger insanlara ve Resule ait olsaydi zaten onlar yillarca önce savasmak ve zulme isyan etmek istemislerdi. Ancak, zulme isyan Allah'in ölçülerine ve rizasina uygun yapilmali ve bir zulüm kaldirilirken yerine bas ka bir zulüm ikame edilmemeliydi. I ste Medine'deki Islâm toplumu bunu anliyordu. Müslümanlar iste bunun için müsriklerle savasmayi göze almislardi.

Mekkeli müsrikler defalarca müslümanlari tehdit edip, onlara Medine-i Münevvere yakinlarina kadar gönderdikleri çapulcu birlikleri eliyle zararlar veriyorlardi. Son zamanlarda Ebû Süfyân'in da ortakligiyla olusturulan bir kervan Suriye'den mallar getirecek ve bununla müslümanlara son ve kesin darbe indirilecekti. Bunu haber alan Resulullah (s.a.s.), durumu ashabiyla istisare etti. Bu kervanin Mekke'ye ulasmasina engel olunmasi karari alindi. Bu kararin uygulanmasi asamasina gelindiginde Ebu Süfyan durumdan haberdar oldu ve Damdam b. Amr el-Gifârî'yi Mekke'ye göndererek Kureys'ten yardim istedi.

Ebu Cehil bu firsati kaçirmak istemediginden Kâbe'ye kostu. Müsrikleri müslümanlara karsi savasa tesvik etti. Tellâllar çikararak Mekke sokaklarinda bagirtti. Eli silâh tutan herkes bu müsrik ve putperest orduya katildi. Hatta Resulullah'in müsrik olan amcasi Ebu Leheb, kendisi gidemeyecek kadar hasta oldugu için yerine ücretle bir kiralik asker gönderdi.

Resulullah hicretin ikinci yili Ramazan ayinin sekizinci günü Abdullah Ibn Ümmü Mektum'u Medine'de kalan yasli ve hastalara namaz kildirmak üzere görevlendirdi. Yahudilerin karisiklik çikarmasindan süphelendikleri için Ebu Lübabe'yi de Medine'de yönetimin basinda vekil birakti.

Müslüman ordusunun sayisi üçyüzbes kisi idi. Bunlarin seksenüçü Muhacirlerden, altmisbiri Evs'den, geri kalanlari da Hazrec kabilesinden idiler. Muhacirlerden yalnizca Osman b. Affân (r.a.), hanimi Resulullah'in kizi Rukiye agir hasta oldugu için Medine'de kalmisti. Kendisi de ayrica rahatsizdi.

Müslümanlarin yalniz üç atlari ve yetmis develeri vardi. Bineklerine sirayla binmek zorundaydilar. Zefiran denilen yere geldiklerinde, Mekkeli müsriklerin büyük bir ordu ile üzerlerine gelmekte olduklarini ögrendiler. Biraz duraklayip tereddüt ettiler. Çünkü onlarin büyük hazirliklarla gelen Mekke ordusuna karsi koyacak kadar askerleri yoktu. Buna hazirlikli da degillerdi. Resulullah ashabiyla yeniden istisare etti. Kervanin pesine mi düsülmeliydi; yoksa müsrik ordusuna karsi mi durulmaliydi. Allah Resulu ve Muhâcirler ordunun karsisina çikilmasi taraftariydilar. Ensâr ise, Akabe beyatinda verdikleri sözle Medine' de Rasûlullah'i koruyacaklardi. Simdi ise Medine disinda idiler. Rasûlullah (s.a.s.) onlara reylerini sordu. Ensardan Sa'd b. Muaz söyle dedi:

"Ya Resulullah, biz sana inandik. Allah tarafindan getirdiklerinin hak oldugunu tasdik ettik. Artik siz ne dilerseniz emrediniz. Seni gönderen Allah hakki için artik denize girersen, seninle beraber biz de gireriz. Hiç birimiz geri kalmayiz. Biz düsmana karsi durmaktan çekinmeyiz. Muharebeden geri dönmeyiz. Sabrederiz ve sadakatten ayrilmayiz. Bizden memnun kalacagin isler nasip etmesini Allah' tan dilerim. Hemen Allah'in bereketini dileyerek istediginiz tarafa yürüyünüz."

Resulullah (s.a.s.), ashabinin bu birlik ve beraberligine çok sevindi. Allah'a hamd ile, müsriklerle karsilasmak üzere Bedir kuyulari mevkiine dogru yola koyuldu.

Ebu Süfyan, müslümanlarin Bedir'e gelmekte oldugunu ögrenince kervanin yönünü degistirdi. Deniz tarafindan Mekke'ye yollandi. Müslümanlar Bedir'e gelince, kervan çoktan uzaklasmisti.

Islâm ordusu, kumluk bir araziye konaklad i. Müsrikler ise Bedir kuyularini tutmuslardi. Gece yagan yagmur, hem araziyi pekistirdi, hem de müslümanlarin su ihtiyacini giderdi. Bu Allah Teâlâ'nin onlara bir yardimiydi.

Daha sonra, buralari çok iyi taniyan Habbâb b. Munzir'in teklifiyle ordunun karargâhi degistirilip Bedir köyünün en sonundaki kuyunun yararina geçildi. Resulullah (s.a.s.) elini kana bulamak istemediginden kendisine ordunun gerisinde bir çadir kuruldu. Çadirinin kapisinda Sad b. Muaz nöbet tutuyordu.

Mekkeli müsrikler zirhlar içinde idi. Sayilari bin kisiye yakindi. Bunun yüz kadari süvari yedi yüzü develi ve geri kalani piyade idi. Bu sayi Islâm ordusunun üç kati idi.

Ordular ibret alinacak bir dagilim sergiliyordu. Tarih hiç bir zaman bu derece anlamli bir savasa tanik olmamisti. Bir tarafta Müminlerin dostu Ebu Bekr (r.a.), diger tarafta müsrik saflarinda yer alan oglu Abdurrahman; bir tarafta müsrik ordusu komutani, Utbe b. Rabia, karsisinda oglu Huzeyfe bulunuyordu. Resulullah'in amcasi Abbas ile Hazreti Zeyneb'in esi ve Resulullah'in damadi Ebu'l As, müsriklerin arasindaydi. Akîl ise kardesi Hz. Ali'ye karsi müsrik ordusunda yer almaktaydi.

Bu sirada Ebû Süfyan'in kervaninin Mekke'ye ulastigi haberi geldi. Ebu Süfyan müsriklere bir haber göndererek, "Siz kervaninizi korumak için harekete geçtiniz. Artik savasmadan geri dönünüz" dedi. Ancak geri dönmek için arzulu olanlar olduysa da savasma karari alanlar çogunluktaydi. Ebû Cehil, "Müslümanlari öldürmeye bile lüzum yoktur. Ellerini baglayip onlari tekrar Mekke'ye götürecegiz ve böylece Islâm da bitecek" diyordu.

Bu ordu, Islâm'in tek ordusuydu. Eger bu ordu ezilecek ve silinecek olursa Allah'in hükmünü hâkim kilacak bir baska topluluk kalmayacakti. Hz. Peygamber (s.a.s.): "Allah'in, vadettigin yardimini bugün lutfet. Ya Rab, bu bir avuç mücahid yok olursa, bir muvahhidler bu gün telef olursa, yeryüzünde sana ibadet eden kalmayacak!" diye dua ve niyazlarina devam etti. Bu sirada da su mealdeki vahiy gelmisti:

"Bütün bu toplananlar (müsrikler) hezimete ugrayacak ve arkalarina dönüp kaçacaklardir. " (el-Kalem, 68/45).

Resulullah (s.a.s.) kan dökülmesini istemediginden Ömer b. el-Hattab'i elçi olarak müsriklere gönderdi. Onlar savas konusunda kararli olduklarindan Resulullah'in bu serefli elçisinin tekliflerini dinlemediler. Kur'an bir baska ayetiyle müminleri desteklemekte ve Mekkeli müsriklerin cezalandirilmasini talep etmektedir:

"Onlar, (insanlari, Rasülü ve mü'minleri) Mescid-i Haram'dan geri çevirdikleri ve onun velisi, bakicisi ve koruyucusu olmadiklari halde Allah onlara neden azap etmesin? Onun velileri sadece muttakîlerdir. Fakat çoklari bunu bilmez. " (el-Enfal, 8/34).

Bu harpten itibaren, Kur'an-i Kerîm'de, girisilen bütün savaslarda müslümanlarin yanibasinda çok sayida melegin savasa katildigindan bahsedilir. Ancak Bedir savasi ötekilerden bir farklilik gösterir.

"O zaman sen müminlere.' Rabbinizin size indirilmis üç bin melegi ile yardim etmesi, size yetmez mi?' diyordun , "Evet, sabreder, (Allah' dan) korkarsaniz, onlar hemen su dakikada üzerinize gelseler, Rabbiniz, size nisanli bes bin melek ile yardim eder", Allah, bunu size sirf müjde olsun ve kalpleriniz yatissin diye yapti.

Yardim, daima galip ve hikmet sahibi Allah katindadi r. " (Âli Imrân, 3/124-126).

17 Ramazan (13 Mart 624) Cuma günü sabahleyin her iki ordu Bedir kuyularina dogru ilerledi. Müslümanlar bu kuyularin basina kâfirlerden önce ulasmislardi. Müsriklerin tarafindaki kuyular tamamen kapatilip tutulduysa da Hz. Peygamber (s.a.s.) düsmanin kendi tarafindaki bir kuyudan su almalarina müsaade etmistir. Cahiliye adetlerine göre savasi iyice kizistirip heyecan dogurmak için gruplar öne adam çikararak birbirlerine meydan okurlardi. Müsrikler tarafindan Esved adindaki sahis ortaya çikip er istemis, buna karsi Hz. Hamza çikarak onu derhal öldürüvermisti. Bunun üzerine Kureys'in ileri gelenlerinden Utbe b. Rabîa, kardesi Seybe ve oglu Velid ortaya atildilar. Bunlarin karsisina Medineli gençlerden üç kisi çikinca, kim olduklarini sormus ve onlara: "Siz bizim dengimiz ve muhatabimiz degilsiniz, bizim kavmimiz ve kabilemizden adamlar çiksin" demislerdi.

Kureys kâfirlerinin bu istekleri üzerine Hz. Hamza, Hz. Ali ve Ubeyde b. Hâris çiktilar. Hz. Hamza ile Hz. Ali hasimlarini derhal öldürdüler. Ubeyde ise hasmini yaralamis kendisi de yaralanmisti. Onun yardimina kosan Hz. Hamza ve Hz. Ali (r.a.) derhal Utbe'yi öldürüp yarali arkadaslarini müslümanlarin karargâhina tasimislardi. Bu mubarezelerin sonunda taraflar birbirlerine saldiriya geçtiler. Ikindiye dogru müslümanlar tarihin kaydettigi büyük zaferlerden birini gerçekle stirmislerdi. Savas sona ermisti. Müslümanlari n, Islâm'in ve özellikle Hz. Peygamber'in en büyük düsmani Ebu Cehil basta olmak üzere müsriklerin ileri gelenlerinden çok kimse hayatini kaybetmisti. Müsriklerden tam yetmis kisi öldürülmüstü. Müslümanlar ise on dört sehid vermislerdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) namazlarini kildirdiktan sonra Allah yolunda canlarini veren bu ilk sehitleri topraga verdi. Müslümanlar Kureys'in ölülerini de yerde birakmayip açtiklari bir çukura gömdüler.

Mekkeli müsriklerden bir miktar esir alindi. Ama henüz Cenâb-i Allah esirler hakkinda hükmünü bildirmemisti. Peygamberimiz bu esirlerle ilgili olarak ashabiyla istisarede bulundu. Ashabtan bazilari bunlarin derhal öldürülmesini teklif ederken, en yakin müslüman akrabalarinin bunu infaz etmelerini tavsiye etmislerdi. Buna karsilik basta Hz. Ebu Bekir olmak üzere bazi sahabeler de bu esirlerin fidye karsiliginda serbest birakilmalarini teklif ettiler. Rasûlullah bu ikinci teklifi uygun buldu. Fidye ödeyemeyenlerden okuma yazma bilenlerin müslümanlarin çocuklarindan onar kisiye okuma-yazma ögretmeleri istendi. Esirler müslümanlar arasinda dagitildi.

Hz. Peygamber onlara iyi muamele edilmesini istedi. Esirlerden elbisesiz kalmis olanlara giyecekler verildi. Bu esirler müslümanlarla birlikte ve onlarla esit sartlar altinda yemege oturuyorlardi. Esir alinanlardan sadece ikisi idama mahkûm edilmistir. Çünkü bunlar Mekke'de inananlara yapmis olduklari zulümden dolayi idami haketmislerdi. Rasûlullah'in, bu ilk askerî karsilasmada gösterdigi bu insânî tutum ve davranis daha sonraki olaylarda da degismemistir.

Mekke müsriklerinin ileri gelenleri ve baskanlari, Bedir'de öldürülmüstü. Ebû Süfyan ise büyük ticaret kervaninin basinda oldugu halde kaçip kurtulmus ve bundan böyle Mekke' nin baskani olmustu. Oglu, kayinpederi ve kayinbiraderi Bedir savasinda öldürülen Ebu Süfyan, bunlarin intikamini alincaya kadar hanimina yaklasmayacagina, saç ve sakalini kestirmeyecegine yemin etti. Bunun yaninda karisi Hind de kendi akrabalarini öldürenleri bulup onlarin cigerlerini yiyecegine and içmisti.

Bedir zaferi, siyasi-dini yapi daki Islâm devlet ve camias inin daha da saglam temeller üzerine oturmasini sagladi. Hz. Muhammed (s.a.s.) Bedir' de savas baslayacagi sirada, secdeye kapanip Allah'a yönelerek O'na, yardimini esirgememesi için dua ettiginde o günkü durumu en güzel bir sekilde dile getiriyordu:

"Ey Allah'im! Sayet su küçücük ordu eriyip giderse sana (yeryüzünde) artik ibadet edecek kimse kalmayacaktir... "

Ifk Olayi
IFK OLAYI


Ifk; yalan, büyük yalan, Iftira namuslu birinin namusu hakkinda Iftira etmek.

Ifk olayi; Islâm tarihinde Resulullah (s.a.s)'in zevcesi ve müminlerin annesi (el-Ahzâb, 33/6). Hz. Âîse hakkinda münâfiklar tarafindan uydurulan Iftira olayinin adi. Olay Buhâri, Müslim gibi ana kaynaklarda tafsilâtli olarak anlatilir. Bizzat Hz. Âîse, olayi cereyan tarzi ve sebepleriyle birlikte detayli olarak anlatmaktadir.

Olayin gerçek yüzü münâfiklarin, Medine'de güvenli bir yurt edinen ve günden güne gelisen Islâm toplumunu parçalamak için Islâm peygamberinin aile mahremiyetini hedef alarak, bas vurduklari bir aleyhte propaganda ve karalama hareketidir. Onlar, Resulullah'in, en yakin arkadaslari ile arasini açabilirlerse, Islâm'i yok etme emellerine kIsa yoldan varabileceklerini zannediyorlardi. Münâfiklar Mustalikogullarina karsi düzenlenen cihat harekatinda, Hz. Âîse'nin basina gelen normal bir olaydan yararlanarak Hz. Ebu Bekir'le Resulullah'in arasina fitne sokmaya ve Resulullah'i gözden düsürmeye çalistilar.

Münâfiklar, hicretin besinci yili Saban ayinda, Necid bölgesinde, Müreysî suyu yaninda konaklamis olan Mustalikogullari kabilesine karsi düzenlenen sefere savasin siddetli geçmeyecegini bildikleri için kalabalik bir sekilde katIlmislardi.

Resulullah sefere çikmadan önce, adeti oldugu üzere, hanimlari arasinda kura çekmis, kendisiyle beraber sefere gitme kurasi Hz. Âîse'ye çikmisti (Buhârî, Sehâdet, 15).

Bu sefer esnasinda münâfiklar, Mekkeli Muhacir müslümanlarla, Medine'nin yerlisi Ensar arasina fitne sokmaya da çalistilar. Bunun için bölge ve kabile taassubunu kullandilar. Bir seferinde Iki müslüman grubu birbiriyle kilica sarilacak hale getirmis, olay Resulullah (s.a.s) tarafindan kolayca önlenmistir. Bu arada münâfiklarin reisi Abdullah b. Übeyy:

"Medine'ye dönünce, aziz olanlarin, zelil olanlari oradan çikaracaklarini" söylüyordu (el-Münâfîkûn, 63/8). Bunun üzerine Resulullah (s.a.s) Ensari toplayarak durumu anlatti. Ensâr olaya son derece üzüldü. Böylelikle Abdullah b. Übeyy herkesin nefretini kazandi. Hatta oglu babasinin bineginin üzengisinden tutarak:

"Zelil oldugunu, Allah Resulunün de aziz oldugunu itiraf etmeden seni birakmam " demis ve itiraf da ettirmistir (Ibn Sa'd, Tabakâtu'l-Kübra, II, 65).

Sefer dönüsü ordu, geceleyin bir yere konakladi. Hz. Âîse ihtiyaci için ordugahin disina çikti. Döndügü zaman, boynundaki Yemen boncugundan dizIlmis gerdanliginin kopup düsmüs oldugunu gördü. Bu gerdanligi Hz. Âîse'ye, gelin oldugunda annesi Ümmü Rûman hediye etmisti (Vakidî, Megazî, II, 428). Diger kaynaklar gerdanligi kiz kardesi Esma'dan emanet aldigini yazarlar.

Hz. Âîse, gerdanligi aramak için ordunun disinda ihtiyacini giderdigi yere gitti. Bulup döndügünde ise kendisinin devesi üzerindeki mahfelinde oldugunu zanneden muhafizlari da dahil olmak üzere, ordunun oradan ayrilip gitmis oldugunu gördü. Geri dönüp kendisini ararlar düsüncesiyle orada oturup bekledi. Bu arada da oldugu yerde uyuyup kaldi.

Ordunun artçisi Safvan b. Muattal kendisini görerek, hiç konusmadan onu devesine bindirdi. Devenin yularini çekerek orduya yetistirdi (Ibn HIsam, es-Sîre, II, 298).

Ikinci konakta Hz. Âîse'nin devesinin üzerinde olmadigi anlasilip bir süre sonra genç bir askerin devesiyle geldigini görünce, münâfiklar bunu firsat bilip dedikoduya basladilar. Abdullah b. Übeyy el altindan bu dedikoduyu besledi. Müslümanlar bunun Iftira oldugunu anladilar. Meselâ Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî hanimina:

"Ümmü Eyyûb! Senin hakkinda böyle birsey söylense kabul eder misin?" diye sordu. O,

"Hasâ, asaletli ve serefli bir Insan böyle bir sey yapmaz." cevabini verdi (Ibn Hisâm, a.g.e, s. 302).

Ne yazik ki münâfiklar disinda üç müslüman da bu dedikoduya kendilerini kaptirdilar; Bunlar Safvan'dan öç almak Isteyen Hassan bin Sâbit, Resulullah'in hanimlarindan Zeyneb binti Cahs'in kiz kardesi Hamne ve Hz. Ebû Bekir'in yardimlariyla geçinen Mistah b. Üsâse idiler.

Hz. Âîse yolculuk dönüsü hastalandi ve annesinin bakmasi için baba evine gitti. Olanlardan tamamen habersizdi. Ne annesi ve babasi, ne de Resulullah (s.a.s) olanlari kendisine duyurmadilar. Kendisi de Resulullah'in soguk davranisina bir mana veremedi. Bir gün Mistah'in annesi durumu kendisine açinca derin bir üzüntüye kapildi ve günlerce gözyasi döktü (Müslim, Tevbe, 56). Bu arada Resulullah (s.a.s) kendisine durumla ilgili sorular sordu. Hz. Âîse ise, halini Allah'a havale ettigini bildirerek karsilik verdi.

Olayi duyan Safvan büyük bir öfkeye kapilarak kilicini aldi ve öldürmek kastiyla Hassan'a saldirdi ve onu yaraladi. Bu Resulullah (s.a.s)'e haber verilince Safvan'in tutuklanmasini emretti. Aslinda Safvan kadina ilgi duymayan, erkeklik gücü yok (hasûr) birisi idi. Bunu kendisi de açikça ifade etmistir (Ibn HIsam a.g.e, s. 306, Müslim, Tevbe, 57).

Resulullah (s.a.s) durumu bir de Ashaptan bazilariyla görüstü. Bunlardan Hz. Osman, Üsâme b. Zeyd, Zeyneb binti Cahs, Ümmü Eymen hep Hz. Âise'nin tertemiz olduguna sahitlik ettiler. Hz. Ömer, Hz. Âîse'nin nikâhinin Allah tarafindan kiyildigini hatirlatarak, Allah'in temiz olmayan bir kadinla onu nikahlamayacagini söyledi. Yalniz Hz. Ali lehte olmayan bir konusma yapti ve Resulullah için kadinin çok oldugunu belirtti. Bir de Hz. Âîse'nin hizmetçisinin sorguya çekIlmesini teklif etti. Hatta dogru söylemesini saglamak için onu tokatladi. Berire ise, hanimi hakkinda iyilikten baska bir sey bIlmedigini belirtti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s) durumu bir de Ashab'a bildirmek üzere minbere çikti ve bu konuda onlarin yardimini Istedi. Ensardan Sa'd b. Muaz:

"Ey Allah'in Resulu, sana ben yardim edecegim. Iftiraci Evs kabilesinden ise, ben onun boynunu vururum. Eger Hazrecli kardeslerimizden ise, bize emredersin, emrini yerine getiririz" deyince Hazreclilerden Sa'd b. Ubade buna karsi çikti. Karsilikla atismalar neticesinde çikan anlasmazligi Resulullah (s.a.s) yatistirdi.

Resulullah (s.a.s) büyük üzüntüyle oradan, babasi Ebû Bekir'in evinde bulunan Hz. Âîse'nin yanina gittiginde, Allah onun temizligini su ayetlerle Resulune bildirdi:

"O Iftira haberini getirenler, sizlerden bir zümredir. Onu siz kendiniz için bir ser sanmayiniz. Belki o, sizin için bir hayirdir. Onlardan herkese kazandigi günah vardir. Günahin büyügünü yüklenen kimseye de büyük bir azap vardir. Ne olurdu o Iftirayi isittiginiz zaman, erkek ve kadin müminler, kendi nefIsleri ne kiyas ederek hüsnü zan etselerdi de; bu açik bir Iftiradir deselerdi!

O Iftiracilar buna dört sahit getirselerdi ya! Sahitleri getiremeyince de onlar, Allah katinda muhakkak yalancidirlar. Eger dünyada ve ahirette Allah'in fazl ve rahmeti üzerinizde bulunmasaydi, içine daldiginiz o ifiradan dolayi, sizi her halde büyük bir azap çarpardi. Ortaya atildigi zanlari siz, o Iftirayi dillerinizle birbirinize yetistiriyordunuz. Hiçbir bilginiz olmayan seyi agizlarinizla söyleyiveriyor ve bunu kolay saniyordunuz. Halbuki bu, Allah katinda büyük bir vebal idi."

"Ne olurdu, onu isittiginiz zaman: "Bunu söylemek bize yakismaz! Sübhanallah! Bu büyük bir bühtandir" deseydiniz ya!...." (en - Nûr, 24/11-20).

Bu ayetlerin inisi basta Resulullah (s.a.s) olmak üzere bütün müminleri sevindirdi. Ama Iftira yapanlarin ve yayanlarin cezasi da verIlmeliydi. Cenabi Hak bunun üzerine su Iki ayeti indirdi:

"Namuslu ve hür kadinlara (zina isnadiyla) Iftira atan, sonra da (bununla ilgili olarak) dört sahit getirmeyen kimselerin (her birine) seksen degnek vurun. Onlarin ebedî sahitliklerini kabul etmeyin. Onlar fâsiklarin ta kendileridir. Ancak (bu hareketlerine) tövbe edip durumlarini islah edenler müstesnâdir. Çünkü Allah çok yarligayici, çok esirgeyicidir" (en-Nûr, 24/4-5).

Ayetlerde, zina Iftirasi atanlar için üç ayri hüküm konulmustur:

1- Iftiraciya seksen sopa vurulacak

2- Sahitligi ebediyyen kabul edIlmeyecek

3- Allah'in taatindan çiktigi için fâsiklikla vasiflandirilacak.

Iftira eden, pisman olur, tövbe ederse fâsiklik vasfini üzerinden kaldirmis olur (M. Ali es-Sabûnî, Kur'an-i Kerîm'in Ahkâm Tefsîri, II, 107).

Bu ayetlerin inmesi üzerine Resulullah (s.a.s) Hassan, Hamne ve Mistah'a zina Iftirasi cezasi olarak seksener degnek vurdurdu. Abdullah b. Übeyye'ye bu ceza tatbik edIlmedi (Muhammed Rida, Muhammed (s.a.s), Misir 1357/1938, s. 303).

Hz. Ebû Bekir kizina yapilan Iftiraya karistigi için Mistah'a vermekte oldugu yardimi kesmisti. Iftira cezasi tatbik edildikten sonra Cenabi Hak:

"Sizden (dinde) fazilet ve (dünyada) servet sahibi olanlar, akrabalarina, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermelerinde kusur etmesin. Allah'in sizi yarligamasini sevmez misiniz? Allah çok yarligayici, çok esirgeyicidir" (En-Nur, 24/22) ayetini indirdi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir:

"Vallahi ben, Allah'in beni yarligamasini elbette arzu ederim. Vallahi ben, artik bunu ondan hiç bir zaman kesmem" dedi ve Mistah'a vermekte oldugu nafakayi vermeye tekrar devam etti (Buharî, Megazî, 34; Tefsîru'l-Kur'ân, 6; Müslim, Tevbe, 56).

Iftira, içi baska disi baska olan Iki yüzlü münâfiklarin metodudur. Iftiradan sakinmak, Iftiraya ugrayan mazlumlara arka çikmak, zalim ve Iftiracilari yalanlamak gerekir.

Kaynukaogullari Ve Medine'den SÜrÜlmeleri
KAYNUKAOGULLARI VE MEDINE'DEN SÜRÜLMELERI



Kaynukaogullari Medine (Yesrib)de yasamis bir Yahudi kabilesidir. Yahudiler (Eskiden büyük Arap mabedinin yeri olan) Siondan Hristiyanlar tarafindan kovulduktan sonra, yeryüzünün çesitli yerlerine az veya çok büyük cemaatlar halinde dagilmislardi. Ancak Arap yarimadasina ne zaman geldikleri, cemaatlerinin burada ne zaman olustugu bilinmiyor. Ancak Islam'in yayilisindan önce Arabistan'in her tarafinda Yahudiler vardi. Ferdî ve pek az sayida oldugu gibi saglam cemaatler halinde, Eyle (Akabe Körfezi)'den Yemen'in veya Uman'in uçlarina kadar, Medine'den Bahreyn'e kadar; Meknâ'da Vadiül-Kura'da, Teymâ'da, Fedek'te, Tâif'te kisacasi bütün sehirlerde, ayni sekilde panayirlarda ve kervanlarda onlara rastlanir (Muhammed Hamîdullah, Islâm Peygamberi Çev. Salih Tug I, 393, 394).

Mekke'de hemen hemen hiç Yahudi yoktu. Ancak onlar, bölgenin yillik panayirlarinda, özellikle Ukaz'da bulunurlardi. Ukaz'da hem ticaret esyasi satarak, hem de kendilerini gizli seyleri bilen veya istikbâlden haber veren kâhin olarak tanitmak suretiyle iyi para kazanmasini bilirlerdi. Ehl-i Kitab olarak, câhil bedevîler üzerinde özel bir prestij icra ediyorlardi (M. Hamidullah, a.g.e., I, 394).

Hz. Peygamber Medine'ye hicret ettigi zaman, halkin hemen hemen yarisi Yahudi idi. Ancak Yahudilerin bu bölgeye gelisi hakkinda açik bir bilgi yoktur. Islâmiyet ortaya çiktigi sirada, büyük çapta Araplasmis görünüyorlardi; Arapça konusuyorlar, çocuklarina Arap isimleri veriyorlar, kabileleri bile Arap isimleriyle çagriliyordu (M. Hamîdullah, a.g.e., I, 4I5).

Komsulari müsrik Araplar gibi Yahudiler de kabile halinde yasiyorlardi. Hz. Peygamber (s.a.s) tarafindan olusturulan Medine Islâm devleti anayasasinda dokuz Yahudi kabilesinde söz ediliyor (Salih Tug, Islâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, Istanbul 1969, s.31-4I vd.). Fakat tarihçiler bunlari üç grupta topluyor. Kaynuka ogullari iste bu üç kabileden biridir. Digerleri; Nadîr ve Kurayzaogullaridir (M. Hamîdullah, a.g.e., I, 4I5).

Kaynuka; kuyumcu anlamina gelmektedir. Gerçekten de onlar Islâmiyet'in baslangicinda bu meslegi yapiyorlardi. Ayrica umûmî ticaretle de mesgul oluyorlardi. "Sûk beni Kaynuka=Benî Kaynuka Çarsisi'nda hatiralari kalmistir (M. Hamidullah, a.g.e. I, 4I5).

Rasûlullah (s.a.s), Medine'ye gelir gelmez yaptigi en önemli islerin basinda bir anayasa hazirlamak gelir. Bu anayasada Yahudilerle olan karsilikli hak ve ödevler belirtilmistir ki bunlardan biri, hariçten gelecek saldirilara karsi bütün cemaatlarin Medine'yi savunmalaridir (Salih Tug, a.g.e., ayni yer).

Bundan sonra Peygamber (s.a.s), Yahudileri Islâm'a davet etmis, kendisini bir Allah elçisi, bir peygamber olarak Kur'an-i teblig etmistir. Bazilari Müslüman olmus bazilari çekinmis, kimileri de Islâmiyet'le alay etmisler, hatta Peygamber (s.a.s.)'e karsi harbedenlere aktif bir sekilde yardim etmislerdir.

Bedir savasinda Müslümanlarla Yahudiler arasindaki münasebetler büsbütün bozuldu. Yahudiler hep birden peygambere karsi düsmanca bir tavir takindilar. Böylece Islâm için büyük bir tehlike arzetmeye basladilar.

Rasûlullah (s.a.s.), bir seferinde Kaynuka ogullari yahudilerinin pazarina giderek onlari toplamis ve su sekilde hitabetmis:

"Ey Yahudi cemaati! Kureyslilerin basina gelen felâketin sizin basiniza da gelmemesi için Allah'tan korkunuz ve Islâmiyeti kabul ediniz. Zira biliyorsunuz ki ben gönderilmis bir peygamberim. Siz bunu kitabinizda buluyorsunuz ve sizi davet etmistir." Yahudiler ona su cevabi vermisler: "Ya Muhammed! Sen ancak kendi kavmini tanidin; askerlik ve savas sanatini bilmeyen bir kavimle karsilasman seni aldatmasin, tesâdüfen sen onlari bozguna ugrattin. Vallahi sayet biz seninle savasirsak, yigit oldugumuzu anlarsin" (Ibn Ishak, Sîre, Nesr. M. Hamidullah, Konya 14I1/1981, s.294; et-Taberi, Tarîhür-Rusül vel-Mülûk, Nesr. Degoeje, III, 136I).

Bu konusmalardan sonra, Müslümanlarla Kaynuka ogullari arasindaki iliskiler daha da bozuldu ve nihayet bir Yahudinin, Müslüman bir kadina karsi çirkince davranisi, bardagi tasiran son damla oldu. Kaynaklarin nakline göre olay söyle cereyan etmistir:

Bir Arap kadini bazi seyler satmak üzere Kaynuka ogullari pazarina giderek esyasini satar sonra bir kuyumcu dükkanina oturur. Orada bulunan Yahudiler, kadindan yüzünü açmasini isterler. O buna yanasmayinca kuyumcu, kadinin etegini arkasindan beline ilistirir, kadin ayaga kalkinca avret mahalli görülür, onlar da buna gülüsürler. Kadin feryad etmeye baslayinca Müslümanlardan biri kilicini çekerek Yahudi kuyumcunun üzerine atilip onu öldürür. Yahudiler de toplanip Müslümani sehid ederler. Sehid edilen müslümanin ailesi imdat ister. Bu durum Müslümanlari çok öfkelendirir (Ibn Hisam, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Nsr. M. es-Sekâ, I. el-Ebyârî, A.Hafiz Çelebi, Lübnan 1391/1971, III, 51).

Kaynuka ogullari, Peygamber (s.a.s)'le savastiklari zaman onlarin islerini Abdullah b. Übeyy b. Selûl üstlenmis ve önlerine düsmüstü. Onlarin Abdullah ile anlasmalari oldugu gibi Hazrec ogullarindan Ubâde Ibn esSâmit ile de ittifaklari vardi. Ubâde, onlarin Hz. Peygamberle olan antlasmalarini bozduklarini duyunca Peygamber (s.a.s)'e gelerek O'nun huzurunda, Kaynuka ogullari ile olan ittifakini reddetti. Onlarla ittifaktan Allah'a ve Resûlüne sigindi ve; "Ya Rasûlallah! Ben, Allah'i, Resûlünü ve mü'minleri dost biliyorum; bu kâfirlerle ittifak yapmaktan ve onlarla dostluktan Allah'a ve Resûlüne siginirim" dedi (Ibn Ishak, a.g.e., 295).

Mâide Sûresindeki kissa, Ubâde ve Abdullah b. Übeyy hakkinda nazil oldu:

"Ey Iman edenler! Yahudilerle Hristiyanlari dost edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin dostlaridirlar. Içinizden kim onlari dost edinirse o da onlardandir. Allah zalimleri dogru yola eristirmez" (el-Mâide, 5/51; Ibn Ishak, a.g.e., 295).

Ubâde Kaynuka ogullari ile olan ittifakini, muhtemelen bu âyetin nüzûlünden sonra bozmustur.

Kaynuka ogullari; Rasûlüllah (s.a.s) ile aralarindaki antlasmayi bozan, Bedirle Uhud arasinda O'nunla savasan ilk Yahudilerdi. Rasûlullah (s.a.s.), onlari muhasara etti. Onbes günlük bir kusatmadan sonra Rasûlüllah'in hükmüne razi olarak savassiz teslim oldular. Hz. Peygamber, erkeklerin ellerinin baglanmasini emretti. Fakat münafiklarin basi Abdullah b. Übeyy Hz. peygamber'e gelerek:

"Ey Muhammed! Müttefiklerime iyilik et" dedi. Resûlullah agirdan alinca Ibn Selûl tekrar; "Iyilik et" dedi. Resûlullah (s.a.s) ondan yüz çevirdi. Bunun üzerine Ibn Selûl, elini Hz. Peygamber'in zirhinin yakasindan içeri soktu. Resûlullah kizarak: "Yaziklar olsun sana! Birak beni!" dedi. Ibn Selûl: "Hayir vallahi dostlarima iyilik etmedikçe seni birakmam. Onlar, beni altindan ve mal-mülkten mahrum ettiler sen ise bir sabah vakti onlari biçiyorsun. Allah'a yemin ederim ki ben, bir takim musibetler gelmesinden korkuyorum" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s): "Onlar senindir" buyurdu ve "Çözünüz onlari, Allah onlarla birlikte ona da lanet etsin" dedi. Serbest birakilinca sürgün edilmelerini emir buyurdu (Ibn Ishak, a.g.e. 295; Taberî, a.g.e. III, 136I vd.).

Allah, Resûlüne ve Müslümanlara onlarin mallarini ganimet olarak ihsan etti. Onlarin arazileri yoktu, kuyumculukla ugrasiyorlardi. Resûlullah (s.a.s), onlarin birçok silahlarini ve kuyumculuk aletlerini aldi. Onlari, tüm çoluk çocuklariyla birlikte Medine'den çikarmaya Ubâde Ibn es-Sâmit memur edilmisti. O da, onlari Dibâb'a kadar götürdü (Taberî, a.g.e., III, 1362).

Kaynuka Yahudileri, Ubâde Ibn es-Sâmit'e, "Ey Velid'in babasi! Evs ve Hazrecle aramizda ittifak vardi. Biz senin müttefikin idik, sen bize ne diye böyle yaptin?" dediler. Ubâde Ibn es-Sâmit de onlara: "Siz harb açtiniz" dedi. Abdullah Ibn Übeyy de; "Sen müttefiklerinden uzaklastin da bundan eline ne geçti?" dedi. Ubâde; "Hubâb'in babasi! Kalbler degisti, Islâmiyet ahidleri yok etti" dedi.

Kaynuka ogullari Vâdiül-Kura'ya gelip bir müddet kaldiktan sonra Azruat'a gidip orada yerlestiler (ibnü'l-Esir, el-Kâmil, II, 66).

Uhud Savasi
UHUD SAVASI




(H. 3/M. 625)

Hicret'in üçüncü yilinda Uhud dagi civarinda müsriklerle yapilan savas.

Uhud savasindan önce Kureys'in öfkesi kabarmis, kin ve intikam duygulari artmisti. Bedir'de yakinlarini kaybeden Utbe kizi Hind ".. Muhammed'le arkadaslarindan öç almadikça içim rahatlamayacak, Muhammed'le savas yapmadikça koku sürünmek bana haram olsun. Sevdiklerimin intikaminin alindigini gözümle görmedikçe bana sevinmek yok!" diyordu. Ebu Süfyan ve baskalari da buna benzer sekilde and vermislerdi. Ebu Süfyan'in yürüttügü kervanin mallari Daru'n-nedve'de topluca durmaktaydi. Müsriklerin ileri gelenleri, herkese katilma payini verdikten sonra geri kalan kâr ile güçlü bir ordu hazirlanmasina karar verdiler. Onlara göre Müslümanlar Kureys büyüklerini öldürmüslerdi, onlarin intikamini almak gerekliydi. Bedir'de yakinlari öldürtücüler karalar giyinmis vaziyette kabileler arasinda dolasiyor, sairler mersiyeler söyleyerek Araplar savasâ tesvik ediyorlardi.

Putperest Kureysliler Mekke disindaki Arap kabilelerinin de katilmasiyla 3000 kisilik bir askerî kuvvet hazirladilar. Bu kuvvette 700 zirhli, 200 atli süvari, 3000 deve vardi. Aralarinda, basta Ebu Süfyan'in karisi Hind oldugu halde 14 tane de kadin vardi. Bedir'de babasini ve öteki yakinlarindan bazilarini kaybetmis olan Hind'in kalbini igrenç bir intikam duygusu bürümüstü. Amcasi Abbas (r.a) Hz. Muhammed (s.a.s)'i çok severdi. Bu sebeple bir mektup yazarak Kureys'in savas hazirliklarini yegenine bildirdi. Peygamberimiz (s.a.s) amcasindan gelen mektubu okuttu ve mektupta bildirilen haberi gizli tutarak kesifçiler gönderdi. Kesifçilerin getirdigi haberler mektupta amcasinin bildirdiklerine aynen uyuyordu. Düsman büyük bir ordu hazirlamisti ve Medine'ye dogru ilerliyordu.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.s) bir savas meclisi kurarak meseleyi ayrintili olarak ashabiyla görüstü. Resulullah (s.a.s) düsmani sehrin disinda karsilamayip sehri içerden savunmak görüsündeydi. Fakat özellikle Bedir savasina katilan gaziler hakkinda nazil olan övücü ayetlerin etkisinde kalan gençler, düsmanin disarida karsilanmasindan yana idiler. Düsmanla bir meydan savasi yapmak istiyorlardi:

Resulullah (s.a.s) ashabin isteklerini kirmayarak düsmani karsilamak üzere kilicini kusandi, zirhini giydi. Münafiklarin reisi Abdullah b. Ubey b. Selül sehrin içinde kalinarak savunma yapilmadigini bahane ederek 300 kisilik kuvvetini geri çekti. Gayesi savasmak degildi. Müslümanlari düsman karsisinda güçsüz birakmak istiyordu. Böylece Müslüman ordusunun mevcudu 1000'den 700'e düsmüs bulunuyordu.

0slâm Ordusunun Harp Alanina Hareketi

Düsman, Medine'nin yegane açik sahasi olan kisimdan içeriye sizarak karargâhini Uhud daginin Medine'ye bakan eteklerinde kurmustu. Resulullah (s.a.s) 700 Müslümanla Cumartesi sabahi Uhud dagina ulasti. Sirtini daga vererek karsidaki çorak arazide yer tutan düsmana karsi saf tuttu. Düsmanin düsüncesi Müslüman ordusunu maglub ettikten sonra sehri yagmalamakti. Bunun için Medine'nin yakininda Uhud önleri savas sahasi seçilmisti.

Resulullah (s.a.s) Bedir'de oldugu gibi bu savasta da 0slâm ordusunu savas düzenine göre yerli yerine yerlestirdi, düsmanin sizabilecegi, kusatma yapabilecegi geçit ve gedikleri de okçularla korudu ve özellikle ordunun sol tarafindaki dagin vadisini beklemek üzere Abdullah b. Cübeyr kumandasi altinda elli kisilik, okçu birligini birakti ve "Düsman yense de, yenilse de kesinlikle yerlerinizden ayrilmayiniz. " diye tembihte bulundu.

11 Sevval 3 (27 Mart 625) Cumartesi günü savas teke tek vurusmalarla basladi; Hz. Ali, Hz. Hamza ve öteki 0slâm savasçilari hasimlarini öldürdüler. Sonra savas kizisti. Resulullah (s.a.s) almis oldugu askerî tedbirler ve uygulamis oldugu planlar sayesinde ilk safhada Müslümanlar galip geldiler.


HZ. HAMZA'NIN SEHID EDILMESI

Resulullah (s.a.s)'in amcasi Hz. Hamza kükremis bir arslan gibi düsmana kiliç sallayarak ilerliyor, hasimlarini kirip geçiriyordu. Diger Müslümanlar da ellerinden gelen çâbayi gösteriyorlardi. Düsmanlar da olanca gayretleriyle kilica sarilmalarina ragmen bozguna ugramaktan kendilerini kurtaramadilar. Tef çalarak askerlere moral veren düsman kadinlari bile korku içinde dag yamacina tirmanmaya, kaçmaya basladi. Bununla beraber henüz kesin netice alinmis degildi; düsmanin hizli bir sekilde takibi ve dönmeyecegi bir noktaya kadar kovalanmasi gerekiyordu. Halbuki bu inceligi ve harp usulünün bu yönünü bir an unutarak gaflete düsen ve dünyaliga meyleden Müslümanlar kiliçlarini birakip ganimet toplamaya koyulmuslardi. Ordunun gerisindeki vadiyi bekleyen elli okçu da kumandanlarinin israrlarina ragmen Resulullah (s.a.s)'in kesin emrini unutarak "Kardeslerimiz üstün geldi, biz niye bekleyelim" diyerek yerlerinden ayrildilar, ganimet toplamaya giristiler.

0ste bu sirada böyle bir ani gözetlemekte olan 200 kisilik düsman süvari birligi komutani Halid b. Velid az sayidaki 0slâm okçusunun kaldigi geçidi rahatça ele geçirerek 0slâm ordusunu arkasindan vurmaya basladi. Bunu gören müsrikler geri döndüler ve yeniden hizli bir saldiriya giristiler. Böylece Müslümanlar iki ates arasinda kaldilar, üstünlügü saglamisken dünyaliga dalmalari ve Peygamber'in emrini çignemeleri yüzünden zor durumlara düstüler. 0ste bu safhada Hazma (r.a) Ebu Süfyan'in karisi Hind'in kölesi Vahsi tarafindan mizrakla vurularak sehid edildi. Resulullah (s.a.s)'in Hicretten evvel Medine'ye tayüz ettigi ilk ögretmen Mus'ab b. Umeyr (r.a) de bu esnada sehid düsenler arasindaydi. Mus'ab (r.a) sima itibariyle Resulullah'a benzediginden sehit düstügünde, onu sehit eden kimse Resulullah (s.a.s)'i öldürdügünü haykiriyordu. Bu durum Müslümanlarin daha da dagilmasina sebep oldu. Ancak kisa zaman sonra Resulullah (s.a.s)'in sag oldugu anlasildi. Uhud daginin hemen eteklerinde bulunan Resulullah(s.a.s)'in çevresi büyük çarpismalara sahne oldu. Müslümanlar onun etrafinda dönüyorlar gerektiginde kollarini, bacaklarini kalkan yerine kullaniyorlardi, Hz. Talha bu yolda kolunu kaybetmisti. Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a)'a ise Resulullah ok veriyor ve: "Anam babam fedâ ol sun, at yâ Sa'd" diyor; oklarinin isabet etmesi için Allah'a dua ediyordu. Müsrikler Resulullah (s.a.s)'i öldürmek için hücum ettikçe Müslümanlar onun çevresinde giderek çogalmislar ve çetin bir savunma hatti kurmuslardi. Düsman bu hatti yaramayacagini anlayinca geriye çekilmek durumunda kaldi ve böylece savas üçüncü safhada denk bir duruma geldi. Ebu Süfyan karsi daga, Resulullah (s.a.s)'da Uhud'a dogru tirmandi ve bugün hâlâ ziyaret edilen magarada dinlendi. Resulullah (s.a.s)'in disi kirilmis, yanagi yarilmisti. Kizi Fatma onu tedavi etti. Ebu Süfyan ile Hz. Ömer'in karsilikli konusmasi da bu esnada cereyan etmisti.

Kureysli müsrikler bu savasta o kadar vahsiyane seyler yapmislardi ki, belki tarihte benzerine az rastlanirdi. Müslümanlar bu savasta 70 sehid vermislerdi. Düsmanlar özellikle de müsrik kadinlar sehid Müslümanlarin burunlarini ve kulaklarini kesiyorlardi. Ebu Süfyan'in karisi Hind ve öteki bazi müsrik kadinlari Müslüman sehidlerin organlarindan yaptiklari gerdanliklari boyunlarina takmislardi. Ayrica Hind, Hz. Hamza'nin cigerini çikartarak agzinda çignemek igrençligini gösterebilmisti.

Uhud'tan ayrilan Ebu Süfyan bir süre sonra geri dönerek Medine'ye saldirmak ve basladiklari isi tamamlamak istegine kapilmisti. Esasen böyle bir durumu, Resulullah (s.a.s) tahmin etmis, 70 sehid ve yaraliya ragmen savasin hemen ertesi Pazar günü düsmani takibe karar vermisti. Resulullah (s.a.s) 70 kisilik süvari birligi ile 8 km. Kadar müsrikleri takibetti. Sonra konaklayarak üç gün bekledi. Geceleri ates yaktirarak düsmana savastan yilmadiklari mesajini veriyordu. Müslüman olmadigi halde Müslümanlarin dostlarindan olan Huzaa kabilesinden Mabed-i Huzâî, Resulullah (s.a.s)'i gördükten sonra Ebu Süfyan'a giderek onun arkadaslariyla birlikte savas için geldiklerini söylemis, Ebû Süfyan da yeni bir vurusmayi göze alamayarak Mekke'ye gitmis ve Medine'ye saldirmaktan vazgeçmisti. Böylece Müslümanlar, bu savasta birinci safhada üstünlük saglamislar, gaflet ve dikkatsizlik neticesinde ikinci safhada ilahî bir imtihana ugratilarak maglubiyet acisi kendilerine tattirilmis, fakat üçüncü safhada durum denklesmisken Resulullah (s.a.s)'in cesaretle takibi neticesinde düsman korkutulmus ve üstünlük tekrar Müslümanlara geçmisti.


SAVASTAN BAZI 0LGINÇ TABLOLAR

Enes b. Mâlik diyor ki: Amcam Enes b. Nadr'i Uhud meydaninda öldürülmüs olarak bulduk; üzerinde 80 kadar kiliç, süngü ve ok yarasi vardi. Müsrikler iskence yapmis olduklarindan, kimse onu taniyamadi, yalniz kiz kardesi parmaklarindan tanidi. Biz su ayetin amcam ve benzeri hakkinda inmis oldugunu saniyoruz: Müminlerden bir çok kimseler Allah'a vermis olduklari sözlerini yerine getirdiler" (el-Ahzâb, 33/23).

Hz. Hamza'nin kiz kardesi, Müslümanlarin bozguna ugradigi haberini alinca Medine'den savas alanina gelmisti. Bunu farkeden Resulullah (s.a.s) Hz. Zübeyr'e, Hamza'nin cesedinin parçalanmis vaziyette ona gösterilmemesini tenbih etmisti. Bunu hisseden Safiyye, "Kardesimin sehid oldugunu biliyorum. Allah yolunda böyle fedakarliklar her zaman gerekir" demis ve parça parça edilmis kardesinin cesedini görünce de, Hepimiz Allah'in mülküyüz ve O'na dönecegiz"demek suretiyle büyük bir teslimiyet örnegi gösterebilmistir.

Ensar'dan bir kadin da savasta babasini, kardesini ve kocasini kaybetmisti., Bunlari haber aldikça hep Hz. Muhammed (s.a.s)'in sag olup olmadigini soruyordu. Onun sag oldugunu ögrenince; "Sen sag olduktan sonra her felâket hiç gelir!" demisti.

0slâm sehidleri ikiser ikiser topraga verildiler. Tablo göz yasartici idi.

Hz. Hamza (r.a) kaftani ile topraga veriliyordu. Hz. Peygamber'in hicretten önce Medinelilere 0slâmî ögretmesi için tayin ettigi ilk ögretmen Mus'ab b. Umeyr (r.a) topraga verilirken üzerindeki elbise kisa gelmisti. Gögüs tarafina örtülünce alt kismi, alt kismina örtülünce de gögüs kismi açikta kaliyordu. Resulullah (s.a.s) örtünün alt kismina örtülmesini üst kismina da izhir denilen kokulu otlardan konulmasini emir buyurmustu.


RESULULLAH (S.A.S) UHUD SEHIDLERI HAKKINDA SÖYLE BUYURMUSTUR:

"Uhud harbinde kardesleriniz sehit olunca Allah Teâlâ onlarin ruhlarini bir takim yesil kuslarin içlerine koymustur. Bunlar Cennet irmaklarina gelirler, içerler ve Cennet meyvelerinden yerler. Sonra bu kuslar, arsin gölgesinde asili bulunan altin kandillere konup tünerler. Sehid ruhlari artik böyle mesut bir hayata erisince; bizim cennetteki bu halimizi dünyadaki kardeslerimize kim bildirir ki, onlar da bilsinler de cihatdan çekinmesinler demislerdi" (Tecrîd,186 vd; 0bn Sa'd, II; 148).

Nadirogullari Ile Yapilan Savaslar
NADIROGULLARI ILE YAPILAN SAVASLAR




Islâm'in ilk yillarinda Medine'de yasayan üç yahudi kabilesinden biri Nadirogullari kabilesidir..

Nadir, birçok manâlarinin yanisira "yesil ve çiçekli bir bitki" anlamina gelir. Bu kabile Medine ve çevresinde büyük hurma bahçelerinin sahibi olarak bilinir.

Arabistan yahudilerinin güvenilir vesikalara dayanan bir tarihi yoktur. Arabistan yahudilerinin geçmis tarihine isik tutacak herhangi bir yazi, kitap veya yazit seklinde bir bilgi de yoktur. Ayrica Arabistan disindaki Yahudiler de Arap dindaslariyla fazla ilgilenmemis ve tarihçiler ile yazarlari bunlardan hiç söz etmemislerdir... Arap yahudilerinin tarihini incelerken ister istemez araplar arasinda kulaktan kulaga anlatilan rivayetler ve söylenenlere itibar etme zorunlulugu vardir. Bu rivayetlerin pek çogu da bizzat yahudiler tarafindan ortaya atilmistir (Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid, Mücadelesi ve Hz. Peygamber, Terc. N. Ahmet Asrar, Istanbul 1983, I, s. 526).

Yahudiler yeryüzünde en eski geçmise sahip milletlerden birisidir. Arap yarimadasina ne zaman gelip yerlestikleri bilinmeyen yahudiler, Islâm'in ortaya çiktigi yillarda bu yarimadanin her tarafinda görülmekteydiler. Bunlar, gerek ferdî ve gerekse topluluklar halinde Akabe körfezindeki Eyle limanindan, Yemen ve Umman'in en ücra köselerine kadar uzanmislardi. Bu insanlari Mekna'da, Vadiyu'l-Kura'da, Teyma'da, Fedek'te, Taif'de kisaca bütün sehirlerde oldugu kadar, hareket halindeki kervanlarda da görmekteyiz.

Yahudiler Mekke'de hiç bulunmamakla birlikte, sadece Ukaz'da yalniz ticâret yapan degil, kâhinlikten para kazanan insanlar olarak da görülür.

Yahudilerin Medine (Yesrib)'ye yerlesmeleri tarihinin Milâdî 132'den sonra oldugu tahmin edilir. M. 132'de Benu Nadir, Benu Kureyza ve Benu Kaynuka yahudilerinin Yesrib'e (Medine'ye) yerlestikleri görülmektedir. Ilk olarak Nadirogullari ve Kureyzaogullari yerlesmistir. Çünkü bu iki kabile diger yahudi kabileleri arasinda soy ve itibar bakimindan üstün tutulurdu. Bunlarin çogunun, kâhin ve rahipler sinifindan gelmesi de ayri bir avantaj saglamaktaydi. Bu kabileler Medine'ye yerleserek, dini bakimdan üstün bulunmalarinin verdigi ayricalikla kisa sürede sehre hâkim olmuslar ve en iyi yerlere yerlesmislerdi. M. 45I- 451'de es-Sebe' sûresinde sözü edilen büyük sel felâketinden sonra Yesrib'te bulunan birçok kabîlenin sehri terkettigi bilinir. Bu büyük sel felâketiyle bosalan sehre yerlesen Evs ve Hazrec gibi Arap kabileleri, sehrin asil hakimi bulunan Nadirogullari ve Kureyzaogullari yahudilerini sehrin dis bölgelerinde yerlesmek zorunda birakmislardir. Yahudilerin üçüncü büyük kabilesi olan Kaynukaogullari Hazrecliler'e siginma geregi duydu. Bunun üzerine Nadirogullari ve Kureyzaogullari da Evs kabilesine siginarak Yesrib sehrinde yerlesmeye hak kazandilar.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in dogumu ve nübüvvetinin baslangiç zamanlarinda yahudilerin Hicaz ve Yesrib'deki durumlari söyle görünmekteydi.

Yahudiler, dil, kiyafet, kültür ve medeniyet konularinda her bakimdan araplasmislardi. Isimleri arapça idi. Hicazda yasamakta olan Beni Za'urâ yahudileri hariç diger yahudi kabilelerinin isimleri arap ismi idi. Yahudiler kendi dilleri olan ibraniceyi istisnalar disinda bilmezlerdi. Araplarla olan sosyal iliskilerinin her geçen gün artmasi yahudilerin duygu, düsünce ve tavirlarina kadar yansimistir. Ancak yahudiler bütün bunlara ragmen kimliklerini muhafaza etmislerdi (Mevdudi, a.g.e., s. 526, vd.).

Hz. Peygamber (s.a.s)'e risalet görevinin verilmesinden önce araplar, danismak ve onlarin fikirlerini almak amaciyla yahudi veya hristiyan olan birisine gider, ondan bazi bilgiler alirlardi. Islâm'in ortaya çikisi ve müslümanlarin Mekke sartlarinda Islâm'i yasamaya çalismalarindan önce bütün ehl-i kitap yeni bir peygamberin gelecegini biliyor ve onu bekliyorlardi. Hattâ Peygamberimizin amcasi Ebu Talip'le yaptigi Sam ticaretinde Rahip Bahira'*nin Ebu Talip'e "O çocuga dikkat edip üzerine titremesini" ögütlemesini buna delil gösterirler.

Daha Akabe bey'atlarindan önce yahudiler, Medine araplarina bir nebinin gelecegi ve bu nebiye kendilerinin uyacagini ve böylece Medinelilere karsi üstün bir duruma geçeceklerini söyleyip onlari korkuturlardi. Bundan haberdar olan Medineliler Akabe'de Peygamberimiz'e bey'at ederek yahudilerden önce davranmislardir. Yahudiler Tevrat'i dogrulayici bir kitap olarak Kur'ani getiren Hz. Peygamber'e "saldirmak, hased etmek ve kin gütmekten dolayi düsmanlik yapmaya basladilar. Çünkü Allah Teâlâ Rasûlünü araplardan seçmisti. Yahudi alimleri, Rasûlüllah'in zor durumda kalmasi için çalisirlar, onu olmadik yalanlarla sasirtmak isterler ve hakki batila çevirirlerdi" (Ibn Hisam, Islâm Tarihi, Terc. Hasan Ege, Istanbul 1985, I. s. 282; II. s. 187). Çünkü onlar yeni bir peygamberin kendi kavimlerinden çikacagini ümid ediyorlardi. Gururlari yüzünden yalanlayanlardan oldular.

Yahudilerin, Allah'tan gelen peygamber ve kitabini daha önceden bildikleri de bir gerçektir. Fakat bu peygamber ve kitap gelince tavirlarini degistirdiler. Bu hususta en güvenilir rivayet Ümmül Mü'minin Hz. Safiyye'nindir. Hz. Safiyye'den rivayete göre Hz. Muhammed (s.a.s), Medine'yi sereflendirince babasi ve amcasi beraberce kendisiyle görüsmeye gittiler ve kendisiyle uzun müddet sohbet ettiler. Babasi ve amcasi eve dönünce, aralarinda söyle bir konusma geçti:

Amca: Bu, gerçekten kitaplarimizda haber verilen peygamber midir?

Baba: Evet, vallahi o ayni peygamberdir.

Amca: Sen buna inaniyor musun?

Baba: Evet.

Amca: O halde, ne yapmak istiyorsun?

Baba: Vallahi, ben yasadigim müddetçe ona muhalefet edecegim (Ibn Hisam, II. s. 165). Yahudilerin bu peygamberi bekledikleri fakat ona tabi olup onun yolundan gitmek için degil de dogar dogmaz ona bir suikast tertipleyip öldürmek için beklediklerine dair bir takim rivayetler de nakledilir (bk. Muhammed Hamidullah, Islâm Peygamberi, l. s. 595; Ibn Hisam, age, s.116, Ibn Sad, Tabakat, 1/1, s.21)

Hz. Peygamber ve müslümanlarin Medineye hicreti sirasinda yahudiler sehrin yarisina hâkim durumdaydilar. Bu hâkimiyet gerek ilmî seviyedeki Bilim Evi (Beytul-Midras), gerekse Nadirogullarinin elinde bulunan hazineler (Kenz) yoluyla her yönden görülen bir gerçeklikti. Buna ragmen yahudiler kendi aralarinda sürtüsme halinde idiler. Bu durum onlari bazi arap kabileleriyle ittifak yapmaya itmistir. Bundan dolayi da Nadirogullarinin Evs kabilesinin hakimiyeti altinda bulundugu zikredilmelidir.

Hz. Peygamber tarafindan yürürlüge konulan Medine-sehir-devleti anayasasinda dokuz yahudi kabilesinden bahsedilir. Burada yahudilerle karsilikli haklar ele alinmis ve Medine'yi birlikte savunma kararlastirilmis; onlardan Hz. Peygamber izin vermeden askeri bir harekete girismeyecegi ve Medine'ye bir saldiri sözkonusu oldugunda sehrin birlikte savunulacagi sözü alinmisti (Salih Tug, Islâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, Istanbul 1969, s. 34 vd.). Yine arastirmalara göre bu anayasa dünyanin ilk anayasasidir. Elli iki maddeden olusan mezkur anayasada 23-35 ve 46. maddeler yahudilerle ilgili olup bu maddeler ayrica kendi islerinde alt bölümlere ayrilmistir (bk. Muhammed Hamidullah, a.g.e., l. s. 211 vd.). Fakat yahudiler tarihen sabit oldugu gibi antlasmalarina sadik olmadilar. Bu antlasmaya katilmaktaki gayeleri, kendilerine baska bir yol bulana kadar zaman kazanmakti. Daha ilk anda bu yeni dinin onlarin senelerdir övündükleri bir üstünlüklerini ellerinden alacagini hissetmislerdi.

Islâm'in Medine'de devletini kurduktan sonra tarihte benzeri görülmemis tür sekilde yayilma göstererek bölgeyi hakimiyetine almasi, müslüman olmayan diger kabileleri oldugu gibi yahudileri de telâsa düsürdü. Zira onlar Islâm'in yayilisini geçici görüyorlardi. Bu amaçla Kureys müsrikleriyle yaptiklari bir çok antlasmada askerî yönden Kureys müsrikleri, fikri yönden de yahudiler Islâm'a karsi koyacaklarini taahhüt etmislerdir. Ancak yahudilerin giristigi bu tür bir yol bir fayda vermedi. Hattâ Islâm'in son tevhid dini oldugunu ögrenen bazi yahudiler de müslüman oluyorlardi. Yahudilerin önde gelen âlimlerinden Abdullah b. Selâm bunlar arasindaydi. Bundan sonra yahudiler için tek çikar yol, Islâm'i kiliç zoruyla sindirmek, yayilmasini önleyerek ortadan kaldirmakti.

Bedir savasinda müslümanlarin üstün gelmesi bütün yahudileri oldugu gibi Nadirogullarini da kizdirmisti. Bu savas onlarin kinlerini açiga vurmalarini sagladi. Öncelikle Kaynukaogullari, müslümanlara karsi isledikleri hareketlerden dolayi sehir disina sürüldüler (bk. Kaynukaogullari maddesi).

Yahudi sair Ka'b b. Esref yalan tesvikleri ile Mekke müsriklerini yeni bir savasa sokmaya çalisiyordu. Bunu ögrenen müslümanlar, aralarinda Ka'b'in süt kardesinin de bulundugu bir grup olmak üzere Ka'b b. Esref'i öldürmüs; bu olay üzerine Nadirogullari Hz. Peygamber (s.a.s) ile bir ittifak antlasmasi imzalamislardi. Ancak bu baris dönemi fazla sürmemis; Nadirogullarinin diger müttefiki Benû Amr kabilesinden müslüman olan Amr h. Umeyye iki kisiyi öldürmüstü. Olay söyle cereyan etti: Necid halkini Islâma davet için Rasûlüllah tarafindan gönderilen bütün müslümanlari öldüren Amr b. Tufeyl ve Necidlilerin elinden kurtulan tek kisi olan Amr b. Umeyye, Kilâhogullari kabilesinden iki adamla karsilasti. Resûlullah onlarla antlasma yapmisti. Fakat Amr bunu bilmiyordu. kendisini öldürürler diye korktugundan, dalginliklarindan yararlanarak onlari öldürdü. Resûlullah da onlarin diyetini üstlendi. Diyetin ödenmesi müslümanlara agir geldi. Ödeyemez duruma düstüler. Hz. Peygamber de yahudilerle yaptigi anlasmaya dayanarak Nadirogullarindan diyet ödeme isine katilmalarini istedi. Nadirogullari bu teklifi düsüneceklerini söyledi ve mühlet istediler. Ancak kendi aralarinda yaptiklari görüsmede Hz. Muhammed'i suikastla öldürmeyi planladilar. Onlarin yanina giden ve görüsmelerinin sonuçlanmasini bekleyen Resûlullaha, Amr b. Guhâs adli yahudinin kendisine suikast yapacagi bildirildi.

Bu çirkin olaydan sonra "Ey iman edenler Allahin üzerinizdeki nimetini hatirlayin. Hani bir kavim size el uzatmaya kalkisir da, Allah onlarin ellerini üzerinizden çekmisti" (el-Maide, 5/11) âyeti nazil olmustur (Muhammed Hamidullah, a.g.e., I, s. 626 vd).

Kaynaklarda anlatilan diger bir görüse göre ise; Bedir savasindan sonra Mekke putperestleri, Nadirogullarina gönderdigi bir mektupla onlari Rasûlüllah ile çatisma haline getirmeye kiskirtmislardi. Diger taraftan Medine'den çikarilan Benû Kaynuka yahudilerinin bu hali, zamanla sayilari artan Nadirogullari (Benü Nadir) yahudilerinin müslümanlara dair birtakim endiseler tasimasina sebep oldu. Bu sart ve durumlar karsisinda onlar, hiyânet dolu bir komplonun içine sürüklenmis oldular. Bir gün Resûlullaha bir haberci göndererek, "Üç müslümani da yanina alip gel. Bizden seçilecek Üç alimle karsilasip görüs; sayet (bizimkiler size) inanip kanacak olurlarsa biz de hep birden senin yoluna gireriz" deyip Resûlullah'i aralarina davet ettiler. Bu üç yahudi (elbiseleri altina) hançerler saklamislardi. Ancak Benû Nadir (Nadirogullari) yahudileri arasindan bir kadin müslüman Ensâr zümresi arasinda oturan erkek kardesine, Nadirlilerin kalkistigi bu suikast isini anlatmis ve bu erkek kardes de Resûlullah Nadirlilerin mahallesine henüz varmadan haberi kendisine yetistirebilmisti. Bunun üzerine Resûlullah yoldan geri dönmüs ve fakat ertesi sabah erkenden askeri kuvvetlerin basinda oldugu halde Nadirlilerin karsisina çikmis ve gün boyu onlarin oturduklari mahalleyi kusatma altinda tutmustu (Muhammed Hamidullah, a.g.e., I, s. 626-28).

Resûlullaha karsi tesebbüs edilen bu tür suikastlar müslümanlara, Nadirogullarinin artik aralarinda yeri olmadigi kanaatini verdi. Bu arada Kureys müsriklerinin müslümanlara karsi bir hazirlik içerisinde bulundugu duyuldu. Müslümanlar, içeride bulunan ve müsriklerle her an ittifak kurabilecek bir düsmandan emin olmazlarsa durumun daha da vahim sonuçlar dogurabilecegini biliyorlardi. Bunun isin öncelikle yapilmasi gereken sey, Medinedeki Nadirogullarini zararsiz bir duruma getirmekti.

Hz.Peygamber, Nadirogullarina yaptigi ilk kusatmadan hemen sonra Kureyzaogullarina yaptigi kusatmayi birakip onlarla antlasma yoluna gidince, vakit kaybetmeksizin tekrar Nadirogullari üzerine yürüyerek onlarin eslerini ve kalelerini kusatmistir. Yahudiler müslümanlara karsi bir güçle çikamadilar. Bu kusatmada her iki taraftan herhangi bir ölüm olayina rastlanmaz. Kusatma sonunda yahudiler Islama davet edilmis, kabul edenler affedilerek serbest birakilmis, reddedenler ise silahlari disinda, diger bütün menkul mallarini alarak Medine disina çikmalarina izin verilmistir. Bunlardan bir kismi Filistin'deki Ezri'at sehrine, digerleri ise Hayber bölgesine yerlestiler (Buhârî, Megazi, 14, 32; Müslim, Siyer, 2I, Cihad, 2I; Muhammed Hamidullah, a.g.e., I, s. 628).

Medine'den sürülmeleri sirasinda Benû Nadirler degerli sayilan esya ve mücevheratlarinin yani sira beraberlerinde götürmek üzere evlerinin kapilarina varincaya kadar herseyi söküp aldilar. Sürülenler, arkalarinda çalgici ve sarkicilarin kopardigi bir samata oldugu halde altiyüz develik bir kervan olusturarak yola çiktilar.

Nadirogullarinin Medine'den sürülmelerinden bir yil sonra bes kisilik bir heyet, Hicri 5. yilda Medine'nin kusatilmasina girisecek ve Hendek savasini çikaracak olan büyük saldiri ittifakini organize etmistir (Muhammed Hamidullah, a.g.e., I, s. 629; Ayrica bk. Kaynukaogullari, Kureyzaogullari, Yahudi mad.).

Hendek Savasi
HENDEK SAVASI




Hz. Peygamber (s.a.s)'in müsriklerle yaptigi büyük ve en önemli savaslarindan birisi. Uhud savasindan iki yil sonra, Hicret'in besinci yilinin sevval ayinda (23 subat 627) Medine'nin kuzeyinde cereyan etmistir.

Kureys müsrikleri Uhud savasinda basarili olmuslardi ama müslümanlarin gücünü kiramamislardi. Tam tersine müslümanlar Medine'deki birlik ve beraberliklerini saglamlastirmis, askeri bakimdan daha güçlü bir duruma gelmislerdi. Medine'de sürekli problem çikaran Yahudi Benu Nadir kabilesi sürülmüs; doguda Zatu'r-Rika, kuzeyde Dumetü'l-Cendele yapilan seferler kesin zaferle sonuçlanmis, müslümanlarin gücü ve etkinligi gün geçtikçe daha da büyümüstü. Bunun sonucu olarak Mekke müsriklerinin Misir, Suriye ve Irak yönündeki kervan yollari tamamen kapatilmisti.

Müslümanlarin bölgeye hakim bir güç olmaya baslamasi Islâma katilanlarin sayisini hizla artirmis, geçen zaman, müslümanlarin sosyal hayatlarini düzenleme ve yerlestirme yolunda önemli adimlar atmasina firsat tanimisti. Islâm'in bu gözle görülür güçlenisi karsisinda müslümanlarin baslica düsmanlarindan olan yahudiler, düsmanca faaliyetlerine hiz verdiler. Özellikle Medine'den sürülen Benu Nadir kabilesi bütün çevrede Islâm aleyhinde sürekli propaganda yapiyor, Islâm'in güçlenmesini önlemek için müslümanlara kesin bir darbe vurmanin yollarini ariyordu. Bu çalismalari sonuçsuz kalmamis, yahudiler aralarinda görüs birligi saglanarak Kureys ve diger müsrik kabilelerle birlesmenin yollari aranmaya baslamisti.

Yahudilerden olusan bir heyet Mekke'ye gelerek kiskirtici çalismalardan sonra Kureys'e ortak düsmanlari olan müslümanlara birlikte saldirmayi Rasûl Aleyhisselâm'i ve Islâm'i ortadan kaldirmayi teklif ettiler. Ticaret yollarinin kesilmesiyle ekonomik bir çikmaza düsen ve içlerinde hala Bedir'in acisini tasiyan müsrikler bu teklifi olumlu karsiladi (Taberî, Tarihu't-Taberi, Misir,1961, II, 564-5). Yahudi heyeti ve Kureys'ten seçilen elli adam Kâbe örtüsünün altina girip gögüslerini kâbe duvarina dayayarak tek baslarina kalincaya kadar müslümanlarla savasmaya yemin ettiler. Artik tek düsünceleri vardi. Bu savasi mutlaka basarmak ve Islam'i ebediyyen yok etmek (Ibnü'l-Hisâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, Beyrut, 14I7/1987, II, 254, 255).

Yahudiler Kureys'le anlastiktan sonra Necid'e giderek Benu Süleym ve Gatafan kabilelerini de bu ittifaka dahil etmeye çalistilar. Gatafan kabilesini Hayber'in bir yillik hurmasinin yarisi karsiliginda müslümanlara karsi savasmaya razi ettiler. Arkasindan diger Arap kabilelerini dolasarak putperestligin Islam'dan üstün oldugunu, fakat müslümanlarla savasilmadigi takdirde putperestligin sonunun yaklastigi propagandasiyla savasa kiskirttilar. Bu çalismalari sonunda Fezare, Süleym, Sa'd ve Esedogullari kabileleri de ittifaka dahil oldu (Taberî, a.g.e., II, 566).

Savas hazirliklarina baslayan Kureys, üçyüz at, bin besyüz devenin bulundugu dörtbin kisilik bir ordu donatti. Buna Yahudi ve diger Arap kabilelerinin kuvvetleri de eklenince yaklasik onbin kisilik bir ordu meydana geldi. Bu büyük ordu Islâm'a son ve öldürücü darbeyi vurmâk, Allah'in nurunu bogmak niyet ve umuduyla Medine'ye yöneldi. Arap yarimadasi belki de o güne kadar böyle büyük bir orduya sahit olmamisti (Ibn Hisam, es-Siretit'n-Nebeviyye, Misir, 1375/1955, II, 214, 216, 22I):

Râsulullah (s.a.s) müttefiklerin girisimini haber alir almaz derhal bir savas meclisi topladi. Mecliste düsmana karsi ne gibi tedbirler alinmasi, nasil bir savas taktigi izlenmesi gerektigi konusunda istisare edildi. Ashâbin çogunlugu Medine'yi içerden savunmanin uygun olacagi görüsünde idi. Bu görüs benimsendikten sonra Selman-i Farisî hazretleri, "bizde bir sehir üstün kuwetlerle kusatildigi zâman daima çevresine bir hendek kazilir ve sehir bu sekilde savunulur" seklinde görüs bildirince Rasûl aleyhisselam bunu uygun görerek savunma planinin bu dogrultuda hazirlanmasini emretti. Vakidî'nin Hendek Savasi sirasinda Rasûlullah'in Kureys lideri Ebû Süfyan'a yazdigim söyledigi bir mektuba göre ise, sehrin çevresine hendek kazilmasini dogrudan dogruya sani yüce Allah, Rasûlüne ilham etmistir. Düsmanin gelecegi yöne kazilacak hendekle sehrin korumasi esas olmakla birlikte Selmân-i Farisî'nin teklifi içinde Medine'yi çevreleyen binalar arasina kapatmak da vardi, zaten sehrin diger tarafi dag ve hurmaliklarla çevrili idi (Ibn Hisam, a.g.e., II, 255).

Rasûlullah, vakit kaybetmeden, ileri gelen sahabîlerle birlikte kesfe çikarak hendek kazilmasi gereken yerleri tesbit etti. Düsmanin saldirisina açik bulunan yerlerin tesbitinden sonra bütün müslümanlar toplanarak hendek kazma çalismalarina basladilar. Medine'deki bütün araçlar toplandigi halde yine de birçok müslüman araçsiz kalmisti. Bunun üzerine Rasûlullah, müslümanlarla anlasmali bulunan Benu Kurayza kabilesinden ödünç aletler aldirdi.

Basta Rasûl aleyhisselam olmak üzere bütün müslümanlar canla basla çalisiyorlardi. Mevsim kis oldugu için çalismak oldukça güç ve yorucuydu. Buna ragmen müslümanlar büyük bir coskuyla çalisiyor, hep bir agizdan "bizler ömrümüz oldukça Muhammed'le birlikte savasa devam etmek üzere bey'ât etmisizdir" anlaminda misralar okuyorlardi. Hendek kazarken Hz. Peygamberin birçok mucizesinin geldigini yine Islâm tarihçileri nakletmektedirler (Ibn Hisam, a. g. e., II, 217, 219).

Rasûlullah da coskuyla çalisan arkadaslari ile birlikte toprak kaziyor, tasiyor, onlarla bir agizdan su anlamdaki beyitleri okuyordu: "Allah'in lütfu ve hidayeti olmasaydi biz ne hidayete erer, ne sadakalar verir, ne de ibadet ederdik. Ya Rab! Bizi huzur ve sükuna erdir. Düsmanla karsilasirsak bize sebat ve ****net ver. Bize saldiranlar fitne çikararak fesat pesinde kosuyorlar. Biz ise onlara karsi koyuyoruz." Münafiklar ise bu isi agirdan aliyor ve çesitli bahanelerle çalismamak istiyorlardi (Ibn Hisam a.g.e., II, 216; Taberî, a.g.e., II, 566, 567).

Bu sekilde iki hafta boyunca süren gayret sonunda Medine çevresinin gerekli yerleri hendeklerle kusatilmis, hendeklerden çikan topraklar iç tarafa yigilarak siperler olusturulmustu.

Hendek kazma çalismalari biter bitmez Rasûl aleyhisselam savasabilecek durumdaki bütün müslümanlari topladi. Müslüman mücahitlerin sayisi üçbindi ve otuz alti da at vardi. Müslüman savasçilar gruplar halinde siperler gerisine yerlestirildi. Bu sirada Ebû Süfyan komutasindaki ordu Medine'nin Batisindan, Necid kabileleri de Dogudan Medine önlerine geldiler.

Kureys ordusu Medine'nin kuzeyinden dolasarak Uhud dagi civarina geldi. Ortaligi bos görünce evvelce Uhud savasinda aldiklari mevkiye dogru yaklastilar. Burada diger kuvvetlerle birleserek Uhud-Medine yolu üzerinde ilerlemeye basladilar. Bir müddet sonra Rasûlullah'in hendekler gerisinde görülen çadirlari karsisina geldiler ve onun karsisinda yer aldilar (Taberî, a.g.e., II, 57I).

Müsrikler çevrede müslümanlari görmeyince hizla Medine üzerine atildilar. Fakat müslümanlar tarafindan kazilan hendeklere gelir gelmez ne yapacaklarini sasirdilar. O zamanlar böylesi istihkamlar insa etmek Araplar tarafindan bilinmiyordu. Rasûlullah'in bu degisik savunma yöntemi müsrikleri hayret ve saskinlik içinde birakti. Içerlerinde bazilari atlarini hendekler boyu sürerek bir geçit aradilar. Fakat hendek gayet derin kazilmis oldugu için geçmeyi basaramadilar. Bu arada hendek gerisinde siperlenen müslümanlar düsmani ok ve tas yagmuruna tuttular. Düsman süvarileri de bu sekilde karsilik vermek zorunda kaldilar. Müsrikler bir aya yakin bir süre hendek gerisinde kaldilar. Iki taraf arasinda herhangi bir savas olmadi. Bir kaçi mübareze ve karsilikli ok atmaktan baska ciddi bir hareket olmadi (Taberî, a.g.e., II, 572).

Müslümanlar arada sirada taarruz eden düsmani bu sekilde karsilayarak savunma süresini uzatiyorlardi. Fakat bu sirada müslümanlarla anlasma içindeki Benu Kurayza kabilesinin anlasmayi bozarak geceleyin Medine üzerinde baskin yapmak için hazirlandiklari söylentisi yayildi. Bu haber müttelik ordulara göre oldukça zayif olan müslümanlar arasinda büyük bir endiseye neden oldu. Rasûl aleyhisselam durumun açikliga kavusturulmasi için Kurayza kabilesine birisini gönderdi. Benu Kurayza kabilesinin reisi Kaab b. Esed'in Benu Nâdir kabilesi reisi Nayy b. Ahtab tarafindan kandirilmis oldugu ve Kurayzalilarin gerçekten anlasmayi bozmus olduklari anlasildi. Kurayza kabilesi ile Evs kabilesi arasinda dostluk bulundugu için Evs'in lideri Sa'd b. Muaz ve bazi Evs ileri gelenleri özel olarak Benu Kurayza kabilesine gönderildi ise de olumlu bir sonuç alinamadi.

Kur'ân düsmanin gelisini ve durumun vehametini söyle dile getirir:

"Onlar size yukarinizdan ve asaginizdan gelmislerdi. Gözler dönmüs, yürekler agizlara gelmisti. Allah için çesitli tahminlerde bulunuyordunuz" (el-Ahzab, 33/1I). Rasûlullah zaman geçirmeden ortaya çikan yeni duruma uygun tertibati aldi. Müslümanlara hitaben, "emin olunki bunun sonu hayirlidir. Müslümanlarin yegane koruyucusu Allah'tir" buyurarak müslümanlara güven verdi. Sehir içinde ve savunma hatti çerçevesinde güvenlik önlemleri bir kat daha artirildi. Geceleri düsmanin ani bir baskin yapmasini önlemek amaciyla devriye kollari çikarilmaya baslandi.

Gece basar basmaz bütün devriye görevlileri görev yerlerine dagiliyor, Rasûlullah ise savunma hattinin en zayif noktasinda bekliyordu. Geceleri çok soguk oldugu için savasin zorluklari kendisini daha agir biçimde hissettiriyordu. Bununla birlikte Müslümanlar inançla ve sabirla görevlerini yerine getiriyorlardi.

Bu arada münafiklar da bos durmuyor bir takim tesvikler ve aldatici sözlerle imani zayif kimseleri kandirmaya çalisiyorlardi. Nitekim Kur'ân bu duruma "Iki yüzlüler ve kalplerinde hastalik olanlar" Allah ve Rasûlü size sadece kuru vaadlerde bulundu" diyorlardi (el-Ahzab, 33/12). Ayetiyle isaret etmektedir.

Kusatma onbes günden fazla sürdügü halde müsrikler hiçbir sonuç alma basarisini gösteremediler. Muhasaranin devami sabahlara kadar siperlerde bekleyen müslümanlari oldukça kötü etkiliyordu. Sehrin disariyla bütün baglarinin kestirilmis olmasi yiyecek sikintisinin baslanmasina neden oldu. Münafiklar bundan da güç alarak yersiz konusmalarini çogalttilar. Eskiden beri meydan savaslarina alismis olan müslümanlar düsman karsisindâ hiçbir sey yapmadan beklemekten sikilmaya baslamislardi. Mevsimin siddeti bu durumu daha da etkiliyordu. Özellikle geceleri çikan sogukta devriye görevini yapanlar fazlasiyla muzdarip olmaya basladilar. Hatta hayvanlarina yedirecek birsey bulamaz hale geldiler. Müslümanlarin direnci yavas yavas kirilmaya yüz tutmustu. Kur'ânin deyimiyle "Iste orada mü'minler denenmis ve çok siddetli sarsintiya ugramislardi" (el-Ahzab, 33/11).

Durumun vehameti karsisinda Hz. Peygamber, Müsriklerin birligini bozabilmek için bir ara Gatafanlilarin reisleri Uyeyne b. Hisn b. Huzeyfe ve el-Haris b. Avf b. Ebi harise el-Murriye haber göndererek dönüp gitmeleri karsiliginda Medine hurmalarinin üçte birini onlara vermek üzere anlasmak istediyse de (hatta anlasma metni bile hazirlanirken) Sa'd b. Mu'az ve Sa'd b. Ubâde ile istisaresi sonucu bu fikirden vazgeçti (Ibn Hisam, a.g.e., II, 223; Taberî, a.g.e., II, 572-3).

Diger yandan düsman ordusu baskisini giderek arttiriyordu. Degisik yönlerden pespese saldirilarda bulunuluyor, hendegi asamayarak çaresiz geri dönüyordu. Muhasaranin olaganüstü siddet kazandigi bir sirada müsrikler ne pahasina olursa olsun hendegi asmaya karar verdiler. Savasçiliktaki büyük ustaligi ve Kahramanligiyla söhret kazanmis olan Amr b. Abdived ile Ikrime b. Ebû Cehl, Nevfel b. Abdullah, Dirar b. Hattab, Hübeyre b. Ebî Vehb hendegi geçmek üzere ileriye gönderildi. Ebû Süfyan ve Halid b. Velid de onun arkasindan genel bir saldiri için kuvvetlerini ileriye dogru hareket ettirdiler. Amr ve yanindakiler binbir güçlükle de olsa hendegi asmayi basardilar.

Amr b. Abdived atini ileriye sürerek müslümanlari kendisiyle savasacak bir savasçi taleb etti. Amr birçok savaslarda bulunmus, yigitlik ve gözüpekligi sayesinde birçok birlikleri dagitmis gayet usta bir silahsor, çevik bir süvari oldugundan, onunla dövüsmeye kimse cesaret edemezdi. Nitekim müslümanlardan da kimse onun istegine cevap veremedi.

Bu durumu gören Hz. Ali, Amr'a karsi çikmak için izin istedi. Fakat Rasûlullah izin vermedi. Amr tekrar ileriye atilarak müslümanlara hitaben; "Içinizden kahramanlik meydanina çikacak kimse yok mu? Hani ölenlerinizin gidecegini söylediginiz Cennet?" diye bagirdi. Müslümanlardan yine ses çikmayinca Hz. Ali ikinci defa izin istedi. Rasulullah kendi zirhini çikarip Ali'ye giydirdi, beline zülfikâr'i takti ve ellerini açarak "Ya Rabb amcam Übeyd Bedirde; Hamza Uhudda sehid oldular bu Ali ise kardesimdir ve amcamin ogludur. Onu koru, beni kimsesiz birakma. Sen Varislerin en hayirlisisin" diye dua ederek ugurladi.

Amr'in karsisina çikan Hz. Ali kendisini tanitti. Amr, Ali'nin gençligini ve babasiyla olan dostlugunu ileri sürerek onunla savasmak istemedi. Hz. Ali ise kendisiyle savasmayi ve onu öldürmeyi arzuladigini bildirdi. Kendisinin savasa çikanlarin üç tekliflerinden birini kabul ettigini duydugunu; eger öyleyse, üç teklifi oldugunu söyledi. Ya müslüman olmasini, ya savasi birakip gitmesini, yada kendisiyle dövüsmesini teklif etti. Ilk ikisini reddeden Amr dövüsmeyi seçti.

Ilk saldiri Amr'dan geldi. Vurdugu kiliç darbesi Ali'nin kalkanini parçalayarak basindan yaralanmasina neden oldu. Sira kendisine geldiginde Ali indirdigi darbe ile Amr'i cansiz yere yuvarladi. Müslümanlar sevinçle tekbir getirirken müsrikler büyük bir hayal kirikligina ugradilar.

Hz. Ali Amr'in isini bitirince Dirar ile Hübeyre Ali'nin üzerine yürüdüler. Dirar Hz. Ali'nin yüzüne bakar bakmaz dönüp kaçmaya basladi. Sonradan Dirar, "ölüm melegi surete bürünmüs bana görünmüstü," diyecektir, bu kaçis hakkinda. Çarpismaya yeltenen Hübeyre de Ali'nin bir kiliç vurusu ile zirhi delinince kurtulusu kaçmakta buldu, (Ibn Hisam, a.g.e., II. 224-225).

Hz. Ömer, kaçan kardesi Dirar'in pesinden, Zübeyr b. Avvam da Hübeyr'in arkasindan kostular. Bu sirada Nevfel b. Abdullah hendege düsmüs, yaralanmisti. Müslümanlar onu tasa tuttular. Fakat Ali onlari durdurdu, hendege inerek boynu kirilmis Nevfel'in kafasini uçurdu.

Bu kötü sonuç karsisinda Ebû Süfyan çaresiz ordugahina döndü.

Ertesi günü Benu Kurayza Kabilesi de düsman ordusuna katildi. Müttefikler böylece kuvvet kazaninca bir kat daha cesaretlenerek saldirilarini siklastirmaya, tazyiklerini arttirmaya basladilar. Ok ve tas muharebeleri aksama kadar sürüp gitti. Karanlik basinca müsrikler ordugahlarina çekildiler. Genel bir saldiri düsüncesi müslümanlar arasindaki endiseyi bir kat daha artirdi.

Bu arada savasin yönünü degistirecek önemli bir olay oldu. Düsman saflarinda iken müslüman olan Nuaym b. Mes'ud es-Sakafî gizlice Rasulullah'in ordusuna katildi. Durumun kötülügünü gören Nuaym, müttefiklerle Benu Kurayza Kabilesinin arasini bozmak için iyi bir vesile oldu. Hz. Peygamber ona Benu Kurayza ile müsriklerin arasini açmasi için talimat verdi. Islâma girdigi bilinmedigi için rahatça Benu Kurayza lideri Kaab b. Esed'in yanina gitti. Kaab'in yaninda daha baska Yahudi liderleri de bulunuyordu. Onlara yahudilere bir iyilik etmek istegimi söyleyerek Kureys ve Gatafan kabilelerinin artik savastan usandigindan söz etti "hatta daha fazla zahmet çekecek olurlarsa sizi birakip gidecekler. O zaman siz Islâm ordusuna karsi koyamazsiniz. Bu tehlikeyi önlemek için Kureys ve Gatafan kabileleri ileri gelenlerinden birkaç kisiyi rehin alin" dedi. Yahudiler bu haberden son derece memnun oldu.

Nuaym, oradan Ebû Sufyan'in ordugahina geldi. Ona Kurayzalilarin anlasmayi bozduklarindan dolayi pismanlik duyduklarini ve anlasmayi gizlice yenilediklerini, hatta suçlarini affettirmek için Kureys ve Gatafan liderlerinden birkaç kisiyi rehin alarak müslümanlara teslim etmeyi düsündüklerini söyledi. Bu haber Ebû Süfyan'i vesveseye düsürdü. Derhal kurayza liderine Ikrime b. Ebî Cehl ve Benî Gatafanli bir grupla haber göndererek muhasaranin çok uzadigini, askerin açliktan sikayet ettigini bu nedenle ertesi günü genel bir saldiri ile bu duruma bir son verilmesi gerektigi arzusunda oldugunu söyledi. Buna karsilik Kurayzalilar, Kureys ve Gatafan ileri gelenlerinden birkaç kisi rehin verilmedikçe kendilerine güvenemeyeceklerini bildirdiler. Kureys ve Gatafan liderleri bu haberi isitince Nuaym'in sözüne hak vererek rehin vermekten imtina ettiler. Kurayza kabîlesi ise onlarin tavrinin Nuaym'i dogruladigini görünce müttefiklerden ayrilarak onlari kendi baslarina biraktilar, (Ibn Hisam, a.g.e. II. 23I) (Taberî, a.g.e. II 578-9).

Kusatma yine sürüyordu, ama eski siddetini kaybetmisti. Rasûlullah (s.a.s) bu günlerde, bugün Ahzab Mescidinin bulundugu yerde ayakta durup ellerini yukariya kaldirarak müsrik kabileleri aleyhinde üçgün boyunca dua ettiler. Üçüncü gün ögle ile ikindi namazi arasinda duasinin kabul edildigi kendisine vahyedildi. Ashab bunu Rasûlullah'in yüzünde dalgalanan sevinçten anladi. Cebrail (a.s.) "sevininiz, Allah onlara bir rüzgar saldi."diyerek Allah'in müsrikleri kasirga ile perisan edecegini haber vermisti. Allah Rasûlü hemen iki dizi üzerine çöküp ellerini kaldirdi. gözlerini yere indirdi. ve "bana ve ashabima acidigin için sana sükranlarimi sunarim Allah'im" dedi. Sonrada haberi ashâbina o müjdeledi.

Beklenen rüzgar birkaç gün sonra geldi. Bu soguk, dondurucu bir rüzgardi. Tozlari, topraklari müsriklerin gözlerini dolduruyordu. Rüzgar, onlari kendi baslarinin derdine düsürmüs, çekilmek, zorunda birakmistir. Çadirlarin bezlerini, derilerini yirtiyor, direklerini söküyor, sergileri kumlara gömüyor, yakilan atesleri, asiklari söndürüyor, develeri, atlari birbirine karistiriyor, hiç kimse kimsenin yanina gidemiyor. Müsrikler ordugahlarindan devamli tekbir sesleri, silah sakirtilari duyuyorlardi. Kalplerine büyük bir korku düsmüs, amansiz bir panige kapilmislardi. Kur'an sonradan bu olayi mü'minlere söyle hatirlatmaktadir: "Ey mü'minler. Allah'in size olan nimetini anin. Hani üzerinize ordular gelmisti. Biz de onlarin üzerine rüzgar ve görmediginiz ordular göndermistik. Allah yaptiklarinizi görüyordu. "(ef-Ahzâb. 33/9)" "Allah kâfirleri öfkeleri ile geri çevirdi. Hiçbirsey elde edemediler. Savasta iman edenlere Allah'in yardimi kâfi geldi. Allah güçlüdür, herseye galiptir" (el-Ahzâb; 33/25).

Gece boyunca devam eden firtina, sabahleyin biraz sükûnet buldu. Allah Rasûlü, Huzeyfe b. Yeman'i düsman ordusu hakkinda bilgi almasi için gönderdi. Huzeyfe, düsman ordusunun perisan halini görerek geri döndü. Hz. Peygamber bundan son derece memnun oldu ve sonucu beklemeye basladi. (Ibn Hisâm, a.g.e. II. 231-2).

Ebû Süfyan ansizin ugradigi bu büyük felâket üzerine Kurayza kabilesinin ordudan ayrildigi ve orduda ihtalâf çiktigi bahanesiyle kusatmayi sona erdirerek geri çekilme emrini verdi. Amr Ibnû'l-âs ile Halid b. Velid ikiyüz süvari ile müsriklerin geri çekilisini denetlediler. Müsrikler basansizliklarindan dogan umutsuzluk ve sikinti içerisinde hizla ricat etmeye basladilar.

Kureys ordusu Mekkeye, Gatafan kabileleri Necid'e dogru yol alirken müslümanlar savunma hattindan çikarak düsman ordugahina vardilar. Düsmanin telas ve heyacan içinde geri çekilirken birakmis olduklari erzak ve zahirelere ve Ebû Sufyan'in yahudi reislerinden Hayg'a gönderdigi yirmi deveye el koydular. Develer kurban edildi, hurma dolu sepetler bosaltildi ve müslümanlara dagitildi. Bu ganimet vasitasiyla muhasaranin ortaya çikardigi kitlik ortadan kalkmisti. Rasûlullah (s.a.s.) müslümanlara hitab ederek, "Ey Islâm mücahidleri! Emin olunuz ki bu muzafferiyet sizin için ölümsüz bir basaiidir. Bundan böyle Kureys kabilesi size degil, siz Kureys'e taarruz edeceksiniz" buyurdu. Rasûlullah'da bu sözleriyle müsriklerin bütün gücünün tükendigini, artik müslümanlarin zafer yollarinin açildigini da müjdelemis oluyordu.

O gün ögleye dogru Hz. Peygamber, aldigi ilâhi bir emir geregi müslümanlara derhal bir ilan yaptirarak bu savasta müsriklerle bir olup, kendilerini arkadan vuran Benu Kurayzaya karsi savasmak üzere su emri verdi: "Kim dinler ve itaat ediyorsa, ikindi namazini Benû Kurayza önlerinden baska yerde kilmasin" Bu emri alan müslümanlar derhal hareket ederek bu yahudi belasini da ortadan kaldirdilar, (bk. Benû Kurayza Savasi). (Ibn Hisam, a.g.e. II. 233-34).

Kurayzaogullari Ve Onlarla Savas
KURAYZAOGULLARI VE ONLARLA SAVAS




Kurayzaogullari Medine'de yasamis bir Yahudi kabilesidir.

Resûlullah (s.a.s.) Medine'ye hicret ettigi zaman Yahudiler, küçük nüfus topluluklari halinde Suriye'den güneyde Yemen ve Umman bölgelerine kadar yerlesik halde yasiyorlardi. Fakat onlarin en kuvvetli olduklari yer Hayber bölgesiydi. Ayni insan kitlesi Medine (Yesrib)'de de mevcuttu. Ancak anlasildigina göre bunlar, daha ziyade bir göz yumma ve müsamaha sayesinde buralarda barinmaktaydilar. Zira Hz. Peygamber'in Medine'de yürürlüge koydugu anayasada, insan unsurunu tayin ve tesbit eden maddeler, Yahudileri, meydana gelen konfederasyonun müstakil ve otonom kabile topluluklari degil, Evs veya Hazrec gibi çesitli Arap kabilelerine mensup, onlarin himayesine siginmis insan topluluklari olarak tavsif edip göstermektedir (M. Hamidullah, Rasûlüllah Muhammed, Terc. Salih Tug, Istanbul 1973 s.174; Salih Tug, Islâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, Istanbul 1969, s.31-40 vd.).

Bunlar üç ana kümeden ibarettiler: Kaynukalilar, Nadîrliler ve Kurayzalilar. Fakat bunlarin arasinda kan davalari bulundugundan, ayrica kendi dost ve müttefikleri arasinda da bölünmüslerdi. Bunlardan Kaynukaogullari Hazrec'in müttefiki, Nadîrogullari ile Kurayzaogullari ise Evs'in müttefiki idiler (Ibn Hisam, es-Siretü'n-Nebeviyye, Nesr. M.es-Sekâ, I.el-Ebyârî, A.es-Sibli, Misir 1375/ 1955, l, 540).

Evslilerle Hazrecliler arasinda savas oldugu zaman, Kaynukaogullari, Hazrecle; Nadîrogullari ve Kurayzaogullari, Evsle beraber çikar ve her grup, kardeslerine karsi, kendi müttefiklerine yardim ederler ve karsilikli olarak birbirlerinin kanlarini dökerlerdi. Halbuki Tevrat ellerindeydi ve içinde (gerek lehlerinde gerekse aleyhlerinde) ne yazili oldugunu biliyorlardi. Evs ve Hazrec ise müsriktiler; putlara tapiyorlar, ne Cennet ne Cehennem, ne ölümden sonra dirilme, ne kiyamet, ne kitab, ne helal ne de haram taniyorlardi (Ibn Hisam, a.g.e., II, 540).

Savas sona erince, biribirlerinden aldiklari esirleri, gûya Tevrat'a uyarak fidye karsiliginda serbest birakiyorlardi. Kaynukalilar; Evslilerin elinde olan esirlerini, fidye vererek serbest biraktirdiklari gibi, Nadîrogullari ve Kurayzaogullari da, Hazreclilerin elinde bulunan esirlerini fidye ödeyerek biraktirirlardi. Müsriklere yardim etmek için döktükleri kanlara ve aralarinda öldürülenlere karsilik kisas uygulamazlardi. Cenab-i Allah, bu tutumlarindan dolayi onlari söyle azarlamaktadir:

"Bir zaman sonra siz, o kimseler oldunuz ki, artik birbirinizi öldürmeye aranizdan bir zümreyi yurtlarindan çikarmaya, kötülük ve düsmanlikta onlara karsi birlesmeye basladiniz. Eger onlar size esir olarak getirilirlerse onlar (fidye karsiliginda) esirlikten çikarmak size haram kilinmisken, esir mübadelesi yapiyordunuz" (el-Bakara, 2/85).

Hz. Peygamber Medine'ye geldigi zaman, müslümanlarla müslüman olmayanlar arasinda genel bir antlasma ve mukavele yapmisti. Bu mukavele hükümleri arasinda; Yahudilerin de Mü'minlerle bir topluluk teskil ettikleri kabul olunmakta, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in izni olmadikça kendilerinin herhangi bir askerî harekâtta bulunamayacaklari, ne Kureyslileri ne de onlara yardim edenleri hiçbir sekilde korumayacaklari, Medine'ye bir saldiri oldugunda elbirligiyle müdafaada bulunacaklari hükmü yer almakta, bu sirada Medine'de yasayan Kurayzaogullari da ayni hükme dahil edilmekteydi.

Nadîrogullari ile Kurayzaogullari, ayni müsrik kabîlenin müttefikleri olduklari halde, Nadîrogullari Yahudileri kendilerini, soydaslari Kurayzadan üstün tutarlardi. Bir Kurayzali, Nadîrden birini öldürecek olsa tam diyet ödemeye mecbur tutuldugu halde; bir Nadûli Kurayzadan birini öldürdügünde yarim diyet öderdi. Böyle bir dönemde Nadîrogullarindan biri bir Kurayzaliyi öldürmüs her iki taraf Peygamberimize müracaat ederek aralarinda hüküm vermesini istemislerdi. Asagidaki âyet bunun iizerine nâzil olmustur:

"Eger sana gelirlerse ister aralarinda hükmet, istersen onlardan yüz çevir (kendi hallerine birak). Onlardan yüz çevirirsen sana bir zarar veremezler. Sayet aralarinda hükmedersen adaletle hükmet" (el-Mâide, 5/42).

Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s), her iki cemaati esit muameleye tabi tutmak suretiyle aradaki imtiyazi kaldirmis, Kurayzalilari, Nadîrlilerin seviyesine yükseltmistir (Ibn Hisam, a.g.e., II, 566).

Ne var ki, Kurayzaogullari nankörlük ederek, Rasûlüllah ile olan muahadeyi bozan ve O'na karsi savasa kalkisan Nadîrlilere katildilar. Peygamberimiz, Nadîrogullari Yahudilerini muhasara ederek yurtlarindan sürüp çikardigi halde Kurayzaogullari Yahudilerini affetti. Yeni bir muahede ile onlari yerlerinde birakti (Buhârî, Megâzî, 14; Müslim, Cihad ve Siyer, 2I).

Buna ragmen Kurayzaogullari Yahudileri sinsi düsmanliklarini sürdürmüsler; Hendek kusatmasi sirasinda Nadîrogullarina ait casuslar, onlari müsriklerle isbirligi yapmaya tahrik ve tesvik etmis, onlar da bu propagandaya kapilarak sehrin savunma planlarini bosa çikaracak sekilde içerden harekete geçmislerdi. Fakat Cenab-i Allah, kâfirlerin tuzagini bosa çikarmis, Müslümanlari bunlarin serrinden korumustu (el-Vakidî, el-Megâzî, Kahire 1367/1948, s.29I).

Islâm düsmanlari, Hendek muhasarasini kaldirip gidince Resûlullah (s.a.s), evine gelerek silahlarini çikarip yerine koymus ve yikanmisti. Bu arada Cibrîl (a.s.) Peygamber (s.a.s)'e geldi ve:

"Sen silahini çikarmissin! Vallahi biz melekler henüz silahlarimizi çikarmadik. Haydi onlara dogru yola çik ! " dedi. Peygamber: "Nereye?" diye sorunca; Cibrîl, Kurayzaogullari yurdunu isaret ederek: "Iste suraya" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s), Kurayzaogullarina dogru hareket etti (Buhâri, Megâzî, 32).

Enes Ibn Malik der ki; "Resûlullah (s.a.s) Kurayzaogullarina sefer ettiginde, Cibril'in melek alayinin Ganmaogullari sokagindan geçtikleri sirada yükselen tozunu bugün bile hâla görür gibiyim" (Buhârî, Megazî, 32; Ibn Sa'd, Tabakât, II, 76).

Hz. Peygamber (s.a.s), ordusuyla Kurayzaogullari yurduna varip onlari kusatma altina aldi. Kusatma yirmi bes gece sürdü. Kurayzaogullari muhasaranin gittikçe uzamasindan ve siddetlenmesinden dolayi büyük bir sikintiya düstüler; teslim olmaktan baska çare kalmadigini anladilar. Resûlullah (s.a.s)'e, kendileri hakkinda hüküm vermek ve onun verecegi hükme göre teslim olmak üzere bir hakem tayinini istediler. Peygamber de; "Ashabimdan istediginiz kimseyi hakem seciniz" dedi. Bunun üzerine Sa'd Ibn Muaz'i hakem seçtiler (Ibn Hisam, a.g.e., III, 239; Buhârî, Cihad, 32; Taberî, Tarih, Nsr. Muhammed Ebu'l-Fadi Ibrahim, Beyrut II, 592).

Resûlullah (s.a.s), bunlar hakkinda hüküm vermesini Sa'd Ibn Muâz'a havale etti. Sa'd da:

"Ben onlar hakkinda söyle hüküm veriyorum: Bunlarin savasanlari öldürülsün, kadinlari ve çocuklari esir edilsin, mallari da taksim olunsun" dedi (Buhârî, Cihâd, 32; Taberî, a.g.e., II, 592).

Hz. Peygamber (s.a.s), onlari Medine'de bir evde hapsettikten sonra, hendekler kazdirmis ve eli silah tutan erkeklerin boynunu vurdurmus, kadinlarini, çocuklarini ve mallarini da müslümanlar arasinda taksim etmistir (Ibn Hisam, a.g.e., III, 240, 244).

Cenab-i Allah, bu hususu Kur'ân-i Mubîninde söyle dile getirir:

"Allah, Kitap ehlinden kâfirleri destekleyenleri kalelerinden indirmis, kalblerine korku salmisti; onlarin kimini öldürüyor kimini de esîr ediyordunuz" (el-Ahzâb, 33/26).

"Yerlerini, yurtlarini, mallarini ve henüz ayaginizi dahi basmadiginiz yerleri Allah size miras olarak verdi. Allah her seye kâdirdir" (el-Ahzâb, 33/27; Ayrica Ibn Hisam; a.g.e., III, 250; M. Hamdi Yazir, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 3886).

Hudeybiye Barisi
HUDEYBIYE BARISI




Hz. Peygamber ve ashabinin Kabe'yi ziyaret maksadiyla Mekke'ye gitmek istemeleri ve bunun müsrikler tarafinda engellenmesi üzerine çikan olaylardan sonra müslümanlarla müsrikler arasinda yapilan anlasma. Allah Rasûlü'nün hicretinin üzerinden mücadeleler ve savaslarla dolu alti yil geçmisti. Hem muhacirler, hem de Ensar, Kâbe'yi ziyaret özlemiyle yanip tutusuyorlardi.

Allah'in elçisi, bu yilin Zilkade ayinin basinda bütün ashabin özlemlerine beklentilerine cevap anlami tasiyan bir rüya gördü. Rüyasinda ashabi ile birlikte güvenlik içinde Kâbe'yi ziyaret ediyordu. Rasûlullah'in ashaba anlattigi rüya, hizla bir mustu gibi yayildi Medine'ye.

Hz. Peygamber bu genel cosku üzerine, Kâbe'yi ziyaret etmek isteyenlerin hazirlanmasini emretti. Hattâ Islam'i kabul etmeyen kabileleri bile kendileriyle birlikte hac yapmaya çagirdi.

Hazirliklarin tamamlanmasindan sonra, Zilkade'nin ilk Pazartesi günü (13 Mart 628) bin dörtyüz kisi ile birlikte Mekke'ye dogru hareket etti. Niyetinin baris oldugunu göstermek için yanlarina yolcu kilici denilen kiliçtan baska savas silahi almamislardi. Zül-Huleyfe mevkiine geldiklerinde ihrama girdiler ve Umre için niyet ettiler. Yanlarinda Mekke'de kurban edilmek üzere sabin alman yetmis deve bulunuyordu ve bunlar kurbanlik oldugu belli olacak biçimde nisanlanmisti.

Mekkeli müsrikler Hz. Muhammed'in hareketini ögrenince toplanarak ne pahasina olursa olsun, Rasûlullah'in Mekke'ye girmesine izin vermemeyi kararlastirdilar. Rasûlullah'in Mekke'ye daha fazla yaklasmasina engel olmak üzere de Halid bin Velid komutasinda ikiyüz atlidan olusan bir birlik gönderdiler.

Bu arada Hz. Peygamber Hudeybiye mevkiine gelmisti. Devesi burada kendiliginden çöktü ve bütün çabalara ragmen kaldirilamadi. Bunun üzerine çesitli fikirler ileri sürenlere karsilik Allah Rasûlü,"Filin Mekke'ye girmesine engel olan kuvvet bu deveyi de çökertti" diyerek herkesin inmesini emretti.

Peygamber Efendimiz, Mekke müsriklerinin durumu anlama ve umreyi gerçeklestirebilme konusunu görüsmek için Hz. Osman (r.a)'i Mekke'ye gönderdi. Hz. Osman (r.a) kiminle görüstü ise, umre yapmanin mümkün olmadigini anladi. Zira müsrikler, müslümanlarin Mekke'ye girisini kendileri için büyük bir zillet sayiyorlar ve bütün Arap dünyasinin gözünden düsecekleri seklinde yorumluyorlardi. Bundan dolayi umre hiç mümkün gözükmüyordu.

Bu arada Hz. Osman (r.a)'nin tutuklandigi ve öldürüldügü haberi yayildi. Bu haber üzerine peygamber Efendimiz, bütün mü'minlerden "ölüm" üzere bey'at aldi. Ashab-i Kirâm'in ölüm için yarisircasina bey'at etmelerini müsriklerin casuslari da görüyorlardi. Bu durumu süratli bir sekilde Mekke'ye bildirdiler.

Sahabenin bey'atini bildiren âyet-i kerime'de söyle buyurulur: "Sana bey'at edenler gerçekte Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'in eli onlarin ellerin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmus olur ve kim Allah'a verdigi sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat verecektir" (el-Feth, 48/1I) ve "Allah su mü'minlerden razi olmustur ki, onlar agacin altinda sana bey'at ediyorlardi. Allah onlarin gönüllerindekini bildigi için onlarin üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakin bir fetih verdi. Yine onlara alacaklari birçok ganimetler bahseyledi. Allah üstündür, hikmet sahibidir" (el-Fetih, 48/18-19) âyetleri bu olayi anlatmakta ve Cenab-i Hakk'in biat edenlerden razi oldugunu bildirmektedir. Bu âyetlerden dolayi, bu beyata, razilik biati anlaminda "Biatü'r-Ridvân" ve Hz. Peygamberin altinda oturdugu agaca da razilik agaci anlaminda "Seceretü'r-Ridvân" adi verilmistir. Kisa bir aradan sonra Hz. Osman (r.a)'la ilgili ölüm haberinin asilsiz oldugu anlasilmistir.

Bu arada karsilikli elçiler gidip geliyor, bir uzlasma yolu araniyordu. Müsrikler müslümanlarin Mekke'ye girmelerine izin vermeyeceklerini açikça söylüyorlardi. Hz. Peygamber ise "Biz buraya kesinlikle savasmak için gelmedik. Amacimiz Kâbe'yi ziyarettir, Umre yapmaktir. Kureysliler eski savaslarda zayif düsmüslerdir. Dilerlerse onlarla bir anlasma, bir sure için baris anlasmasi yapmak isterim. Kabul ederlerse ne âlâ, aksi takdirde Allah'a yemin ederim ki, ölünceye kadar onlarla savasirim" diyerek baris öneriyordu.

Allah Rasûlü'nün kararliligi yüzünden müsrikler savasi göze alamadilar. Amr oglu Süheyl'i kendileri adina bir anlasma yapmak üzere gönderdiler.

Rasûlullah ile Süheyl uzun görüsmelerden sonra anlasma sartlarini tesbit ettiler. Buna göre;

1-Müslümanlarla müsrikler on yil süreyle savasmayacaklar, birbirlerine saldirmayacaklardi .

2- Müslümanlar bu yil Kabe'yi ziyaretten vazgeçerek geri dönecekler, ancak gelecek yil umre yapacaklar, müsriklerin bosaltacagi Mekke'de üç gün kalacaklar ve yanlarinda yolcu kiliçlarindan baska silah tasimayacaklardi.

3- Mekke'den birisi müslüman olarak Medine'ye sigindigi zaman iade edilecek; fakat Medine'den Mekke'ye siginanlar iade edilmeyecekti.

4- Arap kabileleri istedikleri tarafla anlasma yapmakta serbest olacaklardi.

Hudeybiye andlasmasinin bütün sartlari görünüste müslümanlarin aleyhine idi. Bu nedenle müslümanlar büyük bir hayal kirikligina ugradilar. Bu andlasmayi bir asagilanma, bir küçük düsürülme olarak kabul ettiler. "Sen Allah'in Rasûlü degil misin? Davamiz hak dava degil mi? Bu zilleti neden kabul ediyoruz?" diyen Hz. Ömer'in sözleri, müslümanlarin genel üzüntülerinden dogan tepkinin dile getirilisinden baska bir sey degildi. Fakat süphesiz Allah ve Rasulü neyin hayirli, neyin ser, neyin izzet, neyin zillet oldugunu daha iyi bilirdi.

Allah Rasûlünün kurbanlarini kesip baslarini tiras etmeleri istegi yankisiz kaldi. Büyük bir üzüntü ile çadirina girdi. Sonra mü'minlerin annesi Ümmü Seleme hazretlerinin tavsiyesi üzerine kendi kurbanini kesti ve tiras oldu. Bunun üzerine bütün müslümanlar yarisircasina kurbanlarini kesip tiras oldular.

Hudeybiye'de ondokuz gün kalindiktan sonra Medine'ye dogru yola çikildi. Yolda, "Biz sana apaçik bir fetih verdik. Bununla Allah senin geçmis ve gelecek günahlarini bagislayacak ve sana olan nimetini tamamlayacak ve seni dogru bir yola iletecek. Allah sana sanli bir zafer verecek" (el-Fetih, 48/1,2) âyetleriyle baslayan Fetih Sûresi nazil oldu.

Sani yüce Allah, Hudeybiye barisini bir "Feth-i Mübin" (apaçik bir fetih) olarak niteliyordu. Gerçekten de bunun böyle oldugu çok geçmeden herkes tarafindan anlasildi. Hudeybiye'yi Hayber gibi, Mekke'nin fethi gibi zaferler izledi.

Hudeybiye andlasmasinin en önemli yanlarindan veya sonuçlarindan birisi hiç kuskusuz siyasî yönüdür. Daha önce Mekkeli müsrikler, Medine Islam toplumunun varligina bile tahammül edemezlerdi. Hatta müslümanlari kökten yok etmek amaciyla Bedir, Uhud ve Hendek savaslarinda oldugu gibi birçok girisimde bulunmuslardi. Iste bu andlasma ile ilk kez müsrikler Medine Islam toplumunu resmen taninmis oluyorlardi. Bu durum Islam'in kabileler arasindan büyük bir önem kazanmasina neden oldu.

Andlasmadan önce müslümanlarla müsrikler arasinda hemen hiç bir iliski yoktu. Hudeybiye'den sonra ise iki taraf arasindaki ticari ve ailevi iliskiler canlandi. Hz. Peygamber istedigi yerde Islam'i rahatça teblig etme imkanina kavustu. Bu nedenle hem Mekke'de, hem de çevre kabileler arasinda Islam'i kabul edenler hizla artti. Öyle ki, Hudeybiye ile Mekke'nin fethi arasinda geçen iki yil içinde müslüman olanlarin sayisi, Hudeybiye'den önceki ondokuz yil boyunca müslüman olanlarin iki katina ulasmisti.

Andlasma maddelerinden müslümanlari en çok üzenlerden birisi, Mekke'den kaçan müslümanlarin iade edilmesi hakkindaki madde idi. Daha andlasma imzalanir imzalanmaz zincirlerini sürükleyerek gelen Ebu Cendel'in, "Müslüman oldugum için bu kadar zulümlere iskencelere ugramistim. Beni tekrar ayni iskencelere atmak mi istiyorsunuz? Beni yine müsriklere mi teslim edeceksiniz?" çigliklarina ragmen antlasma geregince Kureys adina andlasmayi yapan müsrik Amr oglu Süheyl'e teslim edilmesi, müslümanlari gözyaslari içinde birakmisti .

Süheyl b. Amr, oglu Ebû Cendel'i çeke çeke Kureyslilerin yanina götürdü. Müslümanlar, onun feryadina dayanamayarak aglamaya basladilar (Vâkidî, Megâzi, ll, 6I8'den naklen Asim Köksal, Islâm Tarihi, Vl, 2I4). Hz. Muhammed (s.a.s), Ebû Cendel'i su sözleriyle teselli ediyordu: "Ey Ebû Cendel, su toplulukla aramizda yazilan baris yazisi tamamlandi. Sen biraz sabret, katlan, yüce Allah'tan da bunun ecrini dile. süphesiz Allah, senin ve senin yaninda bulunan zayif mü'minler için bir genislik ve çikar yol ihsan edecektir. Biz onlara Allah'in ahdiyle söz verdik, onlar da bize söz verdiler. Onlara verdigimiz sözü çigneyemeyiz. Verdigimiz sözde durmamak bize yarasmaz" (Asim Köksal, a.g.e, Vl, 2I4). Hz. Ömer, bu geri çevirmenin dis görünüsüne bakarak çok üzülmüs, din için bu kadar hakarete katlanmanin sebebini anlayamadigini söylemisti. Mekke'ye girip, Beytullah'i ziyaret etmeyi uman sahabe bu gerçeklesmedigi gibi Hudeybiye Andlasmasi gibi aleyhlerine olan bir sözlesmeyi kabul etmek zorunda kalmislardi .

Mekke'den kaçan fakat Medine'ye kabul edilmeyen müslümanlar Mekke Sam kervan yolu üzerindeki Is mevkiinde üslendiler. Kisa zamanda sayilari üçyüze ulasan müslümanlar müsriklere karsi gerilla savasi yürütmeye basladilar. Kureys'in kervanlarina saldiriyor, ellerine düsen Mekkeli müsrikleri öldürüyorlardi. Kureys müsrikleri bu durum karsisinda müslümanlari Mekke'de tutmanin zarardan baska bir sey getirmeyecegini, gerçekten iman etmis bir mü'mini hapsetmenin serbest birakmaktan daha zararli oldugunu anladilar ve ilgili maddenin andlasmadan çikarilmasi için basvurdular. Bunun üzerine Rasûl aleyhisselam isteklerini kabul ederek Is'teki müslümanlari Medine'ye çagirdi.

Bütün bu sonuçlar Hudeybiye barisinin göründügü gibi kötü bir anlasma olmadigini, tersine müslümanlara zafer kapilarini açan bir "feth-i mübin" oldugunu açik bir biçimde ortaya koymaktadir.

Hayber Gazvesi
HAYBER GAZVESI


Hz. Peygamber'in hicretin 7. yilinda fethettigi, Sam-Medine yolu üzerinde Medine'nin 15I km. kuzeyinde Yahûdilerin oturdugu bir yerlesim merkezi. Hayber Yahûdi dilinde kale demek olup burasi ayni zamanda hurma ve tahil merkezidir. Kalesinin yedi burcu vardir. Bunlar Nâim, Kamûs, Sik, Netah, Sülâfim, Vatih ve Ketîbe'dir (Ibn Sa'd et-Tabakâtü'l-Kübrâ II,106) Hz. Peygamber Hayber Yahûdilerinin Medine'ye karsi müsriklerle ittifak halinde olmalari ve pek çok Yahûdi kabilesi'nin burada toplanmasindan dolayi Hudeybiye musalahasindan sonra Hayber'i fethetmek üze re hazirliklara basladi (Vakidî, Kitabü'l Megazî, II, 441-442, Ibn Hisâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, III, 201)

Hz. Peygamber, bu cihad hareketi için sadece cihada ragbet edenlerin katilmasini emretti. Medine'de Siba' b. Urfuta'yi vekil birakti. Esi Ümmü Seleme'yi yanina alarak 1400 yaya, 200 süvari ile yola çikarken; "Biz buranin hayrini isteriz" buyurmustur. Rasûlullah Medine'den hareket ettikten sonra Hayber ile Gatafan kabilesi arasina karargahim kurdu. Sabaha kadar burada bekledi (Ibn Hisâm, es-Sîre, III/343). Gatafanlilarin Hayber'e yardimini engellemek için burada konaklamis bulunuyordu. Hayberliler sabaha kadar, müslümanlarin gelisinden haberdar olmamislardi. Sabahleyin kalelerinin kapisini açtiklarinda; "Muhammed gelmis ve günlerden de cumartesidir" diyerek kalelerine tekrar döndüler. Yahûdiler mukaddes günleri oldugu için cumartesi günü muharebe etmezlerdi. Rasûlullah bunu görünce; "Allahû Ekber, Hayber harab oldu" buyurdu (Ibn Sa'd, et-Tabakat, II,106). Müslümanlarin bu muharebede beyaz renkli sancagini da Hz. Ali tasiyordu. Bu gazvede müslümanlarin kullandiklari parola; "Yâ Mansür, Emit, Emit" "Ey Allah'in galip kildigi müslüman asker öldür öldür' idi (Ibn Sa it, II,1I6, Ibn Hisâm, III, 347).

Hayber'in fethi, Nâim kalesi ile basladi. Burada Mahmûd b. Mesleme atilan tasla sehit oldu. Sonra Kamûs kalesi ele geçirildi. Daha sonra, Vatîh, Sülâlim, Sik, Netah ve Ketîba kaleleri alindi. Bu kalelerin ele geçirilmesinde siddetli çarpismalar oldu. Müslümanlardan yirmi bes kisi sehid olurken, Yahûdilerin kaybi doksan üç kisi oldu. Hayber'in ileri gelenlerinden Useyr, Yâsir, Emir ve Kinâne b. Ebi'l-Hukayk ve kardesi öldürüldü (Ibn Sa'd, II, 1I7).

Müslümanlar bu gazvede pek çok esir aldilar. Ancak Hayber halki esirlerinin iadesini, kendilerinin de affedilmesini istediler. Rasûlullah da bunu kâbul etti. Yahûdilerin ileri gelenlerinden Huyey Ahtab'in kizi Safiyye de esirler arasinda idi. Rasûlullah Hz. Safiyye'ye ailesinin yanina dönmeyi teklif ettigi halde Safiyye, müslüman olarak Hz. Peygamber'e es olmayi tercih etti. Hz. Safiyye Hayber gazvesinden önce Kinâne b. Rabia ile evlenmisti. Ilk gece, gördügü bir rüyayi Kinâne'ye anlatmis O da; "Sen ancak Muhammed'i istiyorsun" diyerek yüzüne bir tokat vurmustu da, gözü morarmisti. Safiyye'nin Hz. Peygamber ile evlendigi zaman hâlâ bu morlugun izi vardi. Nitekim Rasûlullah'in bunu sormasi üzerine esi de bu hadiseyi ona anlatmistir (Ibnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 221)

Bu muharebe sonunda Zeynep bint el-Hâris, Rasûlüllah'a zehirli bir koyun ikram etti. Rasûlullah ondan bir parça aldi, ancak yutmadan koyunun zehirli oldugunu bildirdi. Kadin çagirildi, suçunu itiraf etti ve söyle dedi:

"Gerçekten Peygamber isen, sana bundan haber verilir, eger hükümdar isen senden kurtulmus oluruz." Ancak Bisr b. Berâ bundan aldigi lokma ile zehirlenerek vefat etti. Bunun üzerine kadin Bisr'e kisas olarak öldürüldü. Rasûlullah son hastaliginda dahi Hayber'de aldigi bu lokmanin tesirini hissettigini beyan buyurmustur (Ibnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 222).

Bu gazve sonunda Hayberlilerin hayatlarinin korunmasi, çoluk ve çocuklarinin serbest birakilmasi sartiyla Hayber'den çekilip gitmeyi ve topraklarini, altin ve gümüslerini, üzerindekiler hariç, elbise ve silâhlarini teslim etmeyi, hiç bir sey saklamayacaklarini kabul etmek sartiyla Hz. Peygamber ile sulh andlasmasi yaptilar. Rasûlullah da Hayber arazisini, ashabi arasinda taksim etmislerdi. Ancak Yahûdilerin; "Biz topragi islemeyi ve hurma yetistirmeyi biliriz, bizi yerimizde birak" demeleri üzerine Hz. Peygamber, onlari kendi mülklerinde yarici olarak çalismalarina ve orada kalmalarina izin vermistir (el-Belâzürî, Fütûhu'l-Büldân, Çev: Mustafa Fayda, Ankara 1987, s. 88). Bu duruma göre çoluk ve çocuklari bagislanmis, araziler elde edilen mahsulün ikiye ayrilmasi suretiyle onlara birakilmisti. Buna mukabil hiç bir mal saklanmaksizin teslim edilecekti. Iste Kinâne b. Rabi' bu andlasma hükümlerine uymadigi, iâdesi gereken mallari sakladigi ve Mahmûd b. Mesleme'nin ölümüne sebep oldugu için öldürülmüstür (Ibn Hisâm III, 351). Ayrica yapilan bu andlasmaya göre Rasûlullah onlari Hayber'den istedigi zaman çikaracakti (Ebû Dâvûd, Harâc, 24).

Hayberliler, Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra da Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanina kadar belirlenen usûl ile yanci olarak orada kalmaya devam ettiler. Bu arazilerin gelirlerin toplamak isi ile, Hz. Abdullah b. Ravâha görevlendirilmisti. Ancak Hz. Ömer zamaninda aralarinda zinânin çogalmasi, müslümanlara kârsi iyi davranmamalari, Hz. Ömer'in oglu Abdullah'a suikast girisiminde bulunmalari ve müslümanlarin Hayber topragini isletecek duruma gelmeleri üzerine yahûdiler Hayber'den Sam'a sürülmüslerdir (el-Belâzürî, a.g.e, s. 38-40; Yâkût el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Hayber mad.) Yahûdilerin Hayber'den çikarilmalarina Rasûlullah'in "Arabistan'da iki dinin bir arada olmayacagina dâir" hadisinin de sebep oldugu rivayet edilmektedir (Imâm Mâlik, Muvatta', Medine 17-19; Ibn Hanbel, Müsned VI, 275). Hz. Ömer, Yahûdileri Hayber'den çikardiktan sonra Hayber arazisini daha önce Rasûlullah'in taksim ettigi ashaba ve ailelerine dagitmistir.

Mute Savasi
MUTE SAVASI




Mute, Kudüs'e yakin bir mahal'dir. Efendimiz (sav)'in Busra (simdiki Havran) emirine gönderdigi elçinin katledilmesi üzerine bilmukabele hareket etmek zarureti dogmustur.

Efendimiz (sav) 3000 kisilik bir kuvvet hazirlayip basina Zeyd b. Hârise (ra)'yi geçirdi. Bu küçük orduyu ugurlarken, düsmanin önce Islam'a da'vet edilmesini ve kabul etmedikleri takdirde harb edilmesini emredip sunlari buyurdu:
«Sayet Zeyd b. Hârise sehid olursa yerine Ca'fer bin Ebu Tâlib ve o da sehid olursa yerine Abdullah bin Revaha kumandan olsun, o da sehid olursa ehl-i Islam içlerinden birini seçsin»

Islam askerinin karsisina, Bizans kuvvetlerinin de katilmasiyla 100.000 kisilik bir ordunun çiktigi yukarida geçen üç Sahabe-i Kiram Efendilerimizin (ra) sirasiyla sehid oldugu bu harbte son olarak Hz. Halid bin velid (ra) sancagi eline almis o gün aksama kadar harbe devam etmistir. Sabahleyin yeni bir hücumla düsmani bozan ve bir hayli zayiat verdiren Islam askeri salimen Medine'ye döndü. Bu harbten sonra Hz. Halid bin Velid (ra) demisdir ki: "Mute gününde elimde dokuz kiliç parçalandi, yalnizca, agzi enli Yemâni bir kiliç vardi. Elimde o mukavemet etti."

Kaynak: Zaman gazetesi namaz vakitleri takvimi, 12.01.1997


--------------------------------------------------------------------------------

Islâm devletinin Medine'de kurulmasindan sonra Müslümanlarla Rumlar arasinda yapilan ilk savas. Mûte, Sam bölgesine giren Belka yakinlarinda bir yerin adidir. Hz. Peygamber, Ashabtan Hâris b. Umeyr (r.a)'i Busra (Havran) Emiri Surahbil b. Amr el-Gassânî'ye Islâm'a davet mektubunu sunmak üzere yollamis, ama bu sahabi Gassanile tarafindan sehid edilmisti. Halbuki; "elçiye zeval yoktur" anlayisi geregince düsman ülkeler bile birbirlerinin elçilerine dokunmazlardi. Hz. Peygamber, ashabina çok düskündü, onlardan birinin basina bir sikinti geldi mi ondan çok rahatsiz olurdu. Bu sebeple ashabindan birinin küstahça öldürülüsüne seyirci kalamazdi. Hemen 3000 kisilik bir ordu hazirladi. Ordunun kumandani Zeyd b: Hârise idi. Sayet bu zât sehid düserse yerine Cafer b. Ebi Talib, o da sehid düserse Abdullah b. Revâha geçecekti. Düsman önce Islâm'a davet edilecekti, kabul etmez ve cizyeye de razi olmazsa Islâm elçisini öldüren bu cânilerle savasilacakti. Peygamberimiz (s.a.s) orduyu Seniyyetü'l-Veda'ya kadar yürüyüp ugurladi.

Halid b. Velid gibi yüksek askerî bir deha ve üstün strateji bilgisine sahip bir kimse de bu savasa bir nefer olarak katilmistir. H.8/M.629 yilinda Islâm ordusu Medine'den çikip Mûte'ye ulastiginda karsilarinda Bizans'in desteginde Hristiyan Araplardan olusan 100.000 kisilik bir ordu bulmuslardi. Islâm ordusunun kumandanlari meseleyi tartistilar; geri dönmek, Hz. Peygamber'e haberci yollamak hususlarini görüstüler. Ancak savas görüsü agir basmis ve iki ordu karsilasmisti. Zeyd. b. Hârise (r.a) sehit düsünce, sancagi, Cafer aldi Ca'fer'in sag eli kesildi; bu sefer sancagi sol eliyle tuttu. Sol eli de kesilince sancagi yine birakmadi; kesik iki elinin kalan kisimlariyla sikistirarak gögsü arasinda tuttu. Nihayet o da sehid düstü. Bundan sonra sevgili Peygamberimizin emrine uyularak sancagi, Sahabenin sâirlerinden Abdullah b. Revâha aldi; o da siirler söyleyerek harbetti ve sehâdet serbetini içti. Iste bu sirada askerde genel bir çöküntü dogmak üzereydi ki, askerin hemen hepsinin istegi üzerine Hâlid b. Velid kumandayi ve sancagi eline aldi. O gün aksama kadar savas yapildiktan sonra Halid, ertesi sabaha kadar sag kanatta bulunan müslüman askerleri sol kanada, sol kanattakileri sag kanada, arkadakileri öne ve öndekileri arkaya alarak yerlerinde degisiklik yapti. Böylece düsmana yeni destek kuvvetleri geliyormus izlenimini vermek istiyordu. Bir yandan da Islâm ordusunu kesin hezimete ugramaktan ve bütünüyle kiliçtan geçirilmekten korumak için yavas yavas geriye çekiliyordu. Hatta ric'atten evvelki bir hücumunda Hâlid, düsmana bir hayli kayip verdirmis ve bol ganimet de elde etmisti. Iste bu sekilde Islâm ordusunu Medine'ye sag-saglim geri getirdi. Peygamber Efendimiz bu savasi Medine'de, oldugu gibi görmüs ve her safhasini minberden müslümanlara anlatmisti. Sira ile kumandanlarin sehadetini anlattiktan sonra sira Hâlid'e gelince "En sonunda sancagi Allah'in kiliçlarindan bir kiliç aldi " buyurmus ve bundan sonra Halid b. Velid'e "Seyfullah" lakabi verilmisti. Hâlid b. Velid diyor ki: "Mûte Savasinda elimde dokuz kiliç parçalandi." Bu ifadeden Mûte Savasinin ne kadar siddetli geçtigini anliyoruz.

Bu savasa katilmis bulunan Abdullah b. Ömer diyor ki: "Mute günü ben Ca'fer'i sehid edilmis olarak gördüm. Onun vücudunda süngü ve kiliç darbesiyle elli yara saydim. Bu elli yaradan hiç biri arkasinda degildi. "Bundan Ca'fer b. Ebu Talib'in ne kadar korkusuzca ve sanki arkasina hiç dönmeden düsmanla savasmis oldugu anlasilmaktadir. Ca'fer sehit olduktan sonra "Ca'fer-i Tayyar: Uçan Ca'fer" diye anilmistir. Allah yolunda kesilen iki koluna karsilik Cenab-i hak ona iki kanat ihsan etmistir ki, bu; onun mânen yüce mertebelere eristirildigine isarettir denilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s), bütün ashabini ayirdetmeksizin çok severdi. Bu üç sehid kumandani ve Habesistan muhacirlerinden amcasinin oglu Ca'fer'i de çok severdi. Bir süre, sehitlerin ardindan agladi. Bu; sevgi, sefkat, merhametin eseri olan aglamakti, yoksa feryat degildi. Nitekim feryat tarzindaki aglama haberleri kendisine ulasinca böyle aglamaktan müslümanlari yasakladi. Peygamber Efendimiz sehitlerin ve bu arada amcasinin oglu Ca'fer'in ailesini de teselli etmisti.

Mekkenin Fethi
MEKKENIN FETHI




Hudeybiye andlasmasina göre Huzaa kabilesi, Resulullaha,Bekirogullari kabileside Kureys kabilesi himayesine girmisdi.Fakat Bekirogullari kabilesi ansizin Kureyslilerden Saffan bin Umeyye,Ikrime bin Ebu Cehil, Süheyl bin Amr, Huveytib bin Abduluzza, Mükrez oglu Hafz ve bir kisim kureysli müsriklerle Huzaa kabilesi üzerine saldirmislar ve onlardan 23 kisiyi öldürmüslerdi.Bunun üzerine Huzaa kabilesinden Amr bin Salim Huzai 4I kisilik toplulukla peygamberimize geldiler ve olayi Resulullaha anlattilar. Resulullah Kureyslilere, ya bu saldirida öldürülen 23 kisinin diyetinin ödenmesini yada Kureyslilerin Bekirogullarinin himayesini birakmasini istedi. Kureysli Müsrikler bunlari da kabul etmediler.Fakat yinede anlasmayi bozduklari için içlerini korku bürüdü. Ve tekrar anlasma yapmalari için Ebu Süfyan-i Medineye yolladilar. Ebu Süfyan Peygamberimizden ve Sahabilerden Eman dilediysede kabul görmedi ve mekkeye eli bos olarak döndü.Peygamberimiz büyük bir ordu hazirlayarak gizlice Mekke sehrini kusatti. Aniden basilan Mekkeli Müsrikler neye ugradiklarini sasirmislar ve savas hazirligini bile yapamamislardi. On ikibin kisilik büyük islam ordusu hiç bir büyük olaya karismadan kolayca Mekke sehrini fethetmislerdir.Hicretin sekizinci yilinda Resulullah (s.a.s.)'e boyun egen Mekke, bu tarihten sonra yeni bir dönemi yasamaya basladi. Allah Teâlâ'nin mübarek kildigi, Islâm dininin merkezi olan bu belde, sirkten, putperestlikten ve bütün diger hurafelerden arindirilmis yeni bir hayata kavustu. Daha önce bagimsiz bir sehir devleti olan Mekke'nin, fetihten sonra ekonomik ve sosyal durumu da degismisti. Mekke, ihtiyaçlarini temin edebilmek için ihtiyaç duydugu yogun kervan faaliyetlerine eskisi gibi bagimli degildi. Zira, Islâm devleti elde ettigi gelirleri ihtiyaç olan yerlere adil bir sekilde taksim ettigi için Mekke'nin ihtiyaç duydugu her sey Islâm devleti eliyle saglaniyordu. Ayrica eski ticarî faaliyetler, Mekke için artik hayatî olma özelligini yitirmisti. Mekke, Hac zamanlarinda çok degisik bir manevî atmosfer altinda hareketli ve canli günler yasiyordu. Bu zaman zarfinda çok yogun bir ticarî faaliyeti de sahne oldu. Ayrica Mekke, yeryüzündeki bütün müslümanlarin kalplerinde yasattiklari ve oraya ulasip, Hac ibadetini yerine getirmek için büyük fedakârliklari göze aldiklari bir manevî sehir olma özelligini kiyamete kadar sürdürecektir.

Huneyn Savasi
HUNEYN SAVASI




Mekke'nin fethinden sonra Müslümanlarla Havazin Müsrikleri arasinda meydana gelen savas.

Rasûlüllah (s.a.s) Mekke'nin fethi için Medine'den ayrildigi zaman, nereye gidecegini açiklamamisti. Rasûlüllah'in Havazin kabilesi kendi üzerlerine gelebilecegi endisesiyle savas hazirliklari yapmisti. Müslümanlar Mekke üzerine yürüyüp orayi fethedince, Havazin kabilesi artik siranin kendilerine geldigini anladilar ve savas hazirliklarini tamamlayip kendilerinin saldirmalarinin daha uygun olacagini hesapladilar. Rasûlüllah bütün Arabistan'i tevhid bayragi altinda birlestirmek kararinda oldugu için, müslümanlarla müsriklerin er veya geç çatismalari kaçinilmazdi.

Havazinliler; Taifli Sakifogullari ve diger müsrik Arap kabileleri ile ittifak kurarak kisa bir zaman içinde yirmibin kisilik bir ordu hazirlamislardi. Havazinlilerin lideri Mâlik bin Avf, bu savasin bir ölüm kalim savasi oldugunun farkinda idi. Askerlerinin bütün güçleriyle savasmasini saglamak için kabilesinin bütün çocuklarini, kadinlarini ve mallarini birlikte getirmisti. Bu hareketiyle, bir yenilginin onlar için top yekûn yok olma anlami tasiyacagini herkese anlatmak istiyordu.

Rasûlüllah (s.a.s), müsrik kabilelerin bu ittifaklarini ve savas hazirliklarini haber alir almaz derhal savas hazirliklarina basladi. Hazirliklari süratle tamamladiktan sonra 12.III kisilik bir orduyla Mekke'den çikti. Islâm ordusunun dörtbini Ensardan, bini Muhacirlerden, besbini müslüman olan Arap kabilelerinden, ikibini de Mekkelilerden olusuyordu. Hatta Seksen kadar Mekkeli müsrik de onlarla birlikte idi. Müsriklerin baslica amaci, galibiyet halinde ganimetten pay almak ve müslümanlarin durumlarini görmekti.

Islâm ordusu muntazam bir yürüyüsle Huneyn civarina geldi. Islâm ordusunun böylesine büyük bir kuvvetle savasa çikmasi müslüman savasçilar üzerinde son derece büyük bir etki uyandirdi. Hatta içlerinden bazilari isi kibir noktasina kadar götürerek böyle büyük bir ordunun asla yenilemeyecegini düsündüler. Bunu Rasûlüllah'a açikça söyleyenler bile oldu. Rasûl aleyhisselam bu sözlerden hiç hoslanmadi. Çünkü, ordu ne kadar büyük ve kuvvetli olursa olsun, gurur ve ihmal yüzünden darma dagin olabilirdi. Müslümanlari simdiye kadar zafere ulastiran sayilari ve kuvvetleri degil, Allah'a olan imanlari ve Allah'in yardimi idi. Bunu unutmak, kulluk bilincinin zedelenmesine ve her zaman felâketlere neden olmustu.

Mâlik bin Avf, ordusuyla Huneyn'e daha önce gelmisti. Huneyn, Mekke ile Tâif arasinda, Tihame bölgesinde birçok inisli çikisli, dar geçitleri ve gizli yollari olan genis bir vâdidir. Mâlik, vadinin dogal durumundan yararlanarak ordusunu pusuya yatirdi.

Rasûlüllah Huneyn civarina gelince bir yoklama yaparak Islâm ordusuna savas düzeni aldirdi. Ögütler vererek çarpismaya tesvik etti; sadakat ve baglilik gösterirler, güçlüklere gögüs gererek dayanirlarsa zafere ulasacaklarini müjdeledi.

Islâm ordusunun öncü süvârî birliginin kumandani Halid b. Velid idi. Ordu Huneyn vadisine dogru hareket etti. Halid b. Velid gururlu bir sekilde, düsmanin pusu kurmasi ihtimalini hiç hesaplamaksizin düsmanin isgal ettigi tahmin edilen yere dogru ilerledi. Fakat hiç ummadiklari bir anda müthis bir saldiriya ugradilar. Askerler ne yapacaklarini sasirdilar. Bu ani ve amansiz saldiri, Halid b. Velid'in komuta ettigi Süleymogullari atlilari arasinda büyük bir bozguna yol açti. Geriye dönüp hizla kaçmaya basladilar. Korku ve panik bir anda asil ordu içinde de yayildi. Ordu saskin bir vaziyette kaçismaya basladi.

Yirmi yildir çetin mücadelelerle elde edilen parlak sonuç, simdi, bu sabahin alaca karanliginda bir anda sönüp gidecek miydi? Hayir. Allah, Rasûlünü birakmaz, dünya yine sirkin karanligina dönemez, tevhid dini sönmezdi. Ufuktan günes dogmadan, sabahin alaca karanliginda, Islâm'in günesi batamazdi. Yalniz Allah'in emir buyurdugu üzere sabretmek, dayanmak gerekiyordu.

Rasûlüllah da öyle yapti. Yaninda sadece Hz. Ali, Hz. Abbas, amcasi Haris'in oglu, Ebu Süfyan ve iki oglu (ki birisi ilk anda sehid olmustur) Fazl ibn Abbas, Eymen ibn Ubeyd (Rasûlüllah'in azadlisi Ümmü Eymen'in oglu) ve Üsame Ibn Zeyd'den olusan sekiz kisi kalmisti. Buna ragmen büyük bir kahramanlik ve dayanaklilik örnegi göstererek yaninda kalan bir avuç müslümanla birlikte savasa koyuldu. Hz. Abbas, Rasûlüllah (s.a.s)'e bir zarar gelmemesi için atinin dizgininden tutmus, çevrelerini saran düsmani yarmaya çalisiyordu.

Bu arada, bazi Mekkeliler müslümanlarin dagilisini görünce, sevinç duygularini gizlemeye bile gerek görmeden kalblerinde bulunani dile getiriyorlardi. Çantasinda tasidigi fal oklariyla savasa gelen Ebu Süfyan b. Harb, "artik onlarin bu bozgunlari denize varincaya kadar sürer. Andolsun ki Havazinliler onlari yener" derken, Safvan b. Ümeyye'nin sözde müslüman olan kardesi Kelede, "Muhammed ile ashabinin bozguna ugradiklarim müjdelerim; artik bugün sihir bozuldu" diyordu. Uhud'da öldürülen Kureys'in sancaktari Osman ibn Ebi Talha'nin oglu Seybe ise, "Bugün Muhammed'den intikam aliyorum" diye bagiriyor, firsattan istifade ederek Rasûl aleyhisselâmi öldürmenin yollarim ariyordu.

Savasin kargasasi içinde Rasûlüllah vadinin sag tarafina dogru çekildi. Câbir'den yapilan bir rivâyete göre Rasûlüllah (s.a.s) kaçisan müslümanlara, "Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Ben Rasûlüllahim, Ben Muhammed b. Abdullah'im" diye sesleniyordu. Fakat develer birbirine giriyor, insanlar alabildigine kaçisiyordu. Bunun üzerine Rasûl aleyhisselâm yanindaki Hz. Abbas'tan müslümanlari çagirmasini istedi. Hz. Abbas yüksek sesle "Ey Akabe'de biat eden Ensar, gelin! Ey Ridvan agaci altinda bey'at edip söz veren Muhacirler, dönün! Muhammed buradadir! Nereye gidiyorsunuz?" diye bagirmaya basladi. Bu çagriyi duyanlar "lebbeyk" diyerek kosup Rasûlüllah'in çevresinde toplanmaya basladilar.

Rasûlüllah (s.a.s), çevresinde toplanan müslümanlari muntazam bir birlik haline getirerek düsmana karsi saldiriya geçti. Çarpismanin olaganüstü bir siddet kazandigi sirada "Iste ocak simdi kizisti" buyuran Rasûlüllah, yerden bir avuç toprak alip düsmanlarin üzerine firlatti.

Çarpisma siddetle sürerken Hz. Ali büyük bir fedâkarlik ve teslimiyet örnegi göstererek Havazin kabilesinin sancaktarini öldürmeye muvaffak oldu. Bu olay müslümanlarin savas güç ve isteklerini bir kat daha artirdi. Savas öylesine siddet kazanmisti ki, düsman bu kesin taarruza karsi koyamayarak hezimete ugradi ve kaçmaya basladi.

Allah'in yardimi bir kere daha yetismisti. Allah müslümanlari sinamis, bir anlik gafletlerinin sonucunu onlara aci bir sekilde göstermisti. Bu savastan sonra nazil olan bir âyette bu durum söyle dile getirilmektedir: "Andolsun ki. Allah size birçok yerlerde ve çoklugunuzun sizi böbürlendirdigi fakat bir faydasi olmadigi, yeryüzünün genis olmasina ragmen size dar gelip de bozularak arkanizi döndügünüz Huneyn gününde yardim etmisti" (et-Tevbe, 9/25).

Rasûlüllah (s.a.s) düsmanin kaçmaya basladigini görür görmez derhal takip edilmesini emir buyurdu. Düsman gayet siddetli bir sekilde takip edilmeyle baslandi. Havazin kabilesi reisi Mâlik bin Avf yaninda az bir kuvvet oldugu halde yüksek bir tepe üzerinden ordusunun geri çekilmesini himaye etmeye çalisti. Fakat ordu ile birlikte getirdigi kadin ve çocuklari savunma basarisini gösteremedi.

Bu savasta müslümanlar düsmandan çok sayida esir ve ganimet elde ettiler. Savasta öldürülmüs olanlarin miktari sayildiginda Islâm ordusunun bes sehid, düsman ordusunun ise yetmis kayip verdigi anlasildi.

Düsman ordusu daginik biçimde ve degisik yönlerde geri çekildigi için birçok kollara ayrildi. Bir kismi Mâlik bin Avf komutasinda olduklari halde Mekke-Taif yolunu izleyerek Taif kalesine, bir kismi Batn-i Nahle'ye, bir kismi da Evtâs taraflarina gittiler.

Rasûlüllah Evtâs yönünde kaçanlari izlemek üzere bir birlik görevlendirdi. Bu birlik düsmana Mekke'nin kuzey dogusunda bulunan Evtâs'a vardi. Aralarinda son derece kanli bir savas oldu. Hatta savas sirasinda müslüman birligin komutani Ebu Amr sehid oldu. Fakat onun yerine geçen kardesi Ebu Mûsâ el-Es'arî düsman kesin bir yenilgiye ugratti.

Rasûlüllah (s.a.s) bu zaferden son derece büyük bir memnunluk duydu. Elde edilen ganimeti münasib bir zamanda müslüman savasçilar arasinda taksim etmek üzere bir sahabenin muhafazasina birakan Taif` kalesine siginan düsmani takiben Taif'e dogru hareket etti. Huneyn savasiyla Arap yarimadasinin Sirkten temizlenmesi ve tevhidin hakim kilinmasi yolunda önemli bir adim daha atilmis oluyordu .

Evtas Olayi
EVTAS OLAYI

Hicretin sekizinci yilinda Huneyn gazvesinden sonra meydana gelen olay.

Mekke'nin fethinden sonra Nasrogullari kabilesinden Mâlik b. Avf liderliginde Hevâzin ve Sakif kabilelerinden olusan müsrik ordusu müslümanlara savas açmis ve kadin, çocuk ve esyalarini da ordunun arkasina alarak Huneyn vadisine gelmislerdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) de müslüman ordunun hazirlanmasinda henüz müslüman olmamis müsrik Savfan b. Umeyye'den ordunun silah ve teçhizatini borç almak seklinde saglamis ve Islâm ordusu asilerin üzerine gitmisti. Ancak müslüman askerler çokluklariyla övünerek tedbirsizce ilerlerken Mâlik b. Avf'in askerleri onlari ok yagmuruna tutarak bozguna ugrattilar. Savas alaninda Hz. Peygamber (s.a.s.) ve en yakin ashâbi kalirken, müslüman askerler geri kaçmaya basladilar.

Müslümanlar çokluklariyla magrur olmuslardi. Kelede b. Hanbel, "Bugün sihir bozuldu" derken, Seybe b. Osman b. Ebi Talha adli müsrik de Uhud savasinda öldürülen babasinin intikamini almak için Hz. Peygamber (s.a.s.)'e saldirdi; ancak bir mucize eseri eli kolu baglandi kaldi. Daha sonra o söyle dedi: "Resulullah'i öldürmek istedim, ancak basima bir hal geldi, hatta kendimden geçtim, onu öldürmeye güç yetiremedim, nihâyet onun korunmus oldugunu anladim" (Ibn Hisâm, es-Sire, IV, 72-80).

Bu sirada Abbâs b. Abdülmuttalib'in gür sesini duyan müslümanlar tekrar toplandilar ve mevzilerinden çikan kâfirleri bozguna ugrattilar. Mâlik b. Avf Taif'e kaçarken, bir kisim düsman askeri de çocuk, kadin ve esyalariyla Nahle ve Evtas ovalarina çekildiler.

Hz. Peygamber (s.a.s.) esir ve ganimetlerin Cirâne'de bekletilmesini emrederek Mâlik b. Avf'i tâkip etti; onun sigindigi Tâif'i haram aylardan Zilkâde girinceye kadar kusatti, sonra Cirâne'ye döndü (Ibn Sa'd, Tabakat, II, 114 vd.; Ibn Hisâm, es-Sîre, IV, 128).

Hz. Peygamber (s.a.s.) Ebû Amir Es'ârî'yi Evtâs'daki asilerin üzerine yolladi. Ebû Âmir savasirken sehid düsünce yegeni Ebû Musa el-Es'ari, yerine geçerek âsileri yendi; baslarinda bulunan Düreyd b. Simme'yi öldürdü; esirler ve ganimetlerle Hz. Peygamber'in yanina döndü. Esirler arasinda Hz. Peygamber'in süt kardesi olan Sa'd b. Bekirogullari kabilesinden Seymâ binti Hâris de bulunuyordu. Onu Hz. Peygamber'in huzuruna çikardilar. Hz. Peygamber, onun süt kardesi oldugunu ve sütannesi Halime'nin yillar önce öldügünü duyunca, gözleri doldu. Süt kardesine yaninda kalabilecegini söyledi; fakat o, kabilesine dönmek istedi. Hz. Peygamber de onu yanina bir köle, iki cariye v.b. hediyelerle kabîlesine geri gönderdi.

Allahu Teâlâ, Kur'an-i Kerîm'de, müslümanlarin bu savastaki halini söyle anlatmaktadir; "Huneyn gününde de hani çoklugunuz, sizi gurura sevketmisti de, size fayda vermemisti. Yeryüzü, bunca genisligiyle size dar gelmisti. Sonra ardiniza dönüp, kaçmistiniz. Sonra Allah, Resulune ve müslümanlarin üzerine sükûnet ve huzurunu indirdi" (et-Tevbe, 25/26).

Hz. Peygamber, Taif'ten döndükten sonra Cirâne'de Havâzin kabilesinin heyetini kabul etti. Onlar, müslüman oldular, esir ve ganimetlerini istediler. Hz. Peygamber, kadinlarini verdi, mallarini ise ganimet olarak birakti. Bu sirada kadin esirlerden bazilarini ellerinde bulunduran müslümanlardan yeni Islâm'a girmis olan Mekkelilerden Akra b. Habîs, Uyeyne b. Hisn, Abbâs b. Mirdâs, ellerindeki esirleri vermek istemediler. Resulullah, "Onlari birakiniz; o esirlerden herbiri için kendisine düsecek ilk ganimetten size alti hisse verilecektir" dedi (H. Ibrahim Hasan, Islâm Tarihi, çev.: Ismail Yigit ve digerleri, Istanbul 1983, I,191). Hz. Peygamber, bu yeni müslümanlara, kalpleri Islâm'a isinsin diye, ganimetten fazlaca verince, ensâr, bu taksimden kirilmisti. Bunu belli edince, Hz. Peygamber, onlari bütün Arap kabilelerinden daha çok sevdigini söyledi; kendisinin de onlardan oldugunu belirterek, dua etti. Bunun üzerine ensâr, sevinçten agladi. Hz. Peygamber, onlara söyle hitap etmisti:

"Ey ensâr toplulugu, sizden gelen bir söylenti ve nefsinizde hissettiginiz öfke, bana ulasti. Siz müsrikken, Allah (c.c.) sizi benimle hidâyete ulastirmadi mi?.. Birtakim kimseleri Islâm'a kazandirmak, kalplerini Islâm'a Isindirmak için verdigim biraz dünyalik yüzünden bana kirildiniz. Halbuki ben, sizin dindeki samimiyetinize güvenmistim. Allah'a yemin ederim ki, eger Hicret olmasaydi, ensârdan bir fert olmayi tercih ederdim..."

Ensâr, "Biz, Allah'in Resulunün bizim payimiza düsmesine râziyiz..." dediler (Taberî, III, 138-139

Ci'rÂne Olayi
CI'RÂNE OLAYI

Peygamber Efendimiz'in Huneyn gazvesinde elde edilen ganimetleri dagitimi sirasinda ortaya çikan hâdise.

Mekke Fethi'nden hemen sonra Hevâzin ve Sakîf kabilelerinin büyük bir ordu hazirlayarak harekete geçtigini ögrenen Peygamber Efendimiz, derhal Mekke'den takviye edilen ordusuyla düsman üzerine yürümüs, Huneyn'de Hevâzin ve Sakîf kuvvetlerine agir bir darbe vurarak büyük zayiat verdirmisti.

Huneyn'den kaçan düsman kuvvetlerinin bir kisminin Evtâs adli bölgede toplandigi, bir kisminin da Tâif kalesine çekildigi ögrenilince, Hz. Peygamber, Evtâs'a; önce Ebû Âmir el-Es'arî'nin idaresinde olup onun sehit düsmesinden sonra da Ebû Mûsâ el-Es'arî'nin idaresine geçen bir seriyye gönderdi ve buradaki düsman birligini tamamen dagitti.

Bunu tâkiben, kendisi, elde edilen ganimetleri Ci'râne mevkiinde birakarak, Tâif'e hareket etti ve kaleyi muhâsara altina aldi. Yirmi gün kadar süren muhasaradan sonra tekrar, ganimetlerin muhafaza edildigi Ci'râne bölgesine döndü.

Ci'râne, Mekke ile Tâif arasinda, Mekke'ye daha yakin bir mevki olup, burada ayni adi alan bir su kaynagi ve birbirine yakin su kuyulari vardir (Yâkût el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Beyrut 1977, II, 142).

Peygamber Efendimiz burada on gün kadar, sayisi büyük bir miktar tutan esirleri ve bol miktardaki ganimeti askerleri arasinda taksim etmeksizin bekledi. Maksadi, müslüman olarak gelip kendisine müracaat edeceklerini ümit ettigi Hevâzin heyetine esirleri ve ganimet mallarini iade etmekti. Fakat Hevâzinliler gecikti. Bu arada henüz yeni müslüman olduklari için Islâmî bir suura iyice erememis ve mal hirslisi olan bazi bedevîler ile birtakim münâfiklar, ganimetleri kendilerine dagitmasi konusunda Hz. Peygamber'i zorladilar; hatta kaba tavirlarla O'nu rencide ettiler.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Beytü'l-mâl hissesi olarak 1/5'i yani Humus'u* ayirdiktan sonra, mevcut esirleri ve ganimeti askerleri arasinda taksim edip dagitti. Fakat bu taksimattan sonra Hevâzin heyeti gelip kabile olarak müslüman olduklarini belirttiler ve esirler ile mallarinin iadesini istediler. Taksimat dolayisiyla Peygamber Efendimiz bu ikisinden ancak birisinin iadesini saglayabilecegini ifade etti ve Hevâzinliler'in istegi üzerine esirler kendilerine, Islâm askerlerinin rizasi alinarak geri verildi. Iadeye razi olmayan bazilarina da ilk zaferde bunu fazlasiyla telafi edecek ganimet verilecegi va'dedilerek is halledildi. Bu arada esirler arasinda bulunan Hz. Peygamber'in Hevâzinli süt kardesi Seymâ bint el-Hâris, Peygamber Efendimiz'e gelerek O'nun iltifatlarina mazhar olmustu.

Bunun ardindan Hz. Peygamber, Beytü'l-mâl hissesi olarak ayrilan ve harcama yetkisi tamamen kendisinde bulunan Humus'tan müellefe-i kulûb (kalbleri Islâm'a isindirilacak kimseler)'a bol ihsanlarda bulundu. Bunlar daha ziyade, Mekke fethi ile yeni müslüman olmus Kureysliler ve Kureys reisleri ile bazi bedevî kabile reisleri idi. Bu fondan, samimi müslümanlara, bu arada Ensâr'a hiç hisse verilmemisti. Çünkü onlar Islâm'a mal kaygusuyla bagli degildiler. Ama bu dagitim, bazi sizlanmalara, hatta itirazlara sebep teskil etti.

Ensâr içerisinde bulunan bir münâfik: "Bu, Allah'in rizasi gözetilmemis bir dagitimdir." dedi. Diger kabile reislerine oranla kendisine daha az ganimet verilmis olan Süleym kabilesi reisi Abbâs b. Mirdâs, söyledigi bir siirle bu duruma itiraz etti. Bunlara karsi Peygamber Efendimiz sabir gösteriyor ve mümkün oldugu derecede istekleri yerine getiriyordu. Bu sirada Temîm kabilesinden Zü'l-Huveysira adinda biri, Hz. Peygamber'in karsisina çikip kaba bir sekilde: "Âdil ol ey Muhammed! Senin adil davranmadigini görüyorum." deme küstahliginda bulundu. Bu tavrina karsi ashab-i kirâm'dan bir kismi onu öldürmek için Hz. Peygamber'den müsâade istedilerse de Peygamber Efendimiz buna izin vermedi ve: "Bunun öyle taraftarlari olacak ki, bunlarin namazi karsisinda sizden biri kendi namazini az görecek; bunlarin orucu karsisinda kendi orucunu az bulacak. Bunlar Kur'an okuyacaklar; ama Kur'an bogazlarindan asagi inmeyecek. Bunlar, okun avi delip süratle çikip gittigi gibi Islâm'dan süratle çikacaklar... " buyurdu. Hz. Ali döneminde ortaya çikan Hâricîler'in bu adam ve taraftarlarindan olustugu söylenir. (Bu konuyla ilgili hadisler ve muhtelif varyantlar için bk. Buhârî, Menâkib, 25; Megâzî, 61; Müslim, Zekât, 142-160) Fakat bu sirada Hz. Peygamber için bütün bunlardan daha üzücü bir hâdise cereyan etti. Münâfiklikla itham edilemeyecek ve Islâm'a aslinda samimiyetle bagli bazi Ensâr gençlerinde bu dagitim dolayisiyla sizlanmalar görüldü. Bunlar: "Allah, Rasûlüne rahmet etsin; kiliçlarimizdan henüz Kureysliler'in kani akarken Rasûlullah bizi birakiyor da Kureysliler'e ihsânda bulunuyor!" diyorlardi. Dostlarindan gelen bu sözleri duyunca fevkalâde üzülen Peygamber Efendimiz, tüm Ensâr'i büyük bir çadirda toplayip, kulagina gelen sözlerin mahiyetini sordu. Ensâr ileri gelenleri ve büyükleri, kendilerinin ve Ensâr'in büyük çogunlugunun da bu sözleri tasvip etmediklerini, ancak bâzi Ensâr gençlerinin art niyet tasimaksizin, sâdece kendilerine de ihsanda bulunulmasini arzu ederek böyle söylediklerini belirtip onlar adina özür dilediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kalkip etkili bir konusma yapti. Konusmasinda: "Ey Ensâr! Kendilerine mal verdigim bu adamlar, mal ve mülkleri ile, deve ve koyun sürüleri ile yurtlarina dönerken, siz araniza Allah'in Rasûlü'nü alip memleketinize dönmeye razi degil misiniz? Ben, bu kimselere ancak kalblerini Islâm'a kazanmak için ihsanda bulunmusumdur" buyurarak bu dagitiminin hikmetini açikliyor, bu arada Ensâr'a verdigi deger ve önemi de belirtiyordu. Rasûlullah'in konusmalarindan sonra tüm Ensâr, büyük bir heyecan ve gözyasi içinde O'ndan özür dilediler.

Böylece taksimat isi tamamlandiktan sonra Peygamber Efendimiz, ihrama girerek Mekke'ye umre yapmaya gitti. Umreyi îfasindan sonra tekrar Ci'râne'ye gelip ashabi ile Islâm devletinin merkezi Medine 'ye avdet etmek üzere Ci'râne'den ayrildi.

Burada bu günlerin ve bu olaylarin hatiralarini tasiyan bir de mescid vardir. (Ibn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, Beyrut 1966, IV, 352-368)

TebÜk Seferi
TEBÜK SEFERI




Hz. Peygamber'in Hicretin dokuzuncu yilinda, Sam'da toplanan kirkbin kisilik Bizans ordusuna karsi çarpismak üzere Medine'den Tebük'e kadar sevkettigi en son ve en güçlü askerî hareket.

Tebük arap yarimadasinin kuzeyinde Medine ile Sam'in ortasinda bir yerin adidir. Suyu ve hurmaligi olan bir yerdir. Bu savas yolculugunun son ucu burasi oldugu için "Tebük Gazasi" adi ile anilmistir. Bu seferde savas olmamis fakat en güçlü bir Islâm ordusu techiz edilmis, böylece askerî ve siyasî açidan önemli bir zafer kazanilmistir.

Seferin nedeni: Bizans Imparatoru Heraklius'a bir mektup yazan Suriye'li hristiyanlar, Muhammed'in öldügünü, müslümanlarin da kitlik ve yokluk içinde perisan olduklarini, üzerlerine asker gönderilirse, onlari kendi dinine katmanin tam zamani bulundugunu bildirdiler (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VI, 191). Bunun üzerine Heraklius silahlandirdigi kirk bin kisilik askeri bir gücü Kubad'in komutasi altinda yola çikardi. Cüzam, Lahm, Gassân ve Âmile adini tasiyan arap kabilelerinin de Rumlarla birlikte hareket edecek!eri haberi Medine'ye ulasti. Zaten Allah'in elçisi kuzey sinirindan güvende degildi. Böyle bir askerî harekât hazirligini ögrenince genel seferberlik ilân etti. Allah'in Resulu diger gazvelerde genellikle seferin nereye olacagini gizli tutarken bu defa Bizans ordusuna karsi bir sefer düzenlenecegini açiklamisti. Çünkü gidilecek yer uzak, havalar sicak ve kurak, düsman güçlü idi. Ordunun buna göre hazirlik yapmasi gerekiyordu. Mekke'den ve diger arap kabilelerinden asker toplamak için de görevliler çikarilmisti.

Sicak, kuraklik, kitlik, uzaklik ve güçlü düsman unsurlari bu seferi "güç ve zor bir sefer" haline getirmisti. Bu yüzden seferin rastladigi zamana Kur'an-i Kerim'de "Sâatü'l-usre" (güçlük zamani) denilmis, bu sefere de Kur'an dilinden alinarak "Gazvetü'l usre (zorluk gazâsi)" adi verilmistir. Bu sefere katilan orduya da "Ceysü'l-usre (Güçlük ordusu)" denilmistir (bk. et-Tevbe, 9/117; ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, Terc ve Serh, Kamil Miras, 6. Baski, Ankara 1983, X, 4I8, 4I9; Ibn Ishak, Ibn Hisam, es-Sîre, IV, 161; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 75; Vâkidî, Megâzî, III, 991).

Hz. Peygamber savas için hazirlik yapilmasini emrettigi zaman mevsimin olumsuzluklari, ürünün hasat zamani olusu ve insanlarin yazin sicaginda agaç gölgesinde oturmayi sevmesi yüzünden, böyle sikintili bir yolculuga isteksizlik vardi. Ashab-i kiramin agir davranmasi dikkati çekmisti. Bu yüzden Allah'u Teâlâ müminleri söyle uyardi:

"Ey iman edenler! Size ne oluyor da: Allah yolunda cihata çikin, denildiginde, bazilariniz agirdan alarak, bulundugunuz yerden kimildamak istemiyorsunuz? Yoksa siz ahireti birakip, sadeœ dünya hayatina mi razi oldunuz? Halbuki dünya hayatinin geçici zevki ahiret saadeti yaninda pek az ve degersizdir" (et-Tevbe, 9/38). Devami ayetlerde, eger bu cihata çikmazlarsa can yakici bir azapla karsilasacaklari, bunun zararinin Allah'a degil kendilerine olacagi, Allah'in Resulune yardim etmeseler bile, Allah'in O'na yardim edecegini, nitekim Mekke'den hicret ederken de Resulullah'a yardim edildigi, magarada da o, arkadasina; "üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyordu, böylece Allah'in Resulune emniyet ve güven verdigi, simdi de ayni yardimi yapabilecegini bildirdi (et-Tevbe, 9/39, 4I).

IIslâm toplumu su ayetle topluca cihata çagrildi: "Ey müminler! Güçlünüz zayifiniz hep birlikte savasa kosun. Allah yolunda mallarinizla canlarinizla cihat edin. Eger bilirseniz bu sizin için daha hayirlidir" (et-Tevbe, 9/41).


SAHABENIN ORDUYA YARDIMLARI:

Hz. Peygamber her gün minberine oturur ve "Allahim! Sen su bir avuç Islâm toplumunun yok olmasina firsat verirsen, artik yeryüzünde sana ibadet olunmaz" diyerek yalvarir ve müminleri mallariyla ve canlariyla cihata tesvik ederdi. Bunun üzerine servet sahibi müminler orduya yardim getirmeye basladilar.

Hz. Ömer bu sefere dörtbin dirhem gümüs para (bes dirhem yaklasik bir koyun bedeli) getirmis ve Hz. Peygamber'in "Geride ne biraktin?" sorusuna "malimin yarisini" diye cevap vermistir (Ibn Esîr, Üsdü'l-Gâbe, III, 326-327; M. Asim Köksal, Islâm Tarihi, 2. baski, Istanbul, t.y., IX, 156, 157). Hz. Ebû Bekir de dörtbin dirhem getirince, Allah elçisinin "Aile fertleri için ne biraktin?" sorusuna; "Onlara Allah ve Resulunü biraktim" diye cevap verince, bunu isiten Hz. Ömer hayir yarisinda Ebû Bekir'i geçemeyecegini belirterek aglamistir (Vakidî, Megâzî, III, 991; Ibnü'l-Esîr a.g.e., III, 327).

Abdurrahman b. Avf da sekizbin dirhem sermayesinin yarisini getirince Allah elçisi; "Allah senin getirip verdigini de, ev halkin için ayirdigini da bereketlendirsin" (Vâkîdî, Megâzî, III, 991; Taberî, Tefsir, X, 197) diye dua etmistir.

Hz. Osman ise ordunun techizinde en büyük yardimi yapmisti. O, üçyüz deve, yüz at bagislamis, ayrica bin altin lirayi Resulullah'in kucagina dökünce, Allah elçisi; "Ey Allah'im! Ben Osman'dan râziyim, sen de razi ol" diye dua etmis ve Osman'in bundan sonra olmus olacak seylerden bir sorumlulugunun bulunmayacagini bildirmistir (bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 75; Vâkidî, a.g.e., III, 991; Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre, IV, 161). Ayrica Hz. Osman'in birer altin sarfi ile onbin askeri techiz ettigi, su içtikleri kaplarin agiz baglarina ve aski iplerine kadar saglanmadik ihtiyaçlarinin birakmadigi nakledilmistir. (Vâkidî, Megâzî, III, 991; Belâzurî, Ensâbü'l-Esraf, 1, 368).

Malî durumu zayif olanlar da ellerinden gelen yardimi yapiyorlardi. Hz. Peygamber; "Kim bugün bir sadaka verirse sadakasi kiyamet günü Allah katinda onun lehine sahitlikte bulunacaktir" buyurunca, bir adam basina sardigi sarigi vermis, siyah, hor görünüslü bir yoksul da çok güzel bir deveyi bagislayip gitmisti. Ebû Ukayl iki ölçek hurma karsiliginda sabaha kadar su çekmis, bir ölçegini ev ihtiyaci için ayirmis, bir ölçegini de orduya bagislamisti. Hz. Peygamber onun için de hayir ve bereketle dua etti (Taberî, Tefsir, X, 194, 195). Baska bir yoksul Ulbe b. Zeyd ise mali, mülkü, biniti olmadigi için cihata hiçbir katkisi olamayisindan çok üzgündü. Gece namazindan sonra Allah'a niyazda bulundu, imkânlarinin olmayisindan yakindi. Ertesi gün sikilarak, alay edilmeyi göze alarak çok az bir ****'i Hz. Peygamber'e getirdi. Bu da sadakalara karistirildi. Ertesi gün Hz. Peygamber az bir sadaka veren bu yoksulu davet etti ve söyle buyurdu: "Muhammed'in varligi, kudreti elinde bulunan Allah 'a yemin ederim ki, sen sadakasi kabul olunanlarin Divan'ina yazildin" (Ibn Kayyim, Zâdu'l-Meâd, Misir 139I/197I, III, 4; Vâkidî, a.g.e., III, 994; Ibn Hacer, el-Isâbe, II, 5II).

Kadinlar da ellerinden gelen yardimi yapmaktan geri durmuyorlardi. Ümmü Sinan el-Eslemiyye söyle anlatir: "Hz. Âîse'nin evinde Resulullah (s.a.s)'in önüne serilmis bir örtü gördüm ki üzerinde bilezikler, bazubentler, halhallar, yüzükler, küpeler, develerin ayaklarini baglayacak bir takim kayislarla, kadinlar tarafindan gönderilen ve savasta ise yarayabilecek bir takim seyler bulunuyordu" (Vâkidî, Megâzî, III, 991, 992).

Tebük Seferi ve Münafiklar:

Münafiklar müminleri basariya götürebilecek her önemli iste oldugu gibi gerek Tebük gazvesi hazirliklari ve gerekse yolculuk sirasinda bozgunculuk yapmaktan geri durmadilar.

Münafiklarin basi Abdullah b. Ubey b. Selül; "Muhammed Roma devletini oyuncak mi saniyor? Onun ashabiyla birlikte yakalanip esir olacaklarini gözümle görmüs gibi biliyorum" diyerek halka korku ve ümitsizlik vermeye çalisiyordu (Ahmet Cevdet Pasa, Peygamberlerin Kissalari ve Halifelerin Tarihleri, Istanbul 1977, I, 2I6).

Münafiklardan bir topluluk hiçbir özürleri olmadigi halde Tebük seferine katilmamak için Hz. Peygamber'den izin istediler. Allah'in Resulu seksenden fazla münafiga izin verdi. Kimi münafiklar da ganimet almak için Tebük ordusuna katilmis ve gittikleri yerlerde bozgunculuk yapmaktan geri durmamislardir (Ibn Ishak, Ibn Hisam, Sîre, 16I vd.; Taberî, Tarih, III, 142 vd.; Vâkidî, Megâzî, III, 995; et-Tevbe, 9/66).

Orduya özürsüz katilmayan münafiklarla ilgili çesitli ayetler indi. Bazilari sunlardir: "Onlardan bazisi peygambere: "Bana izin ver, beni fitneye düsürme" diyordu. Bilin ki onlar zaten fitne içine düsmüslerdir. Süphesiz cehennem, kâfirleri çepeçevre kusaticidir" (et-Tevbe, 9/49). "Cihatdan geri kalanlar, Allah'in Resulune muhalefet ederek oturup kalmalarina sevindiler. Allah yolunda mallariyla canlariyla cihat etmeyi hos görmediler. "Bu sicakta savasa çikmayin " dediler. De ki: "Cehennem atesi daha sicaktir". Keske bilseydiler. Yaptiklarinin cezasi olarak, artik az gülsünler çok aglasinlar" (et-Tevbe, 9/81, 82; ayrica bk. 9/42-48, 63-64, 79, 83, 86, 87, 9I, 93-96).

YAHUDI SÜVEYLIM 'IN EVININ YAKILMASI:

Münafiklardan bazi kisilerin Yahudi Süheylim'in Casum mevkiindeki evinde toplanip, Tebük gazasina çikacak halki Hz. Peygamber'in etrafindan dagitmak üzere toplandiklari haber alindi.

Bunun üzerine Allah elçisi Talha b. Ubeydullah'i (ö. 36/656) bazi sahabelerle birlikte onlara gönderip Süveylim'in evini atese vererek üzerlerine yikmasini emretti. Emir yerine getirildi. Dahhâk b. Halîfe evin damindan atlayinca ayagi kirildi. Ibn Übeyrik ve arkadaslari ise damdan atlayip kaçtilar (Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre, IV, 16I; Diyarbekri, Hâmis, II, 124).

IHMALCILIK YÜZÜNDEN SEFERE KATILMAYAN MÜSLÜMANLAR:

Mümin olduklari halde ihmalcilik yüzünden sefere katilamayanlar da olmustu. Bunlar: Kâ'b b. Mâlik, Mirâre b. Rabî' ve Hilâl b. Ümeyye (r. anhüm) idi.

Kâ'b b. Mâlik; Akabe'de Hz. Peygamber'e bey'at etmis, Bedir disinda tüm gazalara katilmisti. Tebük seferine katilmak için her türlü imkâna sahip oldugu halde sirf ihmalciligi nedeniyle bu gazaya katilamadigini söyle belirtmistir: "Hz. Peygamber bu gaza için hazirlanmaya basladilar. Ben de onlarla birlikte yol hazirligini görmek üzere sabahleyin evden çikip dolasir, hiç bir is görmeden aksam üzeri döner, gelirdim. Kendi kendime; hazirlanmak için çok vaktim var, derdim. Bu ihmalcilik bende sürdü gitti. Sonunda Resulullah ve ashabi birden yola çikiverdiler" (Vâkidî, Megazî, III, 997, 998).

Diger iki sahabe de benzer ihmal içinde olup gecikmisler ve sefere katilmamislardi. Ancak daha sonra bu üç sahabe ruhen çok daraldi ve dünya kendilerine dar geldi. Onlarin bu sikintisi Kur'an-i Kerîm'de söyle açiklanir: "Ve savastan geri kalan o üç kisinin tövbesini de kabul etti. Bütün genisligine ragmen yeryüzünün kendilerine dar geldigi, ruhlari son derece sikildigi, Allah'tan baska bir siginak olmadigini anladiklari zaman tövbe etsinler diye, Allah onlari bagislamisti. Süphesiz ki, Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandir" (et-Tevbe, 9/118).

ÖZÜR NEDENIYLE SEFERE KATILAMAYANLARIN ECRE ORTAK OLUSU:

Ashab-i kiramdan mesrû özürleri yüzünden Tebük gazvesine katilamayanlarin, katilan askerlerin kazandigi tüm ecre ortak olduklari hadis-i serifle sabittir.

Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayete göre Hz. Peygamber Tebük seferi sirasinda söyle buyurmustur: "Medine'de bir topluluk kalmistir ki, biz bir dag yolunda, bir vadide her yürüyüsümüzde, onlar da bizimle birliktedirler. Ashap: Yâ Resulullah, onlar nasil bizimle birlikte olur?" diye sorunca da; "Onlari burada bulunmaktan (hastalik, gücü yetmemek gibi) mesrû özürleri menetmistir" (Buhârî, Cihâd, 14I, Temennî, 9, Menâkibu'l-Ensâr, 1, 3, Megâzî, 56; Müslim, Zekât, 133, 136136; Tirmizî, Menâkib, 65; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarîh, VIII, 299, 3II)

TEBÜK'E BÜYÜK YOLCULUGA IMKÂN BULAMAYANLARIN AGLAYISI:

Varlikli sahabelerin yardimi ile ihtiyaçli gaziler techiz ediliyor, fakat sayi çok fazla oldugu için bu yardim da yetismiyordu. Islâm tarihinde "aglayanlar" diye anilan yedi kisi Resulullah (s.a.s)'a gelerek, bu gazveye katilmak istediklerini, fakat binit ve yiyeceklerinin bulunmadigini bildirdiler. Hz. Peygamber'in kendilerine binit kalmadigini söylemesi üzerine bu yedi kahraman aglayarak geri dönmüslerdi. Bunlar Salim b. Umeyr, Ulbe b. Zeyd, Ebû Leylâ el-Mâzinî, Seleme b. Sahr, Irbâd b. Sâriye; bir rivâyete Abdullah b. Mugaffel ve Ma'kil b. Yesâr veya Amr b. Gunme (r. anhüm)'dür. Onlarin bu hali Kur'an-i Kerim'de söyle haber verilir: "Cihada çikabilmek için binek vermen için sana geldikleri vakit: "Size verecek bir binit bulamiyorum" dediginde, savas araç ve gereçleri bulamadiklarini üzülüp gözleri yasla dolu olarak geri dönenlere de bir sorumluluk yoktur" (et-Tevbe, 9/92).

Bunun üzerine bu yedi mücahidden ikisine Ibn Yamin, ikisine Hz. Abbas b. Abdilmuttalib, üçüne de Hz. Osman binit saglamistir (Ibn Ishak, Ibn Elisâm, Sîre, IV, 161, 162; Vâkidî, Megâzi, III, 994; Taberî, Tarih, III, 143).

TEBÜK YOLCULUGUNUN BASLAMASI:

Hz. Peygamber (s.a.s) Tebük gazasini Medîne'den Hicretin 9. yili Recep ayinda persembe günü çikmisti. Çünkü O, cihada persembe günü çikmayi severdi. Bu, Resulullah (s.a.s)'in sonuncu gazasi oldu.

Medine'de vekil birakilan Hz. Ali için münafiklarin "Muhammed, Ali'yi onda görüp hoslanmadigi bir sey için geri birakmistir" gibi dedikodular yapmasi üzerine, Hz. Ali silahlanip Cürf mevkiinde Hz. Peygamber'e yetisti. Resulullah'in gelis nedenini sormasi üzerine hakkindaki dedikodudan söz etti. Hz. Peygamber; "Onlar yalan söylemislerdir. Ben seni arkamda biraktiklarima vekil tayin ettim. Hemen geri dön, gerek benim ev halkim ve gerekse senin ev halkin içinde vekilim ol. Sen bana göre, Musa'ya göre Harun'un durumunda olmak istemez misin? Ancak benden sonra Peygamber gelmeyecektir" dedi. Hz. Ali; "Ey Allah'in elçisi öyledir" diye cevap verdi ve Medîne'ye geri döndü" (Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre, IV, 163, Ibn Sa'd, Tabakât, III, 24 25, Taberî, Tarih, III, 144, Ibnü'lEsîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965, II, 278).

Hz. Peygamber'in komutasindaki onbin kisilik Islâm ordusu Medine'den Tebük'e kadar onsekiz yerde konakladi, ondokuzuncu konaklama yeri Tebük oldu. Bu konaklama yerlerinde namaz kilinan yerler günümüzde de adlariyla mescit olarak bilinmektedir. Zülhusub, Feyfâ, Zülmerve, Rak'a ve Vâdilkurâ mescidleri gibi .

Yolculuk sirasinda ve konaklama yerlerinde pek çok ibretli ve hikmetli olaylar vuku buldu. Allah'in elçisi yol boyunca ögütlerini sürdürdü. Bunlardan bazilari sunlardir:

1) Sekizinci konaklama yeri olan Hicr'da olanlar:

Hicr, Semûd kavminin yasayip helâk oldugu yerdir. Salih Peygambere isyan eden bu toplulugu Yüce Allah korkunç bir haykirisla helâk etmisti (bk. el-A'râf, 7/73-9; el-Hicr, 15/8I-84; es-Suarâ, 26/141-159; Hûd, 11/61-68; en-Neml, 27/45-53). Hz. Peygamber bu kavmin mucizeleri gördükleri halde peygamberlerine karsi gelmelerini açikladi ve bu yerden hizli geçilmesini emir buyurdu.

Hicr kuyularindan alinan sulari döktürdü ve bununla hazirlanan ekmek hamurlarinin develere yedirilmesini emir buyurdu (Vâkidî, Megâzî, III, 1II8; Ahmed b. Hanbel, II, 9: Asim Köksal, a.g.e., IX, 185 vd.). Böyle hüzünlü bir beldeye nes'eyle girilmesini, Hicr'da oturan halkla temas etmemelerini emir buyurdu (Vâkidî, Megâzî, III, 1II8; Ahmed b. Hanbel, V, 231).

Allah elçisi, Hicr'da gece siddetli kasirganin kopacagini, bu yüzden kimsenin yaninda arkadasi olmaksizin disari çikmamasini ve develerin dizlerinin baglanmasini bildirdi. Kasirga çikti ve uyariya uymayan iki kisiden birisi nefes darligina ugradi, digerini firtina sürükledi.

Mücahitler Hicr'da sabahlayinca siddetli susuzlukla karsilastilar. Allah elçisi özellikle Hz. Ebû Bekir'in yagmur duasi yapmasini istemesi üzerine, ellerini kaldirip yagmur için dua etti. Daha ellerini indirmeden yagmur yagmaya baslamisti (Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre, IV, 165; Taberî, Tefsîr, XI, 55; Tarih, III, 144). Bunun üzerine daha önce; "Muhammed hak peygamber olsaydi, Musa peygamber'in Allah'tan yagmur istedigi ve yagdirdigi gibi, O da yagmur ister ve yagdirirdi" diyerek dedikodu yapan münâfiklar seslerini kesmislerdi.

>Hz. Peygamber'in devesi "Kasvâ"in kaybolmasi:

Bir konaklama yerinde Resulullah (s.a.s)'in devesi Kasvâ kaybolmus ve aramalara ragmen bulunamamisti. Benî Kaynuka Yahudilerinden müslüman olan Zeyd b. Lusayt adli münafik; "Kendisinin peygamber oldugunu söyleyen ve size göklerden haberler veren Muhammed bugün kaybolan devesinin yerini bile bilmiyor" diyerek müminlerin kalbine süphe sokmaya çalisiyordu. Bunu haber alan Resulullah (s.a.s), Cebrail (a.s) haber vermesi üzerine devenin bulundugu yeri ve ipinin bir dala takili bulundugunu bildirdi ve "Allah'a yemin olsun ki, gerçekten ben, bir seyi Allah bana bildirmedikçe bilemem" buyurdu. Gerçekten o yana giden sahabiler deveyi bulup getirdiler (Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre, IV, 166, 167; Vâkidî, a.g.e., III, 1I1I).

Zeyd b. Lusayt bu olaydan sonra, ertesi sabah kalbindeki Hz. Muhammed'in peygamberligi konusundaki süphelerinin yok oldugunu söylemistir (Vâkidî, Megâzî, III, 1I1I). Bazilari onun tövbe ettigini söylerken Hârice b. Zeyd gibi bazi sahabiler de onun tövbe ettigini kabul etmemislerdir (Ibn Ishak, Ibn Hisâm, IV, 167;Vâkidî, a.g.e., III, 1I1I).

>Abdurrahman b. Avf'in imam olusu:

Hicr'le Tebük arasinda bir konaklama yerinde tan yeri agardiktan sonra Allah elçisi ihtiyacini gidermek için uzak bir yere gitmisti. Cemaat günesin dogmasindan korkarak Abdurrahman b. Avf (r.a)'i öne geçirdiler. Hz. Peygamber abdest alip dönünce Abdurrahman rukû'da idi. Cemaat Resulullah'in geldigini anlayinca neredeyse namazi bozacaklardi. Abdurrahman da imamliktan çekilmek istedi. Fakat Resulullah (s.a.s)'in isareti ile namaza devam etti. Allah elçisi bir rekâti imamla, bir rekâti da selãmdan sonra ayaga kalkarak tek basina kildi. Namaz bitince de; "Güzel yaptiniz" buyurdu (Ahmed b. Hanbel, IV, 247; Vâkidî, Megâzî, III, 1I11).

>Abdestte tek yikama ve mestlere meshetme:

Avf b. Mâlik'ten rivayete göre, Hz. Peygamber Tebük seferi sirasinda yolcular için mestler üzerine üç gün üç gece, mukîm olanlar için bir gün bir gece süreyle meshedilmesini emir buyurmustur (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 27). Hz. Ömer'in bildirdigine göre abdest alinirken abdest azalari birer defa yikanmakla yetinilmistir (Ahmed b. Hanbel, 1, 23).

>Vaktinde kilinamayip kaza edilen sabah namazi:

Yolculukta Allah elçisi uykuda iken kaldirilmamis ve sabah namazi vakti çikip günes bir mizrak boyu yükselmisti. Resulullah (a.s) Bilâl'e: "Ben sana bu gece bizi bekle ve sabah olunca uyandir" demedim mi?" buyurdu. Bilâl: "Seni uyutan beni de uyuttu" dedi. Hz. Peygamber o yerden kalkip biraz gittikten sonra, önce sünneti sonra da farzi kaza etti (Vâkidî, Megâzî, III, 1I15, 1I16).

>Hz. Peygamber'in Tebük'te ashabi ile istisare etmesi:

Tebük'e geldikten sonra Sam üzerine yürünüp yürünmemesi konusunda Allah elçisi ashabi ile istisare etti. Hz. Ömer: "Eger gitmekle emrolundun ise git" dedi. Hz. Peygamber: "Eger bu konuda Allah tarafindan emrolunmus bulunsaydim, size danismazdim" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Ey Allah'in Resulu orada Rumlar çok fazladir, müslümanlardan tek kisi bile yoktur, senin bu derece yakina gelmen onlari korkutmustur. Uygun bulursaniz bu yil buradan geri dönülsün veya yüce Allah bu konudaki buyrugunu bildirir" Bunun üzerine Hz. Peygamber Tebük'ten ileri geçmedi (Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre; IV, 17I; Ibn Sa'd, Tabakâl, II, 166; Vâkidî, a.g.e., III, 1I19).

>Diger peygamberlere verilmeyip yalniz Hz. Muhammed'e verilen bes haslet:

Hz. Peygamber Tebük'te gece namazini (teheccud) çadirinin önünde kildigi bir gece, yanina gelen sahabilerle sohbet ederken söyle buyurmustur: "Benden önceki peygamberlerden hiç birisine verilmeyen su bes sey bana verilmisti:

a- Önceki peygamberler yalniz bir kavme gönderilmisken, ben bütün insanlara gönderildim.

b- Yeryüzü bana mescit ve temizlik araci kilindi. Bu yüzden namaz vakti nerede olursa teyemmüm edip namazimi kilarim. Önceki ümmetler ise ibadetlerini ancak Kilise ve Havralarda yapabilirdi.

c- Savas ganimetleri bana helal kilindi. Halbuki önceki peygamberlere helâl kilinmamisti.

d- Bana sefaat makami verildi.

e- Ben bir aylik uzak yerdeki düsmanin kalbine korku salmakla yardim olundum" (bk. Buhârî, Teyemmüm, 1, Salât, 56; Müslim, Mesâcid, 3, 4, 5; Ebû Dâvud, Salât, 24; Tirmizî, Mevâkît, 119, Siyer, 5; Nesâî, Cusl, 26; Ibn Mâce, Tahâre, 9I; Dârimî, Salât, 111, Siyer, 28; Ahmed b. Hanbel, I, 25I, 3I1, II, 222, 24I, 25I, 312; Vâkidî, Megâzî, III, 1I21 vd .).

Hz. Peygambere ve ümmetine ayricalik saglayan bu niteliklerin Bizans'a karsi yapilan böyle büyük bir harekât sirasinda açiklanmasi su noktalari akla getirmektedir.

Çevrede en güçlü olarak bilinen Dogu Roma imparatorluguna karsi durabilecek bir güce sahip olan Islâm toplulugu, yakinda bu yöreleri ele geçirecek ve rum diyari Islâm'a girecek, böylece arap toplumlari disina çikan Islâm evrensellik özelligine kavusacaktir .

Islâm ordusu yolculuk sirasinda günlerce çesitli yer ve mevkilerde, arz üzerinde farz ve nafile namazlari kilmis ve böylece ibadetin yalniz mescidlerde yapilabilecegi imaji yerine namaza evrensel bir mescid anlayisi kazandirilmistir. Abdest ve gusülde de su yerine, gerektiginde teyemmümle yetinmenin uygulamalari yapilmistir.

Bu gibi askeri hareketlerde zafer sonrasi elde edilecek ganimetlerin beste biri beytülmalin, beste dördü de gazilerin hakki olmak üzere mesrû kilinmistir. Bu da savaslarda ayri bir tesvik unsurudur (bk. "Ganimet" mad .).

Çevrede bir aylik uzak yerde bulunan düsman o gün için Dogu Roma Imparatorlugu ve bunlarin baskani Heraklius olmalidir. Imparatorun ve askerlerinin kalbine korku düstügü için Hicaz'a saldirip yakip yikmak üzere yola çiktiklari halde bu cesareti gösterememislerdir. Güçlü Islâm ordusunun hazirlikli, düzenli ve her çesit savas rizikosunu göze alarak Tebük'e kadar gelmesi, güç dengesini psikolojik bakimdan Müslümanlarin lehine çevirmistir. Böylece düsman için, savas olmasa bile güç hazirlamayi emreden ayetin hükmü gerçeklesmistir .

Ayette söyle buyrulur: "Onlara karsi gücünüzün yettigi kadar kuvvet ve savas atlari hazirlayin ki, bununla Allah'in düsmani ve sizin düsmaninizi ve daha bundan baska sizin bilmediginiz, fakat Allah'in bildigi diger düsmanlari korkutasiniz. Allah yolunda ne harcarsaniz, karsiligi size eksiksiz ödenir, asla haksizliga ugratilmazsiniz" (el-Enfâl, 8/6I).

Hz. Peygamber Tebük'te bulundugu sirada Halid b. Velid'i dört yüz atli ile bir hristiyan topluluk olan Dûmetülcendel'in krali Ükeydir b. Abdilmelik üzerine gönderdi. Dûmetülcendel Sam yolu üzerinde Tebük'e yakin, sulu, hurma ve ekinleri bol, büyük bir ticaret merkezi idi. Halid b. Velid az sayida bir askerle bilmedikleri bir yörede krali nasil bulacaklarini sorunca, Allah elçisi onu "yabanî sigir avlarken bulup yakalayacagini" haber verdi.

Gerçekten Halid ve arkadaslari kaleye yaklastiklari sirada normal kirsal kesimde az rastlanan bir yaban sigirinin kale kapisina yaklasmakta oldugunu gördüler. Yukaridan Ükeydir ve ailesi de bu semiz hayvani görmüslerdi. Ükeydir silahlanip birkaç adami ile birlikte sigiri avlamak üzere kaleden disari çikinca da onu yakaladilar ve elleri bagli olarak kalenin önüne getirdiler .

Orada Halid'le Ükeydir arasinda yapilan anlasmaya göre, Ükeydir Müslümanlara: Iki bin deve, sekiz yüz at, dört yüz zirh gömlek, dört yüz mizrak vermek ve Ükeydir ile kardesi Mudad Hz. Peygamber'e kadar götürülüp haklarinda Allah elçisi hüküm vermek üzere sulh oldular. Bundan sonra kaleye girilerek belirlenen ganimet mallari teslim alindi (bk. Vâkidî a.g.e., III, 1I27, 1I34; Ibn Ishak, Ibn Hisam, Sire, IV, 169 vd; Ibn Sa'd, Tabakât, II, 62, 166).

Eyle, Ezruh ve Cerba Melikleri ile Sulh Anlasmasi Yapilmasi:

Hz. Peygamber Tebük'te bulundugu sirada Kizildeniz'in kuzeyinde ve Akabe körfezinin sonunda deniz sahilindeki Eyle hükümdari Yuhanna b. Ru'be, gelerek yillik belirli miktarda cizye vermek üzere kendisi ile sulh anlasmasi yapti. Hz. Peygamber Yuhanna'ya su ahitnameyi yazili olarak verdi.

"Bismillahirrahmânirrahîm . Bu, Allah ve Peygamberi Muhammed'den Yuhanna b. Ru'be ile Eyle halkindan denizdeki gemilerde bulunanlari ve karadaki gezen, dolasanlari için eman yazisidir: Gerek bunlar ve gerek Sam, Yemen ve deniz sahili halkindan Eylelilerle birlikte bulunanlar, Allah'in ve Resulunün himayesindedirler. Onlardan bir kötülük isleyeni yanindaki mali koruyamayacak, bu mal, alana da helâl olacaktir. Denizde, karada herkes diledigi tarafa yolculuk yapma hakkina sahiptir" (Ebu Ubeyd, el-Emvâl, Misir 1388/1968, s. 287 vd; Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre, VI, 169).

Eyle krali Yuhanna ile birlikte Ezruh ve Cerba halki temsilcileri de Tebük'e gelip Hz. Peygamber'le cizye vermek üzere anlasma yaptilar. Bunlar her yil Recep ayinda saf altindan yüz dinar cizye ödemeyi kabul ettiler ve buna karsilik onlara birer emannâme (güven mektubu) verildi. Bu iki topluluk da Eyleliler gibi Yahudi toplumudur (Ibn Sa'd, Tabakât, 1, 289 vd; Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre, IV, 169; Vâkidî, Megâzî, III, 1I31).

MESCID-I DIRÂR OLAYI:

Hz. Peygamber Tebük'te yirmi gün kadar kaldiktan sonra, ashab-i kiramin ileri gelenleri ile istisare ederek geri dönmeye karar verdi. Çünkü Bizans ordusu saldirmaya cesaret edememis ve amaca ulasilmisti. O gün için daha fazla ileri gidip kan dökmeye ihtiyaç yoktu. Çünkü Sam yöresini fetih gibi bir amaçla yola çikilmamisti. Üstelik Sam yöresinde bulasici bir hastalik (tâun) oldugu da haber alinmisti. Geri dönüs için yola çikan ordu Ramazan'in ilk günlerinde Medîne'ye ulasti. Hz. Peygamber Tebük'e giderken Medine'ye bir saat uzakliktaki Ziyevan köyüne geliniginde münâfiklardan bir heyet gelerek: "Ey Allah'in Resulu! Biz hastalar ve Kuba mescidine gelemeyenler için özellikle yagmurlu gecelerde namaz kilmak üzere bir mescid bina ettik. Tesrif edip burada namaz kildirsaniz, hayir ve bereketle dua buyursaniz" dediler. Hz. Peygamber bunun dönüste olabilecegini söylemislerdi. Bunun üzerine Tebük dönüsü bu sözü Allah elçisine hatirlatip yeni yapilan mescide gelmesini rica ettiler.

Bu mescid Ebû Âmir Fâsik adli bozguncu münafik ve fasigin tesviki ile münafiklarca Kuba Mescidinin cemaatini bölmek niyetiyle yapilmis ve Hz. Peygamber'e suikast düzenlemek üzere içi silâhla doldurulmustu. Hz. Peygamber bu mescide gitmeye hazirlanirken Cebrail (a.s) gelerek durumu haber verdi.

Kur'an-i Kerîm'de bu mescidden söyle söz edilir:

Zarar vermek, inkâr etmek, müminlerin arasini ayirmak ve daha önce Allah ve Resulune karsi savasanlara gözetleme yeri hazirlamak üzere bir mescid yapanlar; "Biz sadece iyilik yapmak istiyorduk" diye yemin ederler. Allah da sahittir ki bunlar yalancidirlar" (et-Tevbe, 9/1I7). "Ey Muhammed! Bu mescidde asla namaz kilma. Süphesiz ki, baslangicindan itibaren takva üzere kurulan mescidde (Kuba mescidi) namaz kilman daha hayirlidir. O mescidde kendilerini maddî ve manevi kirlerden temizlemeyi seven adamlar vardir. Allah temizlenmek isteyenleri sever" (et-Tevbe, 9/1I8; bk. 1I9, 11I).

Bunun üzerine Hz. Peygamber ashab-i kiramdan Mâlik b. Dehsan ile Ma'n b. Adiyy (r. anhümâ)'yi Mescid-i Dirar'i yikmak üzere gönderdi. Bu sahabeler mescidi yakip yiktilar. Böylece kötü amaç için bina edilen bir mescid ortadan kaldirilmis oldu (bk. Ibn Ishak, Ibn Hisâm, Sîre, III, 71; Ibn Sa'd, Tabakât, III, 54I vd; Ibn Kesîr, Muhtasar Tefsîr, II, 169; Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarih, X, 422).

>Özürsüz cihada katilmayan üç kisinin çilesi:

Resulullah (s.a.s) Tebük'ten dönüste Medîne'ye giriste dogrudan Mescidi Nebevî'ye girip iki rekat namaz kildi. Çünkü seferden dönüste bu, Resulullah (s.a.s)'in âdeti idi. Sonra mescitte oturdu. Tebük gazvesine katilamayip Medine'de kalanlar tek tek gelip özürlerini yeminle teyit ettiler. Hz. Peygamber dis görünüslerine bakarak özürlerini kabul edip, iç yüzlerini Allah'a havale etti ve haklarinda istigfarda bulundu. Bunlarin sayisi seksen kadar idi.

Ancak Kâ'b b. Mâlik, Mirare b. Rabî ve Hilâl b. Ümeyye mesrû bir özürleri bulunmadigi halde cihada katilmamislardi. Hz. Peygamber'in huzuruna girince mazeret uydurma yoluna gitmeden dogruyu söylediler.

Resulullah (s.a.s) halki bu üç sahabe ile görüsüp konusmaktan menetti. Üçü de bir köseye çekilerek elli gün süreyle yalnizliga itildiler. Dünya baslarina zindan oldu. Kirk gün geçince Hz. Peygamber bunlara Hüzeyme b. Sâbit (r.a)'i göndererek kadinlarindan da ayri durmalarini bildirdi. Böylece eslerinin cihaddan geri kalan bu sahabelere hizmeti de men edilmis oluyordu. Yalniz Hilâl b. Ümeyye'nin esi Allah elçisine gelerek; "Hilâl yaslidir, hizmetçisi de yoktur. Yalniz mutfak islerine yardimci olsam" diye izin istedi. Kendisine yalniz ev hizmeti için izin verildi.

Elli gün tamamlaninca bu üç sahabenin magfiret edildigini bildirilen ayet indi. Bunu müjdeleyen sahabeye, Ka'b b. Mâlik sevincinden bir kat elbise giydirmisti. Mescide geldiklerinde Allah'in Resulu Ka'b b. Mâlik'e söyle buyurdu: "Annen seni dogurdugu günden beri yasadigin günlerin en hayirlisini sana müjdeliyorum". Ka'b; "Bu müjde tarafinizdan mi, yoksa Allah tarafindan mi?" diye sorunca, Hz. Peygamber; "Dogrudan Yüce Allah tarafindan" buyurdu. Bunun üzerine Ka'b, bütün servetini Allah yolunda tasadduk etmek istedigini bildirdi. Hz. Peygamber, bir bölümünü kendisine ayirmasinin daha hayirli olacagini söyledi (Kâmil Miras, Tecrîd, X, 424 vd, Hadis No: 1659; Ibn Kesîr, a.g.e., II, 175 vd.).

Allah Teâlâ bu üç sahabenin halini ve affedilmelerini söyle bildirir: "Ve savastan geri kalan o üç kisinin tövbesini de kabul etti. Bütün genisligine ragmen yeryüzünün kendilerine dar geldigi, ruhlari son derece sikildigi, Allah 'tan baska bir siginak olmadigini anladiklari zaman tövbe etsinler diye, Allah onlari bagislamisti. Süphesiz ki Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandir" (et-Tevbe, 9/118).

Ka'b b. Mâlik ve arkadaslari bu ilâhî iltifata, dogru sözlülükleri ve samimi davranmalari sayesinde kavustular. Ka'b bu olay üzerine, artik ömrü boyunca dogrudan baska bir söz söylemeyecegine dair Allah elçisine söz verdi. Diger münâfiklar uydurduklari yalan mazeretler yüzünden helâk olurken onlar selâmete çiktilar.

Tebuk Gazvesinden Dersler
Tebuk Gazvesinden Dersler

Tebuk, Vadi'l-Kura ile Şam arasında bir yerdir. Hicretin dokuzuncu yılının (M. 630) Receb ayında vuku bulan Tebuk gazvesi, Resulullah (s.a.s.)'in en son gazvesidir. Resulullah (s.a.s.) ashabına, Rum (Bizans)larla savaşmak için hazırlanmalarını emretmişti. Yol uzun, düşman kuvvetli, zaman yaz mevsiminin en sıcak günleriydi. Kuraklık ve kıtlık vardı. Buna mukabil hurmaların olgunlaşıp meyve vereceği, hurma ağaçlarının gölgesinde yaşandığı günlerdi. Böyle bir hayatı bırakıp aç-susuz, uzun bir sefere çıkmak zordu. Bundan dolayı Kur'an dilinde, bu seferin tesadüf ettiği zamana "zorluk zamanı", bu sefere "zorluk gazvesi", bu savaşa katılan orduya da "zorluk ordusu (ceyşu'l-usre)" denmiştir. Resulullah (s.a.s.) savaşa hazırlandığı diğer zamanlarda, nereye sefer düzenleneceğini gizli tutmasına rağmen bu kez alışılanın aksine, böyle bir ihtiyata lüzum görmeyerek Rumlar üzerine gidileceğini bildirmişti. Bunun amacı, yolun uzun, zamanın zor ve düşmanın çok olmasından dolayı, hazırlıkların ona göre yapılmasını sağlamaktı. Resulullah (s. a.s.) sefere çıkmakta kararlıydı. Ashabına yol için hazırlanmalarını emretti. Zenginleri Allah yolunda infaka teşvik edip binek hayvanları vermelerini istedi. Zengin sahabiler de bütün imkanlarını Allah yolunda seferber ettiler.

Ashabın İhlas ve İnfakı

Resulullah (s.a.s.)'in emri üzerine, sahabiler (r. anhum) orduya sadaka, nafaka ve binek hayvanları getirmeye başladılar. Hz. Ebu Bekir (r.a.) malının tamamı olan 40 bin dirhem altın getirdi. Resulullah (s.a.s.) ona: "Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" diye sorunca o: "Onlara Allah ve Resulünü bıraktım" diye cevap verdi. Hz. Ömer (r.a.) malının yarısını getirdi. Resulullah (s.a.s.) ona da: "Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" diye sorunca Ömer (r.a.): "Evet, malımın yarısını" diye cevap verdi. Abdurrahman ibnu Avf iki yüz evkiye altın, Asım ibnu Adiy yetmiş deve yükü hurma getirdi. Hz. Osman (r.a.) ise ordunun üçte birini techiz etti. İbnu Hişam'ın bildirdiğine göre Osman ibnu Affan bu sefer için büyük bir infakta bulundu; öyle ki, o zamana kadar hiç kimse bu kadar infakta bulunmamıştı. Osman ibnu Affan, Tebuk gazvesinde dar durumda olan orduya bin dinar infak etti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s.) mealen şöyle buyurdu: "Allah'ım! Osman'dan razı ol, çünkü ben ondan razıyım."

Cihada Katılamadıklarından Dolayı Ağlayanlar

Müslümanlardan yedi (diğer bir rivayette yediden fazla) kişi Resulullah (s.a.s.)'in yanına geldiler ve Resulullah (s.a.s.)'den kendilerini bindireceği ve seferde yüklerini yükleyecekleri hayvan istediler. Çünkü kendileri bu imkana sahip değillerdi. Resulullah (s.a.s.) da onlara: "Sizi bindireceğim bir binek bulamıyorum" dedi. Bunun üzerine onlar infak edilecek şey bulamamaktan ötürü üzülerek gözyaşları içinde geri döndüler.

Münafıkların Yeniden Ortaya Çıkışı ve Yaptıkları Planlar

Hudeybiye anlaşmasından sonra münafıklar hayli azalmıştı. Hudeybiye anlaşması ve Mekke'nin fethinden sonra İslam toplumu büyümeye başlamış, İslam ordusu yirmi kat artmıştı. Bu dönemde kendi istekleriyle İslam'ı seçenler olduğu gibi korkuyla İslam'ı seçenler de vardı. Münafıkların lideri Abdullah ibnu Ubey henüz hayattaydı ve münafıklar bloğunun yeniden yapılanmasını başlattı. Tebuk gazvesi sırasında münafıkların hareketi belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Münafıkların seferberlik öncesi faaliyetleri, Müslümanları Resulullah (s.a.s.)'den uzaklaştırmak ve onları dünyanın aldatıcı güzelliklerine çekmek doğrultusundaydı. Bazı münafıklar, Müslümanlarla birlikte sefere çıkmamak için: "Vallahi, kavmim ensar bilir ki, ben kadınlara düşkün bir adamım. Beni Asfar'ın (Rumların) sarışın kadınlarını görünce sabır gösteremeyip bir fitneye düşerim" diyerek mazeret ileri sürdüler.

Münafıklardan bir kısmı da izin istemekle kalmayıp havanın çok sıcak olduğundan bahsederek sefere iştirak eden müminleri de caydırmaya çalışıyorlardı. Münafıkların diğer bir kısmı da Resulullah (s.a.s.)'e gelerek: "Gücümüz yetseydi, sizinle beraber çıkardık" diyerek yalan söylemişlerdi. Münafıkların ordu içindeki durumları da şöyleydi: Devamlı olarak emirlere muhalefet ediyor, ordu içinde fitne çıkarmaya çalışıyorlardı. Planlarının içinde en tehlikeli olanı da Resulullah (s.a.s.)'i bir suikastla öldürme girişiminde bulunmaktı. Medine'deki münafıklara gelince, onlar sığınacakları, İslam düşmanlarına karargah olacak Dırar mescidini inşa etmişlerdi. Ayrıca Resulullah (s.a.s.)'e yahudi Süveylim'in evinde bir kısım münafıkların toplandıkları ve halkı gazadan döndürecek sözler söyledikleri bildirilmişti. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s.) bir grup sahabiyi göndererek o evi ateşe verdi ve orada toplanan münafıkları dağıttı...

Hz. Ka'b İbnu Malik ve Arkadaşlarının Durumu

Hz. Ka'b ibnu Malik ile arkadaşları Hilal ibnu Umeyye ve Murare ibnu'r-Rabi'in durumu meşhurdur ve bütün kaynaklarımızda uzun uzadıya anlatılmaktadır. Burada olayın detayına girmeyeceğiz. Fakat biz, bu yazımızdaki "Dersler ve İbretler" bölümünde günümüzün davetçileri için çok önemli bulduğumuz bazı noktalara temas etmeye çalışacağız.

Dersler ve İbretler

Tebuk gazvesi ders, ibret ve öğütlerle doludur. Dolayısıyla günümüz davetçilerinin, Tebuk gazvesini tekrar tekrar okumaları ve ondan çıkarılacak dersler ve öğütler ışığında hizmet ve çalışmalarını sürdürmeleri gerekmektedir. Tebuk gazvesi; zengin Müslümanların fedakarlığı, fakirlerin durumu, münafıkların hile, tuzak ve planları, savaşa gitmemek için uyduruk mazeretler ileri sürerek Resulullah (s.a.s.)'den izin isteyen insanların hali, hiçbir mazeret ileri sürmeden savaşa gitmeyen ve daha sonra Resulullah'a yalan mazeretler ileri sürenlerin durumu, bazı dünyevi sebeplerden dolayı gitmeyen ve daha sonra Resulullah'a doğruyu söyleyerek hiçbir mazeret beyan etmeyen samimi Müslümanların durumu gibi çeşitli yönleri içermektedir. Tebuk gazvesinden çıkarılacak ders, ibret ve öğütleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Bütün İslami çalışmalarda Resulullah (s.a. s.)'i ve sahabilerini örnek almak

Resulullah (s.a.s.) ve sahabileri savaşta, barışta, darlıkta, bollukta, kısacası hayatın bütün alanlarında kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlara örnektirler. Dün seferin uzunluğu, düşmanın kuvvetli olması, yaz mevsiminin kızgın sıcaklığı, zamanın kuraklık, kıtlık ve meyvelerin olgunlaşma zamanı olması gibi dünyevi sebepler sahabileri Resulullah (s.a.s.)'in emrini yerine getirmekten alıkoymadığı gibi bugün de makam, mevki, görev ve iş yerleri gibi sebepler hiçbir zaman Müslümanları İslami hizmet ve çalışmalardan alıkoymamalıdır. Dünya, içindeki eşyayla birlikte fanidir. Baki olan Allah'tır. Dolayısıyla dünyanın geçici ama aynı zamanda çekici güzelliklerine kanıp Allah yolunda yapılacak hizmetlerden geri kalmamak gerekir.

2. Zor anlarda yardımlaşma ve dayanışmanın önemi

Resulullah (s.a.s.) Allah yolunda infaka teşvik ve emir buyurduğu zaman zengin sahabilerin bütün imkanlarını Allah yolunda seferber ettikleri görülmektedir. Müslümanların bölük pörçük ve dağınık bir vaziyette oldukları şu asrımızda, dayanışma ve yardımlaşmaya daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Maddi imkanları yerinde olan duyarlı Müslümanlar Allah yolunda infaka davet edildikleri zaman gönül hoşnutluğu içerisinde vermeleri ve kıyamete kadar gelen bütün Müslümanlara örnek olan sahabilerin Allah yolunda mallarını infak ettikleri gibi bugünün Müslümanlarının da mallarını tereddütsüz infak etmeleri gerekmektedir. Şunu unutmamak gerekir ki, malının en azından bir bölümünü Allah yolunda harcamayan bir Müslümandan hayır gelmez.

3. Sorulan sorularla kişilerin genel tavırlarının ve özelliklerinin ortaya çıkarılması

Resulullah (s.a.s.) infaka katılan sahabilerin arasında Ebu Bekir ve Ömer (r.anhum)'a: "Kendi ehline herhangi bir şey bıraktın mı?" sorusunu ayrı ayrı yöneltmesi büyük önem arz etmektedir. Hz. Ebu Bekir'in: "Onlara Allah ve Resulü'nü bıraktım", Ömer'in de: "Evet malımın yarısını bıraktım" diye cevap vermeleri ayrı bir önem taşımaktadır. Bugünün dava liderleri de, kendi maiyetlerindeki şahısların genel tavırlarını ve özelliklerini anlayabilmek için onlara çeşitli sorular sorabilir ve aldıkları cevaplar doğrultusunda teşhislerini koyabilirler.

4. Allah yolunda İslami hizmetlerde harcanacak malın bulunmamasına üzülmek

Maddi imkanların yerinde olması halinde infak etmek, olmaması halinde de üzülmek ve ağlamak gerçek ve samimi Müslümanların şiarıdır. Görülüyor ki, bazı Müslümanlar yoksul oldukları zaman geçimleri samimi ve fedakar Müslümanlar tarafından karşılanıyor. Ama yoksulluk devri bitip herhangi bir şekilde durumları iyileştiği zaman mallarının az bir bölümünü bile Allah yolunda harcamamak için samimi Müslümanları gıybet ve itham ederek başkalarını suçlayıcı tavırlar içine giriyor ve kendi cimriliklerini haklı çıkarmak için de uyduruk mazeretler ileri sürmeye başlıyorlar. Biz "ama", "fakat" ve "lakin"leri bırakalım ve canımızda, malımızda ve vaktimizde İslami standartlara uygun fedakarlık zırhına bürünelim. Bize yaraşan budur. Yoksa Sa'lebe'leşmenin hiçbir manası olmadığı gibi hiçbir faydası da yoktur. Hep birlikte Sa'lebe'nin yolunda değil Ebu Bekir ve Ömer'in yolunda yürüyelim.

5. Uyduruk ve yalan mazeretler ileri sürmenin münafıkların alametlerinden olması

Münafıklar ve münafık olmayan ama kalpleri hasta olan bazı Müslümanlar İslami hizmetlere iştirak etmemek için yalan mazeretler uydurmakta gayet mahirdirler. Şeytanın yardımıyla da hemen mazeret uydurabilirler. Örneğin, Resulü Ekrem (s.a.s.) münafıkların liderlerinden Cid ibnu Kays'a (ki Hudeybiye'deki Rıdvan beyatına bu adamın dışında herkes katıldı. Hatta iki defa beyat edenler oldu. Ancak o beyat etmemek için develerin altında saklandı.): "Ey Cid! Bizimle birlikte Rumlar üzerine gitmek ister misin?" diye sorduğunda münafık Cid: "Ya Resulullah! Bu seferde bana izin verseniz de, beni fitneye düşürmeseniz olmaz mı? Vallahi, kavmim ensar bilirler ki ben kadınlara düşkün bir adamım. Rumların sarışın kadınlarını görünce sabredemeyip bir fitneye düşerim" dedi. Resulü Ekrem (s.a.s.) ondan yüzünü çevirerek: "Sana izin verdim" buyurdu. Bunun üzerine şu mealdeki ayeti kerime nazil oldu: "Onlardan bir de: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" diyen var. İyi bilin ki, onlar zaten fitnenin içine düşmüşlerdir. Cehennem de kafirleri kuşatacaktır." (Tevbe, 9/49)

Yine münafıklardan bir kısmı Resulü Ekrem'e gelerek: "Gücümüz yetseydi sizinle beraber çıkardık" diyerek yalan söylemişlerdi. Bunların durumu da Resulü Ekrem'e vahyedilmiş ve onlar hakkında şu mealdeki ayeti celile inmiştir: "Eğer (savaşa) çıkmak isteselerdi onun için hazırlık yaparlardı. Ama Allah onların savaşa çıkmalarını hoş görmedi ve onları durdurdu. Kendilerine: "Oturanlarla birlikte siz de oturun" denildi." (Tevbe, 9/46) Bu her iki olay da çok anlamlıdır ve çok şeyi ifade etmektedir. Tabii ki ahiret menfaatini dünyevi menfaatlere üstün tutan aklı selim sahipleri için.

Bugün İslami davayı omuzlayanların yukarıda anlatılan her iki olayı daima göz önünde bulundurmaları gerekmektedir. Belli bir sorumluluk sahibi bir Müslüman kendine verilen vazifelerde asla gevşek davranmamalı, şer'i mazeret olmadan gerekli etkinliklerden geri kalmamalı ve programını uygulamalıdır. Vazifelerinde gevşek davrandığı veya programını uygulamadığı zamanlarda da yalan ve uyduruk mazeretlere tevessül etmemelidir. Ayrıca sorumluluk sahibi diğer Müslümanları şüpheye düşürecek söz ve davranışlardan mutlaka kaçınmalıdır. Zira bu tür şeylere bulaşmak nifak kanserine yakalanmanın alametidir ve bunun kıyamet gününde vebali de büyük olur. Şu halde bu müzmin hastalığın belirtilerini taşıyan kardeşlerimize, zaman kaybetmeden bir an önce tedavi olmalarını yani tevbe edip Allah'a sığınmalarını tavsiye etmeliyiz. Şunu da unutmamalıyız ki bizim için örnek Cid ibnu Kays'lar ve İbnu Selul'ler değil, Resulullah (s.a.s.) ve sahabileri (r. anhum)dir.

6. Dünyanın çekiciliğine aldanmanın zararı ve içiyle dışının bir olmasının önemi

Hz. Ka'b ibnu Malik (r.a.) savaşa katılmak niyetindeydi. Ancak atına güvendiği için "biraz geç de çıksam, arkadan yetişirim" diye düşündü ve bahçesindeki soğuk suların ve ağaçların serin gölgesinin oluşturduğu rehavete kapılarak önce orduyla birlikte sefere çıkmayı erteledi. Sonra da artık gitmesinde fayda olmayacağını düşünerek gitmedi. İslam ordusu dönünce seferden geri kalanlar Resulullah'a gelerek mazeret beyan ettiler. Ama Ka'b, hiç bir mazeret ileri sürmedi ve doğru neyse onu söyledi. Ka'b'dan önce de Bedir gazvesine katılan Hilal ibnu Umeyye ve Mürare ibnu'r-Rebi adındaki sahabiler de hiç bir mazeret beyan etmemişlerdi. Resulullah (s.a.s.) onları affetmediği gibi onlarla konuşmayı kesti ve sahabilerin de (r. anhum) onlarla konuşmamalarını emretti. Bütün ashab verilen emre uyarak onlarla konuşmayı kesti. Ka'b (r.a.) en sevdiği amcasının oğlunun yanına gidiyor selam veriyor, onunla konuşuyor ama amcasının oğlu selamını almıyor, cevap vermiyor ve ondan yüz çeviriyordu. Daha sonra Resulullah (s.a.s.) onlara haber göndererek hanımlarına yaklaşmamalarını emretti. Onlar da bu emre uydular. Böylece geniş olan dünya Ka'b'ın başına dar gelmeye başladı. Bundan da daha zoru o sırada Gassan oğulları sultanından ona bir mektup gelmesi oldu. Mektupta, Resulullah'tan ve sahabilerinden gördüğü -haşa- bunca hakareti haketmediğini, memleketinin kapısının ona açık olduğunu ve eğer gelirse ona layık olduğu değerin verileceğini ifade eden sözler yer alıyordu. Ka'b mektubu okuyunca daha bir sıkıntıya düştü. Ama imanı onun ikinci bir hataya düşmesine engel oldu. Tam elli gün süren bu zor durumdan sonra Arş-ı A'la'dan onların tevbelerinin kabulüyle ilgili ayetler indi. Sahabiler bu duruma sevinerek onları tebrik etmeye geldiler.

Ka'b ve arkadaşlarının olayında, mal, mülk ve makamın zaman zaman rehavete ve hizmetten geri kalmaya sebep olması gibi dikkat edilmesi gereken bir çok önemli nokta vardır. Bu olayda ibret verici en önemli husus ise, her ne sebeple olursa olsun Ka'b'ın sefere çıkmadığı için cezai müeyyideye tabi tutulması ve onun sabretmesidir. Ka'b için en zoru İslami cemaatten ayrı kalması ve başkaları tarafından kendi saflarına davet edilmesiydi. Günümüzde İslami davaya gönül verenlerin de böyle durumlarla karşı karşıya kaldıkları zaman Hz. Ka'b'ın yolunu izlemeleri gerekir. Oysa günümüzde bazen yaptıkları yanlışlardan dolayı bir azar işitenler bile kendilerini haklı çıkarabilmek için kendilerini azarlayanları, yanlışlarını düzeltmelerini isteyenleri suçlamakta hatta bazı zayıf kalpliler iftira atma yoluna bile başvurabilmektedirler. Oysa bu hareketleriyle hem dünyalarını hem de ahiretlerini yıkıyorlar da farkında olmuyorlar. Allah cümlemizi hakkı görüp ona uyan, batılı görüp ondan sakınan kullarından eylesin.

DÛmetÜ'l-cendel Olayi
DÛMETÜ'L-CENDEL OLAYI

Dûmetü'l-Cendel, Tebük'e yakin, Sam'a bes gecelik mesafede bir yerdir. Hz. Peygamber Sam'da hristiyan Araplar'in ve Bizans imparatoru Herakleios'un destekledigi Rum askerlerinin Medîne'ye saldiri için hazirlik yaptiklarini ögrenince, onlardan önce davrandi ve otuz bin kisilik bir Islâm ordusu ile hicretin dokuzuncu yilinda Tebük'e kadar geldi. Gerek Rum'dan ve gerekse Araplar'dan bir hareket görülmeyince orada durdu. Ayrica Sam'da bulasici tâûn (veba) hastaliginin bulundugu haberi de gelmisti. Allah Rasûlü, ashabi ile istisare ederek bir süre Tebük'te kaldi.

Iste Hz. Peygamber Tebük'te bulundugu sirada Hâlid b. Velid (ö. 21/641)'i çagirdi ve yanina dörtyüz atli asker verip, kendisini Dûmetü'l-Cendel'de bulunan Ükeydir b. Abdilmelik'e gönderdi. Ükeydir Kindeliler'den olup, onlarin krali idi. Ve hristiyandi. Halid, emrindeki güçlerle birlikte gece vakti Ükeydir'in kalesine yaklasti. Ükeydir o sirada bazi adamlariyle birlikte yaban sigiri avlamak amaciyle kale disina çikmisti. Hz. Hâlid ve adamlari Ükeydir'e saldirip, onu yakaladilar. Kardesi Hassan çarpismaya devam etmek isteyince öldürüldü. Digerleri kaçip kaleye girdiler. (Ibn Hisam, Sîre, Beyrut 1391/1971, IV,161,170; Ibn Sa'd, Tabakât, Beyrut 1376/1957, II, 165, 167; Vâkidî, Kitabü'l-Megâzî, Kahire 1965, III, 1025, 1026, 1027, 1031; et-Tevbe, 9/117; Buhârî, Câmiu's-Sahîh, Istanbul, Âmire 1329, V, 128; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 75, VI, 387; Dâre Kutnî, IV, 195-196)

Hâlid b. Velid ile Ükeydir arasinda kale halkinin durumu ile ilgili olarak yapilan anlasmaya göre, Hâlid'e, 1) Iki bin deve, 2) Sekiz yüz at, 3) Dört yüz zirh gömlek, 4) Dört yüz mizrak, verilecek; 5) Ükeydir'le kardesi Mudad, Hz. Peygamber'e kadar götürülüp, haklarinda orada hüküm verilecekti (Vâkidî, Megâzî, III, 1027; Ibn Sa'd, Tabakât, II,166). Ükeydir, kardesi ve ganîmetler Tebük'e getirildi. Hz. Peygamber ganîmetlerin beste birini beytü'l-mâl için ayirdiktan sonra, beste dördünü mücahidler arasinda bölüstürdü.

Rasûlullah (s.a.s.) Ükeydir'le kardesini Islâm'a davet etti. Fakat yanasmadilar, cizye ödemeye razi oldular. Kendileri serbest birakildi. Onlara emân ve sulh maddeleri ihtiva eden bir yazi verildi. Ükeydir Tebük'ten tekrar Dûmetü'l-Cendel'e döndü (Vâkîdî, Megâzî,III,1030; Ibn Hisam, Sîre, IV, 170). Dûmetü'l-Cendel akar suyu, hurmalik ve ekinleri bulunan, büyük bir panayir ve ticaret merkezi idi. Arap kabilelerinin birer birer müslüman olduklarini görünce, Dûmeliler, Hz. Peygamber'den korkmaya baslamislardi. Ancak bu olaydan sonra da Islâm'a girmek yerine cizye ödemeyi tercih ettiler.

Hz. Ebubekir dönemi--RIDDE SAVASLARI
RIDDE SAVASLARI

Rasûlüllah (s.a.s)'in vefatindan sonra dinden dönüp Islâm devletine savas açanlarin isyanlarinin bastirilmasi için yapilan askerî harekâtlar.

Rasûlüllah (s.a.s)'in vefat haberini duyan Yemen ve Necid bölgelerindeki bazi kabileler özellikle zekât ödemeyi reddederek isyan ettiler. Ayrica Rasûlüllah (s.a.s)'in vefati ile ortaya çikan karisik ortamdan istifade etmek Isteyen bazi kimseler de peygamberliklerini itan etmisler ve kendilerine inandirdiklari kalabaliklari peslerine takarak Islâm hükümranligini tehdit etmeye baslamislardi. Rasûlüllah (s.a.s)'in sagliginda onun hakimiyetine boyun egmek zorunda kalarak müslüman olan, ancak imanin kalplerine nüfuz edip yerlesmedigi bu bedevî topluluklar, onun vefatiyla cesaretlenmis ve kalplerinde gizlediklerini açiga çikarmislardi. Aslinda onlarin bu durumu bilinmiyor degildi. Zira Allah Teâlâ onlar için bir âyet-i kerimede söyle buyurmaktadir: "Ey Muhammed! Bedevi ler "Iman ettik" derler. Sen onlara söyle de: "Hayir! Iman etmediniz. Siz ancak, müslüman olduk deyin. Çünkü iman henüz kalbinize girmemistir" (el-Hucurât, 49/ 14).

Irtidat hareketlerinin baslamasiyla baskent Medine her taraftan düsmanlarla kusat Ilmis bir duruma geldi. Öte taraftan Yahudi ve Hristiyanlar, ortaya çikacak firsatlari degerlendirmek için müslümanlarin durumunu izlemeye basladilar. Tarihçiler müslümanlarin o zaman içinde bulunduklari dehset verici durumu; "Müslümanlar, peygamberlerini kaybetmeleri ve azliklari ve düsmanlarinin çoklugu yüzünden sanki siddetli soguk, yagmurlu karanlik bir gecede sahrada kaybolmus koyun sürüsüsün durumunu andiriyordu" (Taberî, Tarih, Beyrut ty, III, 225; Ibnül-Esir, Tarih, Beyrut 1979, II, 333) seklinde ifade etmektedirler. Medine'nin bu sekilde ciddi olarak tehdit altinda bulunmasini ileri süren bazi kimseler, Rasûlüllah (s.a.s)'in vefatindan az önce yola çikan Usame'nin ordusunu bu seferden alikoymasi için Ebu Bekir (r.a)'a müracaat ettiler. Islâm devletinin basina henüz geçmis olan Hz. Ebu Bekir son derece net ve kararli bir ifade ile bu tavsiyeyi yapanlara; Bilsem ki kurtlar burada beni parçalayacak; Usame'nin ordusu için Rasulullah (s.a.s)'nin emretmis oldugu seyi uygulayacagim" (Taberi, a.g.e., III, 225, 228; Ibnül-Esir, a.g.e., ayni ver) dedi ve bu orduya yoluna devam etmesi için emir verdi.

Ilk dinden dönme hareketi Peygamber (s.a.s)'in sagliginda Yemen'de ortaya çikmisti. Kendisinin peygamber oldugunu iddia eden Esved el-Ansî, topladigi kuvvetlerle önce Necran bölgesini, pesinden de San'ayi, Vali Sehr ile yirmi bes gün savasarak ele geçirdi. Hz. Peygamber'in Amil ve muallimi olarak bölgeye gönderdigi Mu'az b. Cebel, Ma'rib'de bulunan Ebu Musa el-Esari'ye iltihak etmis daha sonra Ikisi birlikte Hadramevt'e gitmislerdi (Taberi, III, 229-230). Ibnül-Esir'in ifadesiyle, "Esved'in çikarmis oldugu fitne bir alev gibi, Hadramevt'ten Taif, Bahreyn ve Ahsa'dan Aden'e kadar her yeri kaplamisti" (Ibnül-Esir, II, 338). Hadramevt'te toplanan müslümanlar endiseli bir sekilde beklerken, durumu haber alan Rasûlüllah (s.a.s)'in, Yemen bölgesinde bulunan müslümanlarin tamamina yönelik, Esved'e karsi savasIlmasi emri bölgeye ulasti. Veber b. Yuhannis vasitasiyla gönderilen mektubta; dinin korunmasi, mürtedlere karsi savasIlmasi, Esved el-Ansî'nin açikça savasilarak veya gizli bir tertiple ortadan kaldirIlmasi ve bu emrin Islâm'da sebat eden bölgedeki bütün müslümanlara ulastirIlmasi gibi talimatlar yer almaktaydi (Taberi, III, 231; Ibnül-Esîr, II, 338).

Rasûlüllah (s.a.s)'in emri San'a'daki müslümanlara ulastigi zaman, planlanan bir suikast ile Esved el-Ansî, Firûz adindaki biri tarafindan öldürülmüs ve Kenan bölgesi tekrar Islâm'in hâkimiyetine girmisti. Onun öldürüldügü haberi Medine'ye Rasûlüllah (s.a.s)'in vefat ettigi günün sabahinda ulasmisti (genis bilgi için bk. Taberî, III, 227 vd.).

Peygamber (s.a.s)'in ölüm haberi üzerine, Müseyleme ve Tuleyha, peygamberlik iddiasiyla ortaya çiktilar, Tay ve Esed kabileleri Tuleyha'ya tabi olarak dinden döndüler. Gatafan ise, Uyeyne b. Hisn'in baskanligi altinda isyan etti. Uyeyne: "Esed ve Gatafandan bir peygamber, bize Kureysten olan bir peygamberden daha sevimlidir. Muhammed öldü. Tuleyha ise hayattadir" diyerek, Tuleyha'ya tabi oldu (Ibnül-Esîr, II, 342). Havazinliler ise zekâtlarini ödemeyeceklerini bildirdiler. Her taraftan irtidat haberleri Medine'ye ulastigi zaman Ebu Bekir (r.a), elçiler göndermek suretiyle Islâm'a dönmelerini saglamaya çalisti ve Usame'nin ordusunun dönüsünü bekledi. Ancak, Abslar'la, Zubyanlar'in Medine'ye saldirmalari üzerine bu tehlikeyi yok etmek için faaliyete geçmek zorunda kaldi. Bu arada diger bir takim kabilelerin elçileri Medine'ye gelerek, namazi kilacaklarini, ancak zekât'i ödemeyeceklerini bildirdiler. Ve bu durumun kabul edIlmesini Istediler.

Ebu Bekir (r.a) elçilere; "Zekat olarak vereceginiz hayvanlarin, baglanacaklari ipleri vermediginiz taktirde bile sizinle savasacagim" seklinde sert bir cevap verdi (Taberi, III, 244). Hz. Ebu Bekir (r.a) tarafindan Istekleri reddedilen bu elçi heyeti dönüslerinde, Medine'de bulunan müslümanlarin azligini kabilelerine bildirerek Medine'ye yürümek için onlari heveslendirdiler. Ebu Bekir (r.a) sayilarinin azligini ögrenen mürtedlerin Medine'ye saldirabileceklerini anladigi için bir takim tedbirler aldi. Yakinda olan düsman birliklerinin sehre girisini önlemek için Ali (r.a), Talha (r.a), Zübeyr (r.a) ve Ibn Mes'ud (r.a)'i sehre giren yollara yerlestirdi ve herkesin mescidde toplanmasini Istedi. Nitekim o, düsüncesinde yanIlmamis ve üç gün sonra mürtedler gece vakti harekete geçmislerdi. Ancak yollari bekleyen birlikler onlarla savasarak sehre girmelerini engellediler ve durumu Hz. Ebu Bekir'e bildirdiler. Ebu Bekir (r.a) mesciddekilerle birlikte hemen harekete geçerek onlari geri püskürttü ve Zahusa'ya kadar onlari takip etti. Burada mürted askerlerin uyguladiklari bir yöntemle müslümanlarin develeri ürkmüs ve geri dönmüslerdi. Mürtedler, müslümanlarin korkarak geri döndükleri zannina kapildilar ve Zül-Kassa'da toplananlara haber göndererek kendilerine katIlmalarini bildirdiler. Öte taraftan Ebu Bekir (r.a), geceyi savas hazirligi ile geçirdi ve sabaha yakin, sag kanatta Numan b. Mukarrin, sol kanatta Abdullah b. Mukarrin, ortada Suveyd b. Mukarrin seklinde bir tabya düzeni ile yola çikti. Merkezinde Ebu Bekir (r.a)'in bulundugu ordu yaya olarak (sadece araci birlikte süvariler vardi) hizli bir yürüyüs yapti ve fecirde düsmanin bulundugu yere geldi. Onlar hiçbir seyden habersiz olarak dururken, müslümanlarin ani saldirisi karsisinda çok sayida ölü birakarak kaçmak zorunda kaldilar. Hz. Ebu Bekir, kaçanlari Zül-Kassa'ya kadar takip etti. Numan b. Mukarrin'i bir miktar askerle orada birakarak Medine'ye döndü. Irtidat eden Absogullari ile Zubyanogullari, aldiklari bu yenilginin acisiyla kabileleri içerisindeki müslümanlari öldürmeye ve çevrede bulunan diger müslümanlara saldirmaya basladilar. Bu haber Ebu Bekir (r.a)'a ulastigi zaman o, müthis bir sekilde hiddetlendi ve müslümanlari çesitli sekillerde öldüren mürted kâfirlerin, öldürdükleri müslümanlara karsilik olarak korkunç bir sekilde öldürüleceklerine dair yemin etti (Taberî, III, 246; Ibnül-Esîr, II, 345). Bu olaydan sonra, müslümanlarin moralleri düzeldi ve kabileler içerisinde irtidat eden kimselerin bir bölümü tekrar Islâma dönmeye ve yeniden zekat mallarini Medine'ye göndermeye basladilar. Ibnül-Esir'in kaydina göre de kirk gün sonra Usame b. Zeyd seferden dönerek Medine'ye geldi. Hz. Ebu Bekir onlari sefer yorgunlugunu üzerlerinden atmalari için Medine'de birakti ve tertip ettigi kuvvetlerin basina geçerek, Necd yönünde bulunan Zül-Kassa'ya dogru hareket etti. Bu nazik ortamda Hz. Ebu Bekir (r.a)'in bizzat savasa çikmasini dogru bulmayan bazi kimseler ona müracaat ederek Medine'de kalmasini Istediler. Bu kimseler, eger Halife Ebu Bekir (r.a)'a bir sey olursa, içinde bulunulan kritik durumun müslümanlar için bir felakete dönüsmesinden endise ediyorlardi. Ebu Bekir (r.a); müslümanlari bizzat koruyacagini söyleyerek bu teklifi reddetti (Taberî, III, 247).

Yolda kendisine katilan komutanlarindan Mukarrinoglu Numan, Abdullah ve Suveyd kardeslerle birlikte Rebezelilerin toplandigi Ebrak denilen yere kadar ilerledi ve burada yapilan savasta maglup olan ve komutanlarini kaybeden Abslar ve Benu Bekr'ler dagilarak suratli bir sekilde bölgeden uzaklastilar. Günlerce Ebrak'da kalan Ebu Bekir (r.a), Benu Zübyan'lari maglup etti ve topraklarini ganimet olarak degerlendirerek bu arazileri Benu Zübyan'lar için yasak bölge ilan etti. Onun bu galibiyeti üzerine mürtedlerin çogunlugu tekrar Islâm'a döndü. Ebu Bekir (r.a), itaat altina aldigi bu kimselere karsi Rasûlüllah (s.a.s)'in sünnetine uyarak oldukça yumusak davranmistir. Öte taraftan, dagilan Abs ve Zübyan kuvvetleri peygamberlik iddiasinda bulunan Tuleyha'nin yanina gittiler. Tuleyha, Sumeyra'dan hareket ederek Buzaha'ya yöneldi ve burada karargâh kurdu. Medine'ye dönen Ebu Bekir (r.a) savas hazirliklarina giristi ve orduyu on bir kisma ayirarak her birine bir bayrak verip görev sahalarini belirledi. Buna göre, Halid b. Velid, Buzaha'da bulunan yalanci peygamber Tuleyha ile savasacak, pesinden Butah'da bulunan Malik b. Nuveyre üzerine yürüyecek, Ikrime b. Ebi Cehl Müseyleme ile mücadele edecek, Muhâcir b. Ebî Ümeyye, Esved el-Ansî'nin baglilarina karsi harekete geçecek, pesinden de Kays b. Maksuh ve onu destekleyen diger Yemenliler'e karsi, Ebnalar'a yardim edecek ve sonra Kindelileri te'dip için Hadramut'a yönelecek. Halid b. Said, Suriye taraflarina; Amr b. el-As, Kuzâ'aya karsi yürüyecek; Huzeyfe b. Mihsan, Deba halkiyla savasacak; Arfece b. Herseme, Mehre kabilesiyle; Tureyfe b. Haciz, Benî Süleym'i ve onlarla birlikte hareket eden Havazinliler'i itaat altina alacak; Süveyd b. Mukarrin, Yemen'in Tihame bölgesine; Alâ b. el-Hadramî, Bahreyn'e gidecekti. Halife, Surahbil b. Hasane'yi de, Ikrime b. Ebî Cehl'in arkasindan göndererek, Ikrime'nin Yemen'den ayrilip Kuzâ'alilar üzerine yöneldigi zaman ona iltihak etmekle görevlendirdi (Taberî, III, 248-249).

Ebu Bekir (r.a), orduyu Zül-Kassa'da taksim etti ve görevlendirdigi komutanlar birliklerini alarak görev bölgelerine dogru harekete geçtiler. Hz. Ebu Bekir irtidat eden kabilelere elçilerle, ordularin önünden mektuplar göndererek onlari Islâm'a dönmeye davet ediyor ve tavirlarinin doguracagi sonuçlar hakkinda onlari uyariyordu (Bu belgenin tam metni için bk. Taberi, Tarih, III, 249-251). Öte tarafta, mürtedlere karsi gönderdigi komutanlara da, düsmanla karsilasildigi zaman nasil hareket etmeleri gerektigi konusunda talimatlar verdi. Bu talimatlar; Allah'dan korkmalari, Allah'in emri disina çikanlarla savasmada gayretli olmalari; savastan önce düsmanin Islâm'a davet edIlmesi; karsi tarafa fayda ve zararlarina olan herseyin açikça izah edIlmesi; emirlere uyanlarin açikladiklari sözlerinin kabul edilerek iyi muamelede bulunulmasi; ganimetin ser'i kurallara göre taksimi ve müslümanlara her hal ve durumda iyi davranIlmasi gibi maddeleri içeriyordu.

Halid b. Velid'in Tuleyha meselesini Çözümlemesi

Tuleyha, Beni Esed b. Huzeyme'ye mensup olup, Rasûlüllah (s.a.s)'in son zamanlarinda peygamberlik iddiasinda bulunmustu. O, bagli bulundugu Esedogullarina kendisine Cebrail'in geldigini söyleyerek bazi tuhaf seyler uyduruyor ve onlardan kendisine tabi olmalarini istiyordu. Kendisine tabi olanlara namaz kilarken secde etmeyi yasakliyor ve Allah'in buna ihtiyaci olmadigini ve, O'nu ayakta zikretmelerini emrediyordu. Ibnül-Esir; "Kabilecilik taassubundan dolayi çok sayida Arap ona tabi oldu" demektedir (Ibnül-Esir, a.g.e., II, 344). Bu yüzden ona bagli olanlarin çogu Esed, Gatafan ve Tay kabilelerine mensuptular. Fezare ve Gatafanlilar Taybe'nin güneyinde toplanmis,

Tay kabilesi ise kendi topraklarinin sinirda beklemekte idiler. Tuleyha'nin mensup bulundugu Esed ogullari ise Sumeyra'da toplanmisti. Abs, Sa'lebe ve Mürreliler ise Rebeze dolaylarinda, Ebrek'de beklemekteydiler. Onlarin bir kismi burada kalmis, diger bir kismi da Zül-Kassa'ya giderek Medine'yi tehdit etmislerdi. Bizzat halifenin basinda bulundugu kuvvetler tarafindan, önce Zül-Kassa'da sonra da Abrek'de yenilgiye ugrayan grup Sumeyra'dan ayrilip, Gatafan ve diger kabilelerle birleserek Tay kabilesi arasinda bir su kenari olan Buzaha'da karargah kuran Tuleyha'ya iltihak etti. Bu olay üzerine Tuleyha Tay kabilesinin Cedile ve Gavs boylarina adam göndererek kendisine iltihak etmelerini emretti. Onlarin bir bölümü acele olarak onun yanina hareket ettiler; arkada kalanlara da gelmelerini söylediler.

Ebu Bekir (r.a), Halid b. Velid'e Ilk önce Eknaf'da bulunan Taylilarin üzerine yürümesi, pesinden Buzaha'da toplananlarla savasmasi, sonra da Butah'a yönelmesi talimatini verdi. Halid'den önce, Adiy b. Hatem et-Taî Medine'den kabilesinin yanina giderek onlari üzerlerine gelen orduyla korkuttu ve Halife'ye itaate çagirdi. Onlar, bu çagriya uyarak, Adiy'den kendileri için Halid'den eman almasini ve kendilerine mühlet vermesini Istediler. Onlar, Buzaha'da bulunan kabilenin diger mensuplarini, Tuleyha'nin öldürmesinden korkuyorlardi. Adiy, durumu Halid'e bildirdi. O da onlara zaman tanidi. Taylilar, Tuleyha'nin yaninda bulunan akrabalarina haber gönderdiler. Onlar da oradan ayrilarak Halid'le birlestiler. Daha sonra Adiy'in tesebbüsü ile Cedileliler de Islâm'a dönüp Halid'e iltihak ettiler. Tay ve Cedilelilerden bin besyüz kisinin iltihakiyla daha da güslenen Halid, Buzaha'ya Tuleyha'nin üzerine yürüdü. Benu Amirliler etraftan, hangi tarafin galip gelecegini gözetlemekte idiler. Halid b. Velid Tuleyha ile savasa tutustu. Tuleyha'nin yaninda Uyeyne b. Hisn komutasinda yedi yüz kisilik Fezareli asker bulunmaktaydi. Savasin siddetlendigi bir sirada Uyeyne bir kaç defa Tuleyha'nin yanina gidip kendisine Cebrail'in savasin sonucu hakkinda haber verip vermedigini sordu. Tuleyha sonunda ona; "Evet geldi ve bana; "bir gün düsmanlarinla karsilasacaksin. Baslangiçta aleyhinde de olsa sonunda savasi kazanacaksin. Degirmen gibi Insan ögüten kanli bir savas... Ve Iste unutamayacagin bir söz" diye haber getirdi" dedi. Uyeyne ona; "unutamayacagin bir sözmüs..." dedi ve askerlerine; "Ey Fezareliler! Bu adam bir yalancidir. Savasi birakip geri dönün" emrini verdiginde adamlari ona uydu. Savasi kaybeden Tuleyha, atina binerek Suriye'ye kaçti. Sonra da Kelb kabilesinin yanina gitti. Esed ogullari ve Gatafanlilarin tekrar Islâm'a döndügünü duydugu zaman o da iman etti. Hz. Ebu Bekir (r.a) vefat edinceye kadar, Kelblilerin arasinda yasamaya devam eden Tuleyha ancak onun vefatindan sonra Medine'ye gitmis ve Ömer (r.a)'a bey'at etmisti. Tuleyha Hz. Ömer döneminde vukubulan Kadisiye ve daha sonraki savaslarda akil almaz kahramanliklar göstermis ve bu sefer gerçekten iman ettigi Islâm için hayatini sürekli tehlikelere atarak hizmet etmekten geri kalmamistir.


Benü Âmir, Havazin ve Suleymlilerin Irtidadi


Benü Âmirler, Tuleyha'nin komutasinda savasan Esed ve Gatafanlilarin durumunu gözetliyorlar ve tereddüt içinde bulunuyorlardi. Tuleyha maglup oldugu zaman, Kurre b. Hubeyre, Ka'b ogullarinin; Alkame b. Ulase ise, Kilabogullarinin basina geçerek kendilerine katilan diger kimselerle Ka'bogullari arazisine gelerek kamp kurmustu. Alkame, Rasûlüllah (s.a.s) zamaninda müslüman olmus, pesinden irtidat ederek Suriye'ye kaçmisti. Onlarin irtidat haberi ve hazirliklari Ebu Bekir (r.a)'a ulastigi zaman Ka'ka b. Amr'i bir birlikle üzerlerine gönderdi. Ka'ka', Alkame'nin bulundugu yere geldigi zaman, o kaçmayi tercih etti ve pesinden takip edenlerden kurtulmayi basardi. Ka'ka' ise, onun esini, çocuklarini ve orada bulunan diger kimseleri yakalayarak Medine'ye döndü. Onlar, Alkame'ye yardim etmediklerini, dolayisiyla irtidatla suçlanamayacaklarini ileri sürdüler. Ebu Bekir onlari serbest birakti. Alkame de Medine'ye gelerek Islâm'a girdigini açikladi (Taberî, III, 261-262).

Benü Âmirler ise Tuleyha'nin Buzaha bozgununu gördükleri vakit, birbirlerine; "Döndügümüz dine girelim. Allah'a ve Rasûlüne iman edelim" dediler. Onlar Halid b. Velid'e giderek ona zekat vermek de dahil Islâm'in her rüknüne uyacaklarina dair bey'at ettiler. Ancak Halid, Esed, Gatafan, Tay, Suleym ve Âmirlerden, irtidat durumunda iken müslümanlari yakarak öldüren, onlara müsle yapan ve Islâm'a düsmanlikta bulunan kimselerin teslim edIlmesinden önce bu kabilelere eman vermedi. Onlar Halid'in bu Istedigini yerine getirip bu suçlari isleyenleri ona teslim ettiler. O da müslümanlara karsi isledikleri cinayetlerin benzerlerini onlara tatbik ederek cezalandirdi (Ibnül-Esîr, II, 350).

Hz. Ömer'in Halife Tayin Edilmesi
HZ. ÖMER'IN HALIFE TAYIN EDILMESI

Hz. Ömer (r.a.)'in hilafete gelmesinde, Islam cemiyetinde yeni bir tayin veya seçim tarzi görüyoruz. Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in halifeligi olayinda, ortada birkaç aday vardi ve sonunda Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçildi. Bu bir nevi seçim idi. Hz. Ömer (r.a.) için ise tayin mevzubahistir. Kesin olarak tayin edilmistir ve iktidara nasil geldiginin detaylarim biraz sonra belirtecegiz.

Ilk müslümanlarin ne kadar büyük insanlar olduklarina dair bir hadis-i serif vardir. Hasta olarak yatan ve ölecegini bilen Hz. Ebu Bekir (r.a.), katibini çagirir, bu katip de Hz. Osman (r.a.)'dir. Hz.Ebu Bekir (r.a.), Hz. Osman (r.a.)'a «Benim söyleyeceklerimi yaz» diyor ve baslamak için besmele, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e salavatlar yazdirmaya basliyor. Devam ediyor: «Allah'in kulu olan Ebu Bekir bu dünyadaki son dakikada ve diger dünyaya intikal edecegi ilk dakikada sizden, asagidaki hususlari istiyor». Bu dünyadaki son dakika ile diger dünyaya intikal olan ilk dakika, öyle bir andir ki kafirler bile inanir, en kötü insan bile tevbe eder.» Hz. Ebu Bekir (r.a.), bu ifadelerle bu anda yalan söyleyemeyecegini ifade etmek istiyor. Ondan sonra yazdirmaya devamla, «Ben sizin su sahsa biat etmenizi istiyorum...» diyor ve sahsin ismini söyleyemeden bayiliyor. Hz. Ebu Bekir (r.a.) bayildigi için, Hz. Osman (r. a.) cümleyi tamamlayamiyor. Sonra Hz. Osman (r.a.) cümleyi kendiliginden tamamliyor ve bos birakilan yere «Ömer» adini yaziyor. Birkaç dakika sonra Hz. Ebu Bekir (r.a.) ayiliyor. Muhtemelen Hz; Osman (r.a.), Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in vefat ettigini sanmisti. Hz. Osman devlet sekreteri oldugu için halifenin vasiyetnamesini tamamlamis ve onu mühürleyip, halka göstermeyi amaçlamisti. Ve burada Hz. Osman (r.a.)'in karakterinin büyüklügünü görüyoruz. Çünkü o kendi adim yazabilirdi. Fakat Hz. Osman (r.a.), baskasinin adim yani Hz. Ömer (r.a.)'in adini yazmistir.

Hz. Ebu Bekir (r.a.), uyaninca Hz. Osman (r.a.)'a ne yazdigim sorar. Hz. Osman (r.a.) cümleyi okur:

«Ben ölürsem, Hz. Ömer (r.a.)'e biat edin.» Hz. Ebu . Bekir bundan çok mütehassis olur ve Hz. Osman (r.a.)'a, «Sen halifenin bütün sartlarim haizsin, kendi adini yazabilirdin, fakat Ömer'in adim yazdin, Allah senden razi olsun» der. Sonra Hz. Ebu Bekir (r.a.) vasiyetnameyi tamamlar ve Hz. Osman (r.a.)'a bunu hilafet mührü ile mühürlemesini söyler, vasiyetname, mühürlenir ve kapatilir.

Bundan sonra emniyet müdürünü çagirirlar. Emniyet müdürü geldiginde, Hz. Ebu Bekir (r.a.) ona söyle der: «Bu zarfi al, disari çik ve müslümanlari çagirarak onlara de ki, bu kapali zarfla, Ebu Bekir'in vasiyetnamesi ve O'nun yerine geçecek olan halifenin adi yazilidir. Bu adi yazili olan halifeye biat edin» Filhakika, bu kagitta kimin adinin yazili oldugunu emniyet müdürü dahi bilmiyordu. Bunu sadece Halifenin sekreteri olan Hz.Osman (r.a.) biliyordu. Ve bu böyle oldu. Yani emniyet müdürü, Halifenin vasiyetim söyleyince, bütün müslümanlar, seçilen fakat ismi bilinmeyen Halifeye biat ettiler. Çünkü onu Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçmisti. Ve o müslümanlar dediler ki: «Madem ki bunu Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçti, o kim olursa olsun, o bizim halifemiz olacaktir».

Hz. Ömer dönemi--KUDÜS'ÜN FETHI:
KUDÜS'ÜN FETHI:

KUDÜS KIMLERE AGLIYOR



Muaz b. Cebel r.a. rivayet ediyor: Allah Rasulü s.a.v. söyle buyurdu:

“Ey Muaz, Allah benden sonra Aris’ten Firat’a kadar Sam bölgesini size nasib edecek. Oranin erkekleri, kadinlari ve dullari kiyamete kadar sinir bekçisidirler (murabit). Herhangi biriniz Sam sahillerinden birini yahut Beyt-i Makdis’i (Kudüs) seçerse kiyamete dek cihad halindedir.”

EY KILIÇTAN DAHA ZALIM MERHAMET!

Hicretin 14. yili. Yani miladî 636. Peygamber Efendimiz s.a.v.’in dünyasini degistirmesinin üstünden koskoca dört yil geçmis. Hz. Ebu Bekir r.a.’in vefatindan sonra ise iki yil... Hz. Ömer r.a. hilafete geleli de henüz iki yil olmus. Islâm ordulari, Suriye, Irak, Filistin ve Misir cephesinde Hz. Muaviye’nin abisi Yezid b. Ebu Süfyan, asere-i mübessereden Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Allah’in kilici Halid b. Velid r.a. komutasinda zaferden zafere kosuyor. Hilafet merkezi nurlu Medine’ye neredeyse her gün yeni bir zafer ve fetih haberi ulasiyor. Fethedilen topraklarda halk Islâm kahramanlarini birer kurtarici olarak karsiliyor. Çünkü yillardir Bizansli valilerin doymak bilmez istahlarini doyurmaga çalismaktan bezmis, günden güne artan ve her gün bir yenisi yürürlüge konan vergilerden yilmis, bin türlü yokluk ve yoksulluk içinde ugradigi haksizliklarin, zulümlerin sona ermesini beklemektedir. Ve beklenen ilâhi yardim gelmistir. Halk, isterse gelenlerin dinine giriyor ve derhal onlarla esit haklara sahip oluyor. Isterse kendi dininde kaliyor. Fatihler, halka insan muamelesi yapiyorlar. Asla zulmetmiyor, ezmiyor, zerre kadar haksizlik yapmiyorlar. Canlari, mallari, haysiyetleri, seref ve namuslari güvence altina aliniyor. Her sey kurallara bagli. Hiçbir sey rastgele degil. Yillar sonra bir hiristiyan rahip-bilim adami bu durumu söyle degerlendirecektir: “Ey kiliçtan daha zalim merhamet!..” Rahip, kendi bakis açisindan haklidir. Gerçekten müslümanlarin adaleti, sefkat ve merhameti, fethedilen topraklardaki ahalinin Islâm’a girmesi gibi bir tabii sonuç vermistir. Rahip, Islâm’in merhametine hayiflanmasin da ne yapsin?!

KUDÜS YOLUNDA IKI GARIP YOLCU

Iki yolcu... Sadece bir binitleri var. Binite sirayla binmek üzere anlasmislar. Bir beriki binecek, bir öteki. Hayvanin hakkini da unutmamislar. Nöbetlese bindikten sonra hayvani bir binis süresi bos yürütecekler. Çünkü onun da dinlenmeye hakki var. Allah’in selami her birinin üzerine olsun, Ibrahim, Ismail, Ishak, Yakup ve Yusuf... Davud, Süleyman, Musa, Harun, Isa ve elbette Muhammed Mustafa... ve kim bilir adini bildigimiz, bilmedigimiz daha nice peygamberin gelip geçtigi, hatta defnedildigi Filistin topraklarinda Ilya’ya, yani Kudüs’e dogru ilerliyorlar.

Konusmalardan anlasildigi kadariyla bu iki yolcudan biri efendi, digeri köle... Fakat efendinin efendiligi, ona kölenin insanligini, hayvanin hakkini unutturmuyor. Nihayet sehre hakim yüksek bir tepeye ulasiyorlar. Efendi binekte, köle yürüyor. Efendi, nöbet sirasinin bittigini belirtmek için tekbir getiriyor. Tepe, hemen o gün, orada el-Cebelü’l-Mükebber (Tekbir Dagi) adini aliyor ve hâlâ bu adla anilmakta. Binme sirasi kölede... Itiraz ediyor. “Efendim...” diyor, “ne sen in, ne de ben bineyim. Bir sehre girmek üzereyiz. Orada besili, egerli atlar, altinla süslenmis arabalar var. Sehre ben binekte, sense benim bindigim hayvanin yularini tutmus vaziyette girecek olursak bizi alaya alir, küçümserler. Bu da zaferimize gölge düsürür.” Efendi israrli. “Ama sira senin...” diyor; “sira benim olsaydi inmezdim. Sira seninse senindir. Ben inmeliyim, sen binmelisin.” Köle çaresiz... Hayvana biniyor. Efendisi hayvanin yularindan tutuyor. Sehre böyle giriyorlar.

ZULMÜN HAKIMIYETI BIR ANDIR, ADALETINKI KIYAMETE KADAR

Hiristiyan halk, sehirlerini teslim almaya gelen devlet baskanini karsilamak üzere Sam Kapisi’nda toplanmis. Baslarinda Patrik Sophronius... Halk, köleyi hayvanin üstünde görünce saygilarini sunmak üzere önünde secdeye kapaniyor. Köle, elindeki asa ile onlara dürtüyor “Yaziklar olsun size...” diye haykiriyor, “kaldirin basinizi. Allah’tan baskasina secde edilmez.” Ve halka haber veriyor ki, kendisi köledir, devlet baskani yulari tutan kimsedir... Patrik Sophronius bir köseye çekilip aglamaya basliyor. Misafir devlet baskani üzülüyor. Gönlünü almak, teselli etmek için patrigin yanina gidiyor. “Üzülme. Degmez. Dünya böyledir. Bir güldürür, bir aglatir.” diyor. Sophronius “Saltanati kaybettigim için mi agladigimi zannediyorsun? Tanri’ya and olsun ki bunun için aglamiyorum. Sirf sizin hakimiyetinizin sonsuza dek kesintisiz devam edecegini anladigim için agliyorum. Zira zulmün hakimiyeti bir andir. Adaletin hakimiyeti ise kiyamete kadardir. Ben sizi fethedip geçen, sonra yillar içinde kaybolup giden bir yönetim zannetmistim.” diye cevap veriyor. Burada kendisinden efendi olarak söz edilen sahis, müminlerin emiri, müslümanlarin ikinci halifesi Hz. Ömer r.a.’dan baskasi degildir.

Ebu Ubeyde b. el-Cerrah r.a. komutasindaki Islâm ordulari Kudüs’ü kusatmis, sehrin düsecegini anlayan patrik bir sartla teslim olabileceklerini belirtmisti. Islâm ordularinin daha önce fethettikleri yerlerdeki halka verdigi eman üzere teslim olacaklardi. Fakat bu islemi bizzat emirleriyle gerçeklestirmek istiyorlardi. Ebu Ubeyde r.a., “Emir benim. Buyurun sartlari görüselim.” demisti. Sophronius “Hayir ordu komutanina degil, sehri bizzat devlet baskaniniza teslim edebilirim.” diye israr etmisti. Bunu haber alan Hz. Ömer r.a., Medine’de yerine Hz. Ali r.a.’i vekil birakip yola çikmisti. Iste simdi Kudüs’teydi.

Hz. Ömer r.a., patrigi teselli ettikten sonra “Ey Ilyalilar, lehimize olan lehinize, aleyhimize olan aleyhinizedir...” diye baslayan bir konusma yapti. Sonra Sophronius, Hz. Ömer r.a.’i Kiyame Kilisesi’ne davet etti. Kiliseyi gezerlerken namaz vakti girdi. Hz. Ömer r.a., patrige “nerede namaz kilayim?” diye sordu. Rahip, “oldugun yerde.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer r.a.: “Ömer, Kiyame Kilisesi’nde namaz kilmaz. Sonra pesimden gelecek müslümanlar, Ömer namaz kildi diyerek burada mescit insa ederler.” diye karsi çikti. Bir tas atimi uzaklasti ve abasini yere sererek namaz kildi. Hakikaten daha sonra müslümanlar onun namaz kildigi yere bir mescid insa ettiler. Bu mescid o günden beri hâlâ ayaktadir ve Mescid-i Ömer adiyla anilmaktadir.

Hz. Ömer r.a. namazini kildiktan sonra Patrik Sophronius’tan kendisine Mescid-i Aksa’nin yerini göstermesini istedi. Mescid’in çöplük haline getirildigini gören Hz. Ömer r.a., abasini yere serip çöpleri doldurmaya ve götürüp uzaklara dökmeye basladi. Bunu gören müslümanlar da onun gibi yaparak mescidin yerini temizleyip üzerine bir mescit insa ettiler.

Bu olayi tarihçilerimiz (Taberî, Yakubî, Belazurî, Ibnü’l-Esir) yaklasik böyle anlatirlar. Ama biz 1948 Arap-Israil Savasi komutanlarindan, Askeri Komiser Abdullah et-Tell’in Kudüs’te bir Hiristiyan mabedinde buldugu eski ve önemli bir Yunanca tarihi yazmadan aktarmayi tercih ettik.

KIM MEDENI, KIM VAHSI?

Iste Kudüs müslümanlar tarafindan böyle teslim alinmisti. Hz. Ömer r.a. zamaninda henüz konvansiyonel silahlar kesfedilmemisti, kitalararasi füzeler yoktu. Tanklar, toplar gürlemiyor, büyük küçük bombalar patlatilamiyordu. Ama müslümanlar isteselerdi manciniklarini kurarak sehri bombardimana tutabilirlerdi. Arradelerini isletebilirler, kapilari bombalarla degilse bile kebs denilen koç basliklariyla paramparça edebilirlerdi. Cinayet islemek veya katliam yapmak için 21. yüzyilin gelismis silahlarina ihtiyaç yoktu. Pekala o günün silahlariyla ve imkanlariyla da toplu katliamlar, cinayetler islenebilirdi. Nitekim dünyanin baska yerlerinde isleniyordu. Fakat müslümanlar, bugün evlerimize ve odalarimiza her biri bir hüzün bombasi gibi düsüveren televizyon görüntülerini yasatmadilar o günün Kudüslülerine. Çünkü onlar ne haçli sürüsüydüler, ne de yahudi kasaplar...

Evet... Yahudilerden önce de haçlilar gelmislerdi. Papanin tesvikiyle yola çikan 600 bin kisilik ilk haçli ordusu 1099 yilinin Temmuz ayinda Kudüs’e girdiginde komutanlari Goldfrei de Buillon, Kiyame Kilisesi’ne gitmek için sehri savunan 70 bin müslümanin cesedini çigneyerek ve kan deryasina gömülerek geçmek zorundaydi.

Ikinci Haçli Seferi, ordunun Kudüs’e varamadan Sam’dan geri dönmesiyle sonuçlandi. Bu arada Suriye ve Misir topraklarinda meshur Eyyubî Devleti kurulmustu. Devletin azimli sultani Selahaddin Eyyubî’nin odasindaki mum geceler boyunca sönmedi, hep yandi durdu. Bir gün veziri bütün cesaretini toplayarak bunun sebebini sordu. Selahaddin Eyyubî dedi ki “Allah Rasulü’nün s.a.v. miraca çiktigi, yillarca müslümanlara kiblegâh olmus, üçüncü harem düsmanin elinde iken bana uyumak yarasir mi hiç?”

Selahaddin uyumadi. Adim adim ilerleyerek sonunda Kudüs kapilarina dayandi. Fakat bu mukaddes sehre kan dökerek girmek istemiyordu. Sehir halkina “Sizin gibi ben de kesin olarak inaniyorum ki, Kudüs Allah’in mukaddes beytidir. Bu beytullaha saldirarak hürmetini ihlal etmek istemiyorum.” diye haber saldi. Teslim sartlarini da sunmustu. Fakat sehrin azililari direnme karari aldilar. Müslümanlar, bir haftalik siki bir kusatmayla sehre girdiler. Fakat kan deryasinda yüzerek degil... Selahaddin Eyyubî, hiristiyanlara sehri terk edebilmek için kirk günlük bir süre tanimisti.

Tarihle biraz olsun ilgilenen herkes, dünya tarihinde yahudilere ve hiristiyanlara insan onuruna yakisir biçimde muamelede bulunanlarin sadece müslümanlar oldugunu bilir. Zaten, Sevgili Peygamberimiz s.a.v., “zimmiye eziyet veren bana eziyet vermistir.” buyurarak Islâm tebasina giren gayri müslime insanca muamele yapilmasini emir buyurmusken, nasil baska türlü davranilabilirdi ki?..

BITMEYEN SAVAS: HAÇLI SEFERLERI

Bati dünyasi Kudüs’ün yeniden müslümanlara yar olmasina çok sinirlenmisti. Hiristiyanlar, Alman Imparatoru I. Frederick, Fransiz Krali Philiph August ve Ingiltere Krali Richard komutasinda yeni bir haçli seferi düzenlediler. Bu sefer de basarisiz oldu. Fakat yilmadilar. Dördüncü, besinci, altinci... derken dokuzuncu haçli seferini düzenlediler. Dokuzuncu Haçli Seferi, resmi haçli seferlerinin sonuncusu idi güya. Ama herkes biliyor ki, yeni bir haçli seferi her Batilinin içinde bir ukdedir. Siyasi mahfilleri, “spor baris ve kardesliktir” sloganina ragmen spor karsilasmalari dahil, her alanda firsat buldukça maskeli bir haçli seferini yürütmeye her an hazirdir. Haçli savaslari, sömürge savaslari, siyonizm, eski sömürgecilik, yeni sömürgecilik, askeri sömürgecilik, iktisadi ve kültürel sömürgecilik, vs. vs... Hepsi aslinda ayni bütünün parçalaridir. O bütünün adi ise, küfrün Islâm’a karsi birlikteligidir.

13. yüzyilin sonunda bu mukaddes diyar, güçlü bir koruyucuya, yani Osmanli’ya kavusmustur. 13. yüzyildan 19. yüzyilin ortalarina kadar Kudüs huzur dolu bir hayat yasadi. Çünkü Osmanli, savasi Kudüs önlerinden Avrupa içlerine tasimisti. Birakin Filistin’i, Suriye’yi, Anadolu’yu, Trakya’yi; hiristiyanlarin Balkanlari bile geçmeye mecali yoktu artik. Ancak Viyana önlerinde savunma savasi veriyorlardi.

KOVULMUS BIR MILLETE AÇILAN SEFKAT KOLLARI

Bu sirada yahudiler Avrupa’da yüzyillarca var olma mücadelesi verdiler. 1290’da Ingiliz Krali I. Edward, Ingiliz topraklarindaki yahudilere sürgün cezasi vermisti. 1306’da Fransiz Krali Philip de Bell yahudilere ayni cezayi uygun görmüstü. 1498’de XII. Louis, yahudileri Fransiz topraklarindan sürülmekle Hiristiyanliga girmek arasinda serbest birakmisti. Almanya, Rusya ve öteki Avrupa ülkelerinde de yahudiler, daima istismar edilmis, asagilanmis, insanca muameleye hasret bir hayat sürmüslerdi. Yahudiler, siyasi ve dinî haklarini, olusumuna katkida bulunduklari 1789 Fransiz Ihtilali’nden yillar sonra ancak 1874’de elde edebilmislerdi.

Bu birkaç örnekten de rahatça anlasilabilecegi gibi, Orta çagda ve Modern çagda yahudiler Avrupa’da ezilirken, Islâm topraklarindan baska siginak bulamamislardi. Yahudileri, Engizisyon mahkemelerinde cayir cayir yakilmaktan Kemal Reis komutasindaki Osmanli donanmasi kurtarmis ve dönemin sultani II. Bayezid daha 1493’te yahudilere insanca muamele edilmesini emreden bir ferman yayinlamisti. Bu ferman sayesinde onlar, kisa vadede ülkenin bütün ticari ve iktisadi hayatina hakim olmuslardi. Sultan Bayezid, yahudilere su ilâhi emir çerçevesinde Ehl-i Kitap muamelesi yapiyordu: “Allah, sizinle din ugrunda savasmayan ve sizi yurtlarinizdan çikarmayanlara iyilik yapmanizi ve onlara adil davranmanizi yasaklamaz.” (Mümtahine, 8)

Fakat daha sonralari Osmanli yöneticileri, yahudilerin Islâm topraklari üzerinde milli devlet kurmaya tesebbüs ettiklerini anlayinca tavirlarini degistirmislerdir. Mesela, yahudilerin 1876’da zirai alan olusturma bahanesi altinda Filistin’den arazi satin alma girisimi ve 1882’de Filistin’e yapilmasi plânlanan yahudi göçü, Osmanli yönetimi tarafindan engellenmistir. 1876-1888 yillari arasinda Kudüs mutasarrifligi yapan Rauf Pasa, Filistin topraklarina gayri kanuni yollardan yerlesen yahudileri tespit edip attirmistir. Devlet iç ve dis meselelerle bogusurken bile denetimi ihmal etmemistir. 1882’de Babiali, Kudüs mutasarrifindan Rus, Romen ve Bulgar pasaportu tasiyan Yahudilerin sehre girisini engellemesini istiyordu. Hatta 1888’de yahudilerin baska bir ülkenin vatandasiymis gibi bölgeye sizmasini önlemek için Filistin’i ziyaret etmek isteyen turistlerin üzerlerinde dini kimliklerini belirten bir sefer izni bulundurmasini sart kosmustu. Ne zaman ki Osmanli bölgeden çekildi, sömürgeci Ingiliz ve Fransiz yönetimi bölgeye hakim oldu...

Iste Filistin ve Kudüs o gün kaybetti. Ve o günden beri ariyor Kudüs. Kiliçtan keskin müslüman merhametini ariyor..

KUDÜS NOTLARI...

Kudüs’ün ve Mescid-i Aksa’nin Islâm dini nazarindaki yeri ve önemi büyüktür. Her seyden önce Mescid-i Aksa müslümanlarin ilk kiblesidir. Peygamber Efendimiz s.a.v. ve müslümanlar, kible Kâbe’ye döndürülünceye kadar yillarca Mescid-i Aksa’ya yönelerek namaz kilmislardir. Peygamber Efendimiz s.a.v. sadece üç mescid için yolculuk sikintisina katlanilabilecegini belirtmistir. Bunlardan ilki Mekke’de, ortasinda Kabe’nin yer aldigi Mescid-i Haram, ikincisi Medine’deki Mescid-i Nebevî ve üçüncüsü Mescid-i Aksa’dir. Ve yine Peygamber Efendimiz s.a.v. Mescid-i Aksa’da kilinan bir namazin baska bir mescidde kilinacak namazdan bin, Mescid-i Nebevî’de kilinan bir namazin Mescid-i Aksa’da kilinandan bin, Mescid-i Haram’da kilinan bir namazin da Mescid-i Nebevî’de kilinandan bin kat daha sevap oldugunu haber vermislerdir. Mescid-i Aksa, Peygamberimizin s.a.v. Mirac yolculugundaki ilk duragi olmasi bakimindan da ayrica önemlidir.

SULTAN ABDÜLHAMID VE YAHUDI HERZL

Osmanli Devleti’nin bütün dis borçlarini kapatmaya karsilik, kendisinden Yahudilere Filistin’de azicik toprak vermesini isteyen Theodor Herzl baskanligindaki heyete, Sultan II. Abdülhamid’in verdigi cevap altin suyu ile yazilip çerçeveletilecek türdendir:

“Bu konuda sakin bir adim daha atmayin. Ülkemin bir çakil tasini bile satamam. Çünkü o benim degil, halkimindir. Bu devlet onu kani pahasina aldi, kani pahasina yasatti. Birilerinin gasbetmesine izin vermeksizin kanimiz pahasina da koruruz. Iki tabur askerimiz Suriye ve Filistin’de savasti. Askerlerimiz Plevne’de bir bir sehit edildi. Çünkü teslim olmaktansa savas meydaninda ölmeyi tercih ettiler. Osmanli Devleti benim degil, milletindir. Hiçbir parçasini veremem. Yahudiler milyonlarini saklasinlar. Devlet parçalanirsa, Filistin’i karsiliksiz da alabilirler. Su kadar var ki, bu devlet cesetlerimiz çignenmeden parçalanamaz. Ne için olursa olsun, biz ölmeden kimse bizi birbirimizden ayiramaz.”

HZ. ÖMER'IN KUDÜS HAKKINDA VERDIGI EMANNAME

Bismillahirrahmanirrahim. Bu, Allah’in kulu, Müminlerin Emiri Ömer b. el-Hattab’in Ilya (Kudüs) halkina verdigi emandir. Bu emani, canlarina, mallarina, kilise ve mabetlerine, hastalarina, sagliklilarina ve sair halka vermistir. Kiliseleri müslümanlarca kullanilmayacak ve yikilmayacaktir. Kiliseden ve arsasindan, hiristiyanlarin haçindan ve mallarindan hiçbir sey eksiltilmeyecektir. Din degistirmeleri için baski yapilmayacak, hiçbiri bu ugurda zorlanmayacaktir. Ilya’da onlarla birlikte hiçbir yahudi oturmayacaktir. Ilya halki Medain halki gibi cizye verecektir. Buradan ayrilarak Rum’a (Bizans) ve Lusut’a (Lusus) gitmekte serbesttirler. Ayrilan kimsenin cani ve mali gidecegi yere varincaya kadar güvendedir. Sehirde kalanlar da güvendedirler. Ilya halkindan mabetlerini ve haçlarini birakip mallariyla birlikte Rum’a gitmek isteyenlerin canlari, mallari ve haçlari gidecekleri yere varincaya kadar güvencededir. Falan savastan önce, orada oturan herhangi bir kimse de, dilerse Ilya halki gibi cizye vermek sartiyla orada kalabilir, dilerse Rum’a da gidebilir. Allah’in ahdi ve Rasulü’nün, halifelerin ve müminlerin zimmeti, üzerlerine düsen cizyeyi verdikleri sürece burada yazildigi sekildedir.

Halid b. Velid, Amr b. el-As, Abdurrahman b. Avf ve Muaviye b. Ebû Süfyan buna sahittir. Hicri 15. yilda kaleme alinmistir.

(Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-Mülûk)

Hz. Ömer (r.a.)'in Askerî Siyaseti
Hz. Ömer (r.a.)'in Askerî Siyaseti

Hz. Ömer (r.a.)’in devlet baskanligi ve bu devlet baskanligi sirasinda gerek Müslüman, gerekse gayri müslim olan reayasina uyguladigi adalet, tarihin örnek sahifelerinden birini teskil etmistir.

Bu küçük yazimizda, onun mümtaz kisiliginden, Islâm’i uygulamasindaki tavizsiz siyâsetinden ve de bütün hayati boyunca Allah için göstermis oldugu cesaret ve fedâkârliktan sözetmiyecegiz. Bu hususlar basli basina birer kitap olacak niteliktedir.

Bütün insanlarin bas düsmani olan seytan, sadece taviz vermeyen Müslümana yaklasamaz ve ondan çekinir. Seytanin, bu tavizsiz Müslümanlardan Hz. Ömer'e karsi olan tutumunu, Resulullah (s.a.s.). söyle anlatiyor:

"Gökte Ömer'e saygi duymayan bir melek ve yerde ondan korkmayan bir seytan yoktur" (1).

Hz. Ebu Bekir (r.a.), ölmeden önce, onu yerine Halife, yâni Devlet Baskani olarak seçti.

Hz. Ömer (r.a.), Islâm'in Devlet Baskani olunca, devletinin, gerek iç, gerekse dis siyasetinde, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ve Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in izini takibetti. Askerî cihadi, yani îslâm'in savasla olan tebligini de, onlarin biraktigi yerden devam ettirdi.

Bilindigi gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.), daha Islâmî tebligin Mekke dönemindeyken, Müslümanlara su hedefi gösteriyordu:

"Lâ ilâhe illallah deyin, Iran ve Bizans'in saraylari sizin olacak!" (2). Yani, Allah disindaki güçlere, iktidarlara karsi çikarak Islâm'i kabul edin, insanligi sömürmekte olan Iran ve Bizans devletleri yikilacaktir!...

Hz. Peygamber (s.a.s.)., Islâmî tebligin Medine döneminde, bu iki süper devletten Bizans'in sinirlarini zorlamis, Tebuk seferiyle (3), Islâm Devletinin sinirlarini bugünkü Ürdün topraklarina kadar vardirarak, Islâm kanunlarinin oralarda da hükümfermâ olmasini saglamistir.

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in vefâtindan sonra, onun cihâdini Hz. Ebu Bekir (r.a.) sürdürdü ve Irak'in güneyine kadar olan Bizans topraklarinin tamami fethedildi. Hz. Ebu Bekir (r.a.) vefat ettiginde, Halid b. Velid komutasindaki ordulari, Fihl ve Sam kalelerini zorluvor, insanlari Islâm'a davet ediyorlardi.

Ordunun sultalasmamasi için Hz. Ömer (r.a.), Islâm Devlet Baskani olur olmaz, bazi mülahazalarla, Islâm ordulari Baskomutani olan Halid b. Velid'i degistirerek, yerine Ebu Ubeyde b. Cerrah'i tayin etti.

Hz. Ömer'in, Halid b. Velid'i görevden almasi, bazi dedikodulara sebep olduysa da, Devlet Baskani Hz. Ömer, bu kararindan vazgeçmedi ve bu kararinda gayet hakliydi.

Hz. Ömer (r.a.), Halid b. Velid'in üstüste kazandigi zaferlerden dolayi, esas görevi devlete hizmet olan ordunun, simararak sultalasmasini istemiyordu. Zira böyle bir durumda, Islâm'm tatbikati için varolan devletin, ordunun emrine girme ihtimali belirebilirdi ki bu, Islâm Devletinin bekasi noktai nazarindan fevkalade tehlikeli bir husustu. Baska bir deyisle Hz. Ömer (r.a.), Islâm kanunlarinin harfiyyen ve de tavizsiz uygulanmasi için mevcut olan devlet otoritesinin kaybolarak, yerine Ordu Baskomutaninin, hattâ Devlet Baskaninin sahsî despotizminin yeralmasini istemiyordu. Yoksa, onun Halid b. Velid'i görevden almasi, sahsî bir meseleden, ya da Halid'in herhangi bir yolsuzlugundan kaynaklanmiyordu. Nitekim, komutanliktan azlinin sebebini ögrcnmek için baskent Medine'ye giden Halid'e, Hz. Ömer (r.a.), "Yâ Halid, sen benim yanimda çok degerlisin ve seni çok severim'‘ dedikten sonra, Devletin bütün valilerine su tamimi gönderdi:

"Ben, Halid'i bir öfkesinden, ya da ihanetinden dolayi azletmedim. Fakat insanlar onu o kadar büyüttüler ki, Allah'i birakip ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün bu basarilarin Allah'tan geldigini bilmelerini istedigim için böyle hareket ettim" (4).

Devlet baskani Hz. Ömer'in bu hassasiyetini gören Halid b. Velid, Medine'de kalabilme imkâninin olmasina ragmen, ordusuna dönerek, Ebu Ubeyde b. Cerrah'in maiyetinde cihada devam etti.

"Dünya seni de helâk etmesin"

Hz. Ömer (r.a.), ordu komutanlarinin azlinde gösterdigi titizligi, onlarin tayininde de gösteriyordu. Nitekim Halid'in yerine tayin ettigi yeni komutan Ebu Ubeyde b. Cerrah'a da söyle yaziyordu:

"Ben sana, tek kalici sey olan Allah'in takvasini tavsiye ediyorum ki, ondan baska hiçbir seyin degeri yoktur. O Allah ki, bizi dalâletten hidâyete, karanliklardan aydinliga çikardi. Seni Halid b. Velid'in ordusuna komutan tayin ettim. Onlarin hakki ne ise, ona göre davran! "Ganimet alacagim" düsüncesiyle, Müslümanlan helâke götürme! Araziyi iyice kesfetmeden onlan oraya sevketme! Muhafizsiz birlikler gönderme! Müslümanlari felâketlere götürmemen için seni uyariyorum. Allah seni benimle, beni de seninle imtihan edecek. Gözünü ve kalbini dünyadan çevir, dünyaya dalma! Dikkat et ki bu dünya, senden evvelkileri oldugu gibi, seni de helâk etmesin..." (5).

Hz. Ömer (r.a.)’n, normal vatandasa oldugu kadar, komutan ve askerlerine karsi da bu kadar hassas olmasinin tek sebebi, onlarin hak hukuklari hakkinda Allah'a verecegi hesabin kendisine yüklemis oldugu agir mesuliyetti. Nitekim o, sürekli olarak kendi kendisini muhasebe etmekle mesguldü. Günümüz sosyolog, psikolog ve felsefecilerinin efkâri umumiyyeye empoze etmeye çalisip, bir türlü ne kendi nefîslerinde, ne de toplumun hiçbir kesiminde uygulayamadiklari meshur otokritik müessesesi, Müslümanlar tarafindan bu sekilde gerçeklestirilmistir. Bunun baska yolu da yoktur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.). söyle buyuruyor:

"Hikmetin basi, Allah korkusudur" Baska deyisle, insanhgin ölçüsü, Allah'a ve O'nun kanunlarina olan bagliliktadir.

Hz. Ömer (r.a.), özel olarak görevlendirdigi postacilar vasitasiyla, günü gününe ordusundan haber aliyor, âdeta onlarin yaninda savasiyormus gibi, ordusunu sevk ve idare ediyordu. Nitekim komutanlarina göndermis oldugu emirlerde, hergün durumlanin bildirir mektuplar yazmalarini, bu mektuplan postayla Medine'ye göndererek, Devlet merkezini olup bitenden haberdar etmelerini istemistir (6).

"Hz. Peygamber'in dayisi olman seni yaniltmasin!'

Islâm ordulari, Suriye fethinde Bizans ordulariyla çarpismaya devam ederken; Hz. Ömer (r.a.), Iran cephesindeki cihadi da hizlandirdi.

Hz. Ömer (r.a.), Iran'in fethi için, Islâm ugruna ilk defa kan döken (7) ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’n cennetle müjdeledigi on kisiden biri olan Sa'd b. Ebi Vakkas’i görevlendirdi.

cephesi Baskomutanligina tayin edilen Sa'd b. Ebi Vakkas’a da, Devlet Baskani Hz. Ömer söyle tavsiye ediyordu:

‘‘Ey Sa’d, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in dayisi ve onun sahabisi olman seni yaniltip Allah'tan uzaklastirmasin! Allah, kötülügü kötülükle degil, iyilikle yok eder. Allah ve insanlar arasinda, O’na itaatte baska hiç kimse yoktur. Allah katinda bütün insanlar esittir. Allah onlarin Rabbi, onlar da O'nun kullaridirlar. Onlara verilen hayat için, O'nu zikrederek, O'nun kanunlarina tabi olarak, O'na hamdederler. Resulullah (s.a.s.)’den gördügün gibi hareket et!.." (8).

Hz. Ömer (r.a.), bu tavsiyesiyle, gayelerinin insanlara kötülük yapip onlari öldürmek olmadigini, bilakis, Allah davasini insanlara teblig ederek, onlari Allah'in kanunlari altinda birlestirmek oldugunu vurgulamak istiyordu.



Hz. Ömer dönemindeki Islam devleti


Hz. Ömer (r.a.)’dan son emirleri aldiktan sonra, Sa'd b. Ebi Vakkas Iran üzerine yürüdü.

Sa'd'in komutasinda birlesen Islâm ordulari, kazandiklari Kadisiyye savasindan sonra Iran'i tamamen fethedecekler ve Hz. Ömer (r.a.) vefât etmeden önce Iran Müslüman olacaktir.

Hz. Ömer (r.a.), Kadisiyye öncesi, komutani Sa'd'a gönderdigi mektupta, sadece ona dinî vaazlarda bulunmuyor, en ince teferruatina kadar askerî talimatlarini bildiriyordu. Mektubunun bir bölümünde söyle diyordu Hz. Ömer:

"Durumunuzu araliksiz olarak ve bütün tafsilatiyla bana yaz. Nasil hareket ettiginizi; sizin düsmana, düsmanin da size olan nisbet ve harekât tarzini öyle yaz ki, mektuplarindan âdeta savasi izleyeyim..!' (9).

Bu talimatlardan sonra, Islâm askerinin parolasini bile veriyordu. Hz. Ömer; "Savas baslayip, bitene kadar herkes ‘Lâ ve lâ kuvvete illâ billâh' diyecek!.." Müslüman askerinin kolu kiliç sallayarak, dili de Allah'i zikrederek Rablerine kulluk edecekler. Baska deyisle, biri digersiz olmaz.

Kadisiyye savasi arefesinde, Iran ordu komutaniyla görüsen ve her savas öncesi oldugu gibi düsmani Islâm'a davet eden Müslüman elçi, Müslümanlarin gayesini Iranlilara söyle anlatiyordu:

"Bizim arzumuz dünya degil. Bizim arzu ve istegimiz Ahirettir. Allah bize bir Peygamber göndererek ona söyle dedi: Ben su taifeyi, benim kanunlarimla amel etmiyenlere musallet ettim. Bunlar vasitasiyle, benim kanunlarima karsi gelenlerden intikam alacagim. Bu tâife (yani Müslümanlar), benim kanunlarima bagli olduklari sürece onlari galib kilarim. Bu hak dindir. Ondan yüz çeviren hiç kimse yoktur ki zillete, ona baglanan hiç kimse yoktur ki izzete kavusmasin."

"Bu dinin esasi, Allah'in birligine ve Muhammed (s.a.s.)’in Onun Peygamberi olduguna inanip sehâdet etmek ve Allah katindan gelen her seyi noksansiz ikrar etmektir."

"Dinimizin gayesi, insanlari, insanlari kulluktan kurtarip, onlari Allah'a kul etmektir" (10).

Degerlendirme

1. Hz. Ömer (r.a.)’in da siretiyle göstermis oldugu gibi, Islâm inancina göre esas olan, ne devlettir, ne ordu ve ne de Ordu komutanlari; degismez esas olan, Islâm'in tavizsiz ve noksansiz tatbikatidir. Onun için Hz. Ömer, çok sevdigi ve gerçekten hayatini Islâm'a adamis olan Halid b. Velid’i, yukarida belirttigimiz gibi, Islâm yararina görevinden aliyor. Kisacasi, Hz. Ömer, kim olursa olsun, insanlarin putlasmasini istemiyor.

2. Hz. Ömer, komutanlarini, kendi sahsî kaprisleri degil, Islâm'in emirleri dahilinde hareket etmeleri hususunda uyariyor. Yani Islâm'a göre, "her seyi ben bilirim, herkes benim emrimde olacak, emir komutayi ben veririm, kimse bana karisamaz" gibi keyfî davranislar yasaktir. Islâm neyi gerektiriyorsa o yapilir.

3. Hz. Ömer (r.a.) en küçük rütbeli askerine kadar her tebaasini düsünüyor, onlara en ufak bir hakaretin, haksizligin yapilmasina müsaade etmiyor. Islâm’a aykiri davranislarda bulunan olursa, isterse bu kisi vali, ya da komutan olsun kamçisiyla düzeltir ve de düzeltmistir.

4. Ganimet almak için cihad yoktur. Cihad, Allah ahkâmini bildirmek içindir. Insanlari, insanlara kul olmaktan kurtarip, onlan Allah'a kul yapma mücadelesidir cihad!...

5. Kilicin yaninda degil de, Allah'i devamli zikrederek kullugunu ifâ edecek. Yani Islâmî kulluk ki, biz buna ibadet diyoruz, bir bütündür. Namazi, oruçtan; cihadi, Hac'dan; Allah'in hakkini, kul hakkindan ayri düsünmek, kullugu dinamitlemek demektir.

Hz. Osman'in Halife SeÇilmesi
HZ. OSMAN'IN HALIFE SEÇILMESI

Hz. Ömer (r.a.), bir halife seçmeye mecbur edilince, yani bir düsman tarafindan sirtindan hançerlenip, ölüm dösegine düsünce, bir sey yapmali idi. Filhakika, kendisini ziyarete gelen birçok sahabi O'na, bir halife seçmesinin zorunlu oldugunu söylemislerdi. «Çünkü Hz. Ebu Bekir (r.a.) bunu yapti» demisler ve ilave etmislerdi: «Sayet sen kendine bir veliahd seçmezsen, karisikliklar olabilir ve belki de bir iç savas çikabilir.» Gelen müslümanlardan bazilari, Hz. Ömer (r.a.)'in kendi oglu, Abdullah b. Ömer'i seçmesini teklif ettiler. Çünkü Abdullah b. Ömer, çok iyi bir müslümandi. Alimdi, mütedeyyin idi ve Halife olmak için, bütün sartlara sahip idi. Hz. Ömer (r.a.) bu teklife çok kizmis ve yanlis hatirlamiyorsam, bu teklifte bulunani tokatlamis ve söyle söylemisti: «Sen benim cehenneme gitmemi mi istiyorsun?» Daha sonra devam etmisti «Ne yapacagimi bilemiyorum. Sayet birini tayin edersem, benden önce, benden daha iyi olan birisi, yani Hz. Ebu Bekir (r.a.), bunu yapmisti. Sayet kimseyi seçmezsem, bunu da benden önce ve benden çok daha iyi olan Hz. Peygamber (s.a.v.) yapmisti. Su halde, her iki sekilde de hareket edebilirim.» Hz. Ömer, «Bu dünyada oldugu gibi, öbür dünyada da sizi idare etmenin mes'uliyeti altina girmek istemiyorum» diyordu. O demek istiyordu ki «Ben bir veliahd tayin edecek: olursam, dolayli olarak, öldükten sonra da sizi idare etmis olacagim ve bu veliahdin vasitasiyla ben mes'ul olacagim; bunu istemiyorum». Ve sonunda Hz. Ömer söyle demisti: «Hz. Peygamber (s.a.v.) vefat ettiginde, O'nun en çok sevdigi on kisi vardi, hatta Hz. Peygamber (s.a.v.) bunlarin öldükten sonra cennete gideceklerini müjdelemisti (asere-i mübessere). Iste bunlar arasindan kendinize bir halife seçin.»

Bu arada, bu on kisiden üçü vefat etmisti. Daha dogrusu iki kisi ölmüs ve Hz. Ömer (r.a.) de yaraliydi. Geriye yedi kisi kaliyordu. Fakat bu yedi kisiden, sadece altisi Medine'de bulunuyordu. Yedincisi seyahatte idi. Iste, Hz.Ömer bu alti kisinin toplanip aralarinda halîfe seçmelerini istedi. Fakat bunda bir güçlük ihtimali vardi. Sayet üç kisi bir tarafta, üç kisi diger tarafta olacak olursa, seçim imkani olamazdi. Hz. Ömer (r.a.) bu güçlügü düsündü. Mesele çok mühimdi. Halife'nin hemen seçilmesi icap ediyordu. Yedinci olan sahabi beklenecek olursa, karisikliklar olabilirdi. ve onun ne zaman dönecegi belli degildi. Bunun için Hz.Ömer (r.a.), bu alti kisilik heyete, bazi sartlarda dahil olmak üzere, yedinci bir sahis seçti: Abdullah b. Ömer. Sartlar sunlardi:

O, halife olarak seçilemeyecekti. Sayet seçimde ekseriyet temin edilirse, mesele, dörde karsi iki gibi, bu durumda Abdullah b. Ömer, ekseriyete uyacak ve sahsi görüs serdetmiyecekti. Sayet her iki tarafta, esit olarak üçer kisi olursa Abdullah, Abdurrahman b. Avf hangi tarafta ise, reyini o tarafa kullanacakti.

Hz. Ali r.a.'in hilafet hakkindaki görüsü
Hz. Ali r.a.'in hilafet hakkindaki görüsü

Hz.Peygamber (s.a.s.). vefat edince, Müslümanlar kendilerini idâre etmek üzere Hz.Ebû Bekir r.a'i Devlet Baskanligina getirdiler.

Bilindigi gibi, Hz.Peygamber (s.a.s.), iki görevi birden üstlenmisti: Birisi, Allah'tan gelen vahyi, yâni ilâhi emirleri insanlara teblig etmek; ikincisi, bu vahiy hükümlerine göre, baskani bulundugu devleti yönetmekti.

Onun vefatiyla sadece vahiy degil, Peygamberlik de son buldu. Artik Peygamber gelmiyecek, inanan insanlar, son peygamber vasitasiyla gelen Kur'an'la ve bu son peygamber'in Sünnetiyle kendi yasamlarina yön verecek, düzenlerini kuracaklardir. Baska deyiçle, inanmak isteyen insanlar, yâni Müslümanlar, yasantilarinin her yönünü bu iki kaynaga göre tanzim edecekler, bu iki kaynaga ters düsen hayat kanunlarini tanimayacaklardir.

Bu iki kaynagin özü olan Islâm'i Allahu te'âlâ tek nizam kabul etmis ve bunun disinda kalan sistemleri tanimayacagini söyle ferman buyurmustur:

"Kim Islâm'dan baska bir din (top yekün bir hayât nizami) ararsa ondan asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara ugrayanlardandir"(1)

Hz.Peygamber (s.a.s.)'in vefatiyla, kanun degil, kanunun tatbikçisi olan Hz.Muhammed (s.a.s.). Müslümanlar arasindan ayrilmistir. Dolayisiyle, onun ölümünden sonra, Müslümanlar yeni kaynaklara degil; zaten mevcut olan kaynaklari tatbik edecek bir insana, bir idâreciye muhtaçtilar. Yâni vakia, kanun boslugu veya yoklugu degil, lider yokluguydu; bu lideri bulmak lazimdi ki, bu ihtiyaci da, baslarina "Halife dedigimiz devlet baskanlarini getirerek giderdiler.

Halife seçimi

Hz.Peygamber (s.a.s.). kendi vefatindan sonra, Müslümanlari yönetmek üzere, sarahaten bir halife seçmek istemediginden çünkü buna yeteri kadar vakti vardi, halife seçim isi Müslümanlarin insiyatiflerine birakilmis; onlar da, Peygamber'lerinin vefatindan sonra, kendilerini yönetmek üzere Hz.Ebû Bekir r.a'i seçip biat' etmislerdir.

Hz.Ebû Bekir r.a'a biat etmis olmasina ragmen, daha sonraki senelerde, bazi grublar Hz.Ali r.a'i ona karsi göstermek istemisler ve maalesef bu sekilde baslatilan ihtilâf asirlarca sürmüs, binlerce Müslümanin ölümüyle neticelenen savaslara sebebiyet vermistir. Halbuki bunlar, dava arkadasi, cihâd ve siper ortaklariydilar. Bunlar, hayatlarini Allah'a hizmette yaristirmis olan insanlardi.

Iste, bu konuyu en güzel bir sekilde tahlil ettigine inandigimiz, Hz.Ali r.a'in bir konusmasiyla açiklamak istiyoruz.

Hz.Osman r.a'in sehid edilmesiyle baslayan ve Islâm tarihinde "el fitnet'ül kübrâ" (en büyük fitne) diye adlandirilan hareketten sonra, halife seçilmis olup, hilâfetini tanimayanlarla savasmak üzere Basra'ya gitmis olan Hz.Ali La'a, Ibnu'l Kevva' ve Kays b. Ibâd Basra'ya gidisinin sebebini sorup söyle dediler:

Bu konuda Resulullah'in bana bir ahdi yoktur

"Müslümanlarin karsi karsiya gelip birbirlerini öldürecekleri bu gelisin, Resulullah (s.a.s.)'in sana olan bir ahdi veya emriyle midir?" Hz.Ali r.a. su cevabi verdi:

"Bu konuda Resulullah (s.a.s.)'in bana bir ahdi olup olmadigini soruyorsunuz. Bana verilmis böyle bir ahid yoktur. Vallahi ona ilk inanan ben oldugum gibi, ona ilk defa yalan isnâd eden ben olmayacagim. Sayet bu konuda Resulullah (s.a.s.)'in bana bir ahdi olsaydi, Ebû Bekir ve Ömer'in onun minberine çikmalarina müsaade etmezdim, elimle onlarla savasirdim (Resulullah (s.a.s.)'in emri oldugu için. Fakat Resulullah (s.a.s.). ne öldürüldü, ne de aniden öldü. Hastaligi bir kaç gün ve gece devam etti. Müezzin ona namaz vaktini bildirmek içín geldiginde, O Müslümanlara namaz kildirtmak için Ebû Bekir'e emrederdi. Kaldi ki, benim orada oldugumu da görüyordu. Hanimlarmdan birisi (2) Hz. Peygamber (s.a.s.)'e, bu görevi Ebû Bekir'den almasini söyleyince kizdi ve "siz kadinlar Hz. Yusufun basini derde sokanlarsiniz, Ebû Bekir'i geçirin Müslümanlara namazi kildirsin!" dedi. Allah, Peygamberinin ruhunu alinca, isimize baktik ve Resulullah (s.a.s.)'in dinimiz için lâyik gördügünü dünyamiz için seçtik. Namaz, Islâm'in aslidir; o dinin emri, dinin diregidir. Biz (bunun için) Ebû Bekir'e biat ettik ve o bu isin ehliydi. Içimizden iki kisi dahi ona muhalefet etmedi. Ebû Bekir'e hakkmi edâ ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri için de cihad ettim. Bana verdigini aldim, savasa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarini kendi kamçimla yerine getirdim. Ölünce, yerine Ömer geldi ve arkadasinin (yâni Ebû Bekir'in) yolunu takib etti, onun gibi hareket etti. Böylece Ömer'e biat ettik ve içimizden iki kisi dahi ona muhalefet etmedi. Hiç birimiz de baskasini ona tercih etmedik. Ömer'e hakkim edâ ettim ve

ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihad ettim. Bana verdigini aldim, savasa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarini kendi kamçimla yerine getirdim. Ölünce Hz. Peygamber (s.a.s.)'e olan akrabaligimi, Islâm'da önceligimi ve selefiyyetimi ve bu ise liyâkatimi düsünerek bu konuda baskasinin bana tercih edilmeyecegini sandim. Öldükten sonra, onun yüzündcn halifenin bir günah islememesi ve kendini mesuliyetten kurtarmak için Ömer hilâfeti çocuguna yasakladi ve yeni halifeyi seçmek üzere alti kisilik bir heyet seçti ki ben onlardan biriyim. O isteseydi oglunu seçebilirdi; yapmadi.

Heyet toplaninca, kimsenin bana tercih edilmeyecegini sandim. Abdurrahman b. Avf, kimi halife tayin ederse (3) ona kesinlikle itaat edilecegine dair bizden söz aldiktan sonra Osman b. Affan'in elini tutarak, eline vurdu ve biat etti. Ben de isime baktim. Ona itaatim ise, biatimdan önce oldu. Böylece Osman'a biat ettik. Ona hakkini edâ ettim ve itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihâd ettim. Bana verdigini aldim, savasa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarini kendi kamçimla yerine getirdim.

Vurulunca, kendi isime baktim. Resulullah (s.a.s.)'in iki halifesi gitmis, birisi de vurulmustu. Haremeyn'deki (Mekke ve Medine'deki) ve iki bölgedeki Müslümanlar bana biat ettiler. Bunun üzerine birisi ortaya atildi ki, dengim degil; ne Resulullah (s.a.s.)'e olan akrabaligi benimki kadar yakin, ne ilmi benim ilmime denk ve ne de Islâm'daki önceligi benimki gibi eskiydi. Dolayisiyle ben bu ise ondan (yâni Muaviye'den) daha lâyiktim!"(4)

Degerlendirme

1. Hz. Peygamber (s.a.s.)., hilâfet konusunda kesin bir tavir takinmamis, kimseyi halife seçmemistir. Nitekim Hz. Ali'nin yukarida buyurdugu gibi, o bu konuda bir emir vermis olsaydi, onun emri kanun oldugundan, mutlaka yerine getirilirdi.

2. Namaz Islâm'm aslidir. Asilsiz, yâni temelsiz hiç bir sey düsünülemedigi gibi, namazsiz bir Islâm tasavvur edilemez. Hz.

Ali r.a. bunu delil kabul ederek, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in namaz için seçtigi imâmi, yâni devlet baskani olarak kabul ediyor.

3. Hz. Ali, kendinden önce biat ettigi halifelere kesin bir itaatla baglidir.

4. Hz. Ali, Hz. Muaviye'den de kendisine ayni sekilde itaat istiyor ve hilâfete kendisinin lâyik oldugunu söylüyor.

5. Asirlardir Müslümanlara kabul ettirilmeye çalisildigi gibi, Hulefayi rasidin birbirine düsman degillerdir. Öyle olsaydi, yâni Hz. Ali, Hz. Ömer'i sevmeseydi ona kizi Ümmü Gülsüm'ü verir miydi? Allah'in aslani olan Hz. Ali'nin korkudan "takiyye" yapip kizini Hz. Ömer verdigini düsünmek en azindan haksizlik olur.

6. O örnek halifelerin bir tek endisesi vardi: Islâm'in geregi gibi tatbiki!

Cemel Vak'asi
CEMEL VAK'ASI

36/656 tarihinde dördüncü halife emirü'l-Müminin Hz. Ali ile Hz. Âise taraftarlari arasinda Basra dolaylarinda meydana gelen çatisma.

Üçüncü Rasid halife Hz. Osman (r.a.)'in sehit edilmesinden sonra üç-bes gün anarsi hüküm sürdü. Hz. Osman'i sehit eden âsiler ortama hâkimdiler. Bunlar bir an önce, Hz. Osman'in yerine birini hilâfete getirmek istiyorlardi. Fakat kime müracaat ettilerse hep red cevabi aldilar. Hz. Ali de, kendisine geldikleri zaman onlari huzurundan uzaklastirmisti: Âsiler hayrete düsmüsler, ne yapacaklarini sasirmislardi. Devlet baskani tayin olunmadan dönecek olurlarsa ihtilafin çok daha fazla alevlenecegini biliyorlardi. Bunun üzerine Medine ahalisini toplayarak, onlara bir halife seçmelerini, aksi takdirde Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve daha baska kimseleri de öldüreceklerini söyleyerek, onlara bir gün mühlet verdiler. Bunun üzerine Medine halki Hz. Ali'ye müracaat edip, ona bey'at etmek istediklerini bildirdiler. Hz. Ali, Muhâcirler'le Ensâr'in bu teklifini reddetmek istediyse de devamli israrlar karsisinda bunu kabul etmek zorunda kaldi. Neticede Hz. Ali'ye bey'at edildi ve âsiler Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'i de getirterek onlarin da Hz. Ali'ye bey'at etmelerini sagladilar. Bu sûretle, hicretin otuzbesinci yili yirmibir Zilhicce Pazartesi günü Hz. Ali'ye bey'at edildi.

Hz. Ali'ye bey'at edildikten sonra yapilacak ilk is; Hz. Osman'in katillerini bulmak ve bunlarin cezalarini vermekti. Bu hususta tahkikata baslanmisti. Fakat katiller kesin olarak belirlenemedigi için, ser'an cürüm sabit olamamisti. Bu durum karsisinda bir sey yapilamazdi. Hz. Talha ile Hz. Zübeyr, Hz. Ali'yi ziyaret ederek ondan katillerin yakalanmasini istemislerdi. Hz. Ali, onlara durumu izah etmis, fakat ikisi de ikna olmamislardi. Ortam son derece karisikti. Bu arada Numan b. Besir, Hz. Osman'in sehadeti esnasinda giydigi gömlek ile o sirada zevcesi Nâile'nin dogranan parmaklarini alip sam'a götürdü. Muaviye, bu kanli gömlegi ve kesik parmaklari teshir ederek, herkesin galeyanini kat kat artirmak maksadiyla mescide asti. Diger taraftan Hz. Osman'in katline sebep olanlar hâlâ Medine'de bulunuyorlardi. Bunlarin bir an evvel oradan uzaklastirilmasi gerekiyordu.

Hz. Ali'nin karsi karsiya kaldigi zorluklar gerçekten çok büyüktü. Diger taraftan Medine'de toplanan âsilerin mühim bir kismi "Sebeiyye" firkasina mensuptu. Bu islâm düsmani grubun reisi olan Abdullah b. Sebe, islâm'i içinden yikmayi hedef alan bir Yahudi dönmesi idi. Bunun maksadi; islâmiyet'in saf, berrak, akil ve kalbi tatmin eden akidelerini ifsat edip müslümanligi çigirindan çikarmak müslümanlari türlü türlü gruplara ayirarak birbirleriyle didismeye ve bogusmaya sevketmekti. Hz. Osman (r.a.) devrindeki karisiklik, bu müfsidin ifsatlari için uygun bir zemin teskil etmisti. Hz. Ali'nin âsileri dagitmak istemesi ibn Sebe taraftarlarinin hosuna gitmedigi için bunlar Hz. Ali'nin emrine muhalefet etmisler; diger Araplar da onlara uymuslardi.

Bu karisik durum karsisinda problemleri artiran ve buhranin vehâmetini doruguna vardiran bir hareket daha basladi. Hz. Âise, hac farizasini ifâ etmek üzere Medine'den Mekke'ye gitmis, hac ibadetini ifâ ederek Medine'ye dönerken, Hz. Osman'in sehit edildigi haberini almisti. Bunun üzerine Medine'ye gidecegi yerde Mekke'ye geri döndü. Çünkü Medine'de facianin dogurdugu karisikliklar, bocalamalar devam ediyordu. Mekkeliler, Hz. Âise'ye durumu sorduklari zaman, Hz. Âise, Hz. Osman'in mazlum olarak öldürüldügünü, Medine'de fesat ocaginin bütün ufku karartacak sekilde tüttügünü, mazlum ve sehit Osman'in kaninin heder olmamasi gerektigini, katillerin mutlaka cezaya çarptirilmalari ve ser'i hüküm ve kisas emirlerinin uygulanmasinin icap ettigini söylemisti.

Hz. Talha ile Hz. Zübeyr de Mekke'ye gelmisler, Medine'deki durumu Hz. Âise'ye anlatmislardi. Bu olaylar Hz. Âise'nin fikir ve kanaatini kuvvetlendirmis, o da mazlum ve sehid Hz. Osman'in intikamini almak için herkesi toplanmaya ve bir araya gelmeye çagirmisti.

Hz. Ali, muhaliflerinin Mekke'deki hazirliklarindan haberdar olunca, onlardan evvel Irak'a varmak, Irak'a hâkim olmak, Beytû'l-Mal'in muhalifler eline düsmesini engellemek istedi. Ensâr, Hz. Ali'nin Medine'den ayrilmasini uygun görmüyordu. Hz. Ali, muhâlifler kendisinden önce Irak'a girecek olurlarsa yeni yeni problemlerin ortaya çikmasindan endise ettigini, Irak'in nüfuzca kesif ve beytü'l-mâl'inin zengin olmasindan ötürü bir müddet orada bulunmanin daha iyi olacagini söylemisti.

Bundan sonra Hz. Ali yola çikmis, Zukar mevkiine geldigi zaman, Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'in Basra'ya yaklastiklarini, Benu Saad kabilesi ile hemen hemen bütün Basra'nin onlara iltihak ettigini haber almisti. Hz. Ali, Zukar'da kalarak oglu Hasan'i Ammâr b. Yâsir ile birlikte Kûfe'ye gönderdi. Hz. Hasan, Kûfe'ye varinca, vali Ebû Musa el-Es'arî onu iyi karsiladi. Hz. Hasan, mescidde minbere çikarak Hz. Ali'nin dâvâsini müdafaa etti ve Talha ile Zübeyr'in ona bey'at ettiklerini söyledi. Bu konusmasinin sonunda kendisinin Basra'dan gidecegini, katilmak isteyenlerin onunla birlikte gelebilecegini ilân etti. Hz. Hasan, kendisine iltihak eden dokuz bin kisilik bir kuvvetle geri döndü. Bu dönüs ve hareket esnasinda karsilikli mücadeleler, siddetli tartismalar meydana gelmisti.

Hz. Ali, ordusunu bu sekilde takviye ettikten sonra Zukar mevkiinden Basra'ya dogru hareket etti. Hz. Ali, maiyetinde olan el-Ka'ka' b. Amr'i çagirarak Basra'ya gönderdi. Ona iki taraf arasinda mücadele ve çatismanin meydana gelmesine engel olacak çareyi bulmasini tavsiye etti. el-Ka'ka' b. Amr, Hz. Âise, Talha ve Zübeyr ile görüsmüs, onlari ümmetin birligini bozmama konusunda ikna etmisti. Hz. Âise ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, el-Ka'ka'in önerilerini kabul ettiler. Hz. Ali de bu fikirdeyse, bu isin baris ile neticelenecegini söylediler. Hz. Ali, el-Ka'ka'in bu basarilarindan son derece memnun oldu. Diger taraftan bu sirada Basralilar Kûfelilerle temas etmis, iki tarafta da baris ve fitneyi yok etme düsüncesi hakim olmustu.

Ertesi gün, Hz. Ali hareket ederek Abdülkaysogullari kabilesine ugradi. Bu kabile de ona ittihak etti. Oradan Zaviye'ye vardi. Zaviye'den de Basra'ya hareket etti. Esasen herkes barisi gayet tabii bir durum olarak görüyordu. Onun için Hz. Ali'nin Basra'ya gelisi, barisin tahakkukuna yönelik bir hareket olarak telakki olunmus, herkes son derece huzurlu bir sekilde uyumustu. ibn Sebe ile yandaslari, herkes uyuduktan sonra Hz. Âise'nin tarafina hücum etti. iki taraf ta kendilerini karsi hücumuna ugramis gibi görmüslerdi. Hz. Ali, her tarafa memurlar gönderdi. Ne oldugunu anlamak istiyordu. Diger taraftan Kâab b. Sûr Hz. Âise'yi uyandirmis, Hz. Âise, devesine binerek çarpismalarin basladigi yere gelmisti. Hz. Ali kendi tarafini savasmaktan alikoyuyor, Hz. Âise kendi tarafini teskin etmeye çalisiyordu. Fakat bir kere ok yaydan firlamis bulunuyordu. Vurusmanin en hararetli aninda Hz. Ali atini sürerek savas meydaninin ortasina geldi. Hz. Zübeyr'i çagirip, ona Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: Bir gün Ali ile Zübeyr arasinda bir ihtilafin meydana gelecegini ve bu ihtilafta Zübeyr'in haksiz olacagini" söyledigini hatirlatmisti. Bunun üzerine Hz. Zübeyr geri çekildi. Hz. Talha da Zübeyr'in bu davranisi üzerine çatisma meydanindan çekilmek istemisti. Onun savas alanindan uzaklasmasi üzerine kendisine zehirli bir ok atilmis ve bu ok Hz. Talha'nin ölümüne neden olmustu.

Nihayet ortalikta yalniz Hz. Âise ile etrafinda bulunan bir grup kimse kalmisti. Çatismalar siddetle devam ediyordu. Bütün bu kanlarin dökülmesine neden olan münafiklarin hedefi; bizzat Hz. Âise idi. Bunlar Hz. Âise' ye kadar ilerleyerek onu tevkif etmek, ona hakarette bulunmak istiyorlardi. Sebeîlerin bu maksadini anlayan Dâbbeogullari Hz. Âise'yi son derece büyük fedakârliklarla korumuslardi. Bekr b. Vâil, Ezd ve Dâbbeogullari kabîleleri Hz. Âise ile beraberdiler. Bunlarin onu korumada gösterdikleri cesaret herkesi hayrete düsürmüstü. Hz. Âise'nin devesini koruyanlardan biri yere düstükçe bir baskasi onun yerini aliyor, o da ayni fedakârlik ve ayni kahramanlik ile dövüsüyordu. Hz. Âise'nin önünde sehit düsenlerin sayisi yetmise varmisti.

Bu çatismalara bir son vermek için birisi deveye arkasindan saldirarak onu yere yikmis, bu arada da, Hz. Ebu Bekir'in oglu Muhammed, Hz. Ali tarafindan kosarak Hz. Âise'nin korunmasina hizmet etmisti. Hz. Ali de Hz. Âise'nin yanina gelerek hatirini sormus, birkaç günlük istirahatten sonra onu, kardesi Muhammed b. Ebu Bekir ile birlikte Medine'ye göndermisti. Hz. Âise ile beraber Basra'nin ileri gelen ailelerine mensup kirk kadar kadin refakat etmisti. Hz. Âise Basra'dan ayrilirken, kendisi ile Hz. Ali arasindaki mücadelenin yanlis anlasilmadan ileri geldigini söyledi. Hz. Ali de Rasûl-i Ekrem'in muhterem haremine her türlü tazim ve hürmeti göstermenin bir görev oldugunu belirtti. Hz. Âise, hicretin otuzaltinci yili Recep ayinda Medine'ye dogru. hareket etti.

Nihayet Hz. Ali 4 Aralik 656 tarihinde bu problemi de atlatti. Bu olaydan sonra hilâfet merkezini Kûfe'ye tasiyarak, sehadetine kadar orada kaldi. (Bu konuda genis bilgi için bk. ibnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1965, III, 205-263).

Siffin Savasi
SIFFIN SAVASI

Dördüncü Rasid Halife Hz. Ali (r.a) ile ona isyan eden Suriye valisi Muaviye b. Ebu Süfyan arasinda M. 657 yilinda, Firat'in sag kiyisina yakin Rakka'nin dogusunda bulunan Siffin'da yapilan savas.

Hz. Ali'nin Cemel vak'asinda karsi grubu yenmesinden sonra onun hilafetine muhalif olarak, Suriye bölgesini idare etmekte olan Muaviye ve taraftarlari kalmisti. Hz. Ali'ye isyan edenler, davalarinin, Hz. Osman (r.a)'in intikamini almak oldugunu iddia ediyorlardi. Öte taraftan Hz. Ali'yi, Osman (r.a)'i sehid edenleri korumak ve onlari cezalandirmamakla suçluyorlardi. Halbuki Hz. Ali (r.a), fitne ve kaynasmanin yatistirIlmasindan sonra suçlulari cezalandiracagini vadetmekteydi. Cemel vak'asindan sonra Kufe'ye yönelen Hz. Ali (r.a), Cerir b. Abdullah el-Bâcelî'yi Muaviye'ye göndererek, muhâcirlerin ve ensârin kendisine bey'at ettiklerini; onun da muhacirler ve ensâr gibi bey'at edip itâatini bildirmesini Istedi (Ibnul-Esîr, el-Kamilu't-Tarih, Beyrut 1979, III, 276). Muaviye, kendisine elçi olarak gelen Cerir b. Abdullah'i oyalayarak Amr b. el-As ile istIsarede bulundu. Amr ona, Ali (r.a)'dan, Osman (r.a)'in kanini Istemede israr etmesini, katilleri derhal cezalandirmayi reddettigi takdirde, Suriye ordusuyla onun üzerine yürümesini söyledi. Cerir b. Abdullah, Hz. Ali'nin yanina dönerek durumu ona bildirdi.

Öte taraftan, Medine'den Sam'a götürülen Hz. Osman'in kanli gömlegi ve hanimi Nâile'nin kesik parmaklari Muaviye tarafindan caminin minberine asildi. Askerler onun önünde toplasarak agliyorlardi. Orada toplananlar Hz. Osman'in intikamini alincaya kadar yataklarinda uyumayacaklarina ve yikanmayacaklarina dair yemin ettiler. Suriye ordusu Muaviye'den bol maas ve bahsisler almaktaydi. Muaviye bu sekilde orduyu tesvik ve tahrik ettikten sonra, seksen bes bin kisilik bir orduyla Sam'dan yola çikti. Hz. Ali (r.a) ise doksan bin kisiden olusan ordusuyla Küfe'den Siffin'e dogru harekete geçti. Muaviye, Firat kiyisindaki düzlükte karargâh kurmustu. Hz. Ali'nin ordusunun karargâh kurdugu yer ile nehir arasinda Muaviye'nin askerleri oldugu için Ilk geceyi susuz geçirdiler. Ancak, yapilan bir saldiri ile Sam ordusuna bagli birlikler nehirden uzaklastirildi. Ordusu susuz kalan Muaviye, Ali (r.a)'a adam göndererek nehirden su almalarina izin vermesini Istedi. Hz. Ali (r.a) bunun üzerine onlarin su almalarina engel olmadi. Hz. Ali, Muaviye'ye elçiler göndererek, onu birlige ve müslümanlarin topluluguna girmege davet ederek isyandan vazgeçirmeye çalisti. Ancak olumlu bir cevap alamadi. Iki ordu birlikleri arasinda bazi ufak çarpismalardan sonra, H. 37 senesi Muharrem ayinin sonuna kadar mütâreke yapildi ve elçiler gidip gelmeye basladi (Ibnul-Esîr, a.g.e., III, 289 vd.). Ancak bu elçilerin karsilikli gidip gelmeleri Iki grup arasinda baris yapIlmasi yolunda bir gelisme saglamamisti. Safer ayinin Ilk günü savas tekrar basladi. Ilk yedi gün Iki taraftan birer komutanin mubarezeleri ile geçti. Pesinden Hz. Ali (r.a), orduya toplu saldiri emrini verdi. Savas bir kaç gün olanca siddetiyle devam etti. Ammâr b. Yasir'in sehid edIlmesine çok üzülen Hz. Ali'nin siddetli bir taarruzu ile Sam ordusu dagIlma noktasina geldi. Savas kazanIlmak üzereydi ki, Amr b. el-Âs, Suriyeli askerlere "Her kimin yaninda mushaf varsa onu mizraginin ucuna takarak yukari kaldirsin" dedi. Bu emri yerine getiren askerler karsi tarafa, "Aramizda Allah'in kitabi hakem olsun" diye seslendiler. Amr b. el-Âs'in hilesi tutmus, Irakli askerler: "Allah'in kitabina yapilan çagriya icabet edelim" demeye baslamislardi. Amr.b. el-Âs, bu hile ile, Sam ordusunu kesin bir maglubiyetten kurtardigi gibi, karsi tarafin gücünü de kirmisti. Hz. Ali (r.a) bir Halife ve bir ordu komutani olarak bunun bir savas hilesi oldugunu askerlerine anlatmaya çalistiysa da basarili olamadi. Ali (r.a), onlara söyle diyordu: "Bu bir hiledir. Bununla sizin araniza ayrilik düsürmek ve birliginizi bozmak istiyorlar". Ancak, Iraklilar, Isteklerinde direttiler ve savasa devam etmekte olan komutan Ester'e adam gönderip savasmayi biraktirmasini Istediler. Hz. Ali Ester'e savasi birakmasi için adam göndermek zorunda kaldi. Ester, gelen adama: "Simdi mevziden ayrilacak an degildir. Ben simdi kesin zafere ulasacagimi umuyorum, acele etme" diyerek karsilik verdi. Gönderilen adam Hz. Ali'nin yanina gelmeden, Ester'in savasan askerleri arasinda çalkalanma oldu ve sesler yükseldi. Onlar daha bir sevkle savasi sürdürüyorlardi. Bunun üzerine Iraklilar, Ali (r.a)'a: "Vallahi bir, senin Ester'e birakmasi için degil, savasa devam etmesi için adam gönderdigini saniyoruz" dediler. Hz. Ali'nin gönderdigi Ikinci kesin emirle Ester, savasi birakmak zorunda kaldi. Hz. Ali (r.a), Es'as b. Kays'i Muaviye'ye göndererek onun ne düsündügünü anlamak Istedi. Muaviye ona, "Istedigimiz, aramizda Allah'in kitabini hakem kIlmaktir. Her Iki taraftan birer hakem seçIlmesini ve onlardan Allah'in kitabina uygun bir karar vereceklerine dair ahd alip taraflarin onlarin verecegi karara uymalaridir" dedi. Hz. Ali (r.a)'in taraftarlari bunu memnuniyetle karsiladilar. Samlilar hakem olarak zeki ve kurnaz bir kimse olan Amr b. el-Âs'i seçtiler. Iraklilar ise Ebu Musa el-Esari'yi hakem tayin etmek Istediler. Hz. Ali (r.a), Ebu Musa'nin daha önce kendisine muhalefet ettigini ve halki kendisinden ayirmaga çalistigini, dolayisiyla onun hakemligine itimat edilemeyecegini söylediyse de Iraklilar onun hakem olmasi konusunda direttiler.

Amr b. el-Âs' ile Ebu Musa el-Es'ari, 37. yilin Safer ayinda Dumetul-Cendel'de bir araya gelerek, karar verirken esas alinacak prensipleri içeren "tahkimnâme"yi kaleme aldilar (Metin için bk. Taberi, Tarih, IV, 2930. Hakemlerin bulusmasi ve gelisen olaylar için bk. Hakem olayi mad.).

Hakem Olayi
HAKEM OLAYI



Hz. Ali ve Hz. Muaviye taraftarlari arasinda meydana gelen Siffin savasinda daha fazla müslüman kaninin akitilmamasi amaciyla düsünülen, Hz. Ali'nin Ebû Musa el-Es'âriyi Hz. Muaviye'nin ise Amr b. el-Âs hakem olarak tayin ettikleri ve adi geçenlerin H. Ramazan 37/M. Subat 657 tarihinde ortak bir karara varmak amaciyla biraraya gelip bu konuda hüküm vermek üzere anlastiklari olayin adi.

Hz. Osman'in sehid edilmesiyle ortaya çikan karisikligin, Hz. Ali'nin halife tayin edilmesiyle nisbeten hafifledigi görülmüs ve müslümanlar çogunlukla Hz. Ali'ye bey'at etmislerdi. Hz. Aise, Zübeyr, Tâlha ve Sam valisi Muaviye, Hz. Ali'ye bey'at etmeyenlerin basinda geliyorlardi. Bunlarin Hz. Ali'ye bey'at etmemelerinde Osman'in öldürülmesi olayinin Hz. Ali taraftarlarinca gerçeklestirildigi görüsü rol oynuyordu. Ancak Hz. Ali bu olaylarla uzaktan yakindan bir iliskisinin olmadigini, hatta zorla, istemedigi halde tahdit sonucu halife seçilmis oldugunu ileri sürülerek kendisine bey'at etmeyenlerin müslümanlar arasina nifak soktuklarini ifade etti. Hattâ daha sonra meydana gelecek olan Cemel vak'asinda dahi savastan eser yokken, gece vakti nifakçilarin Hz. Aise tarafina saldirmalari neticesi savas çikmis, Hz. Ali bu savasta sehid olan Hz. Zübeyr'e; "Ey Zübeyr, hatirlamiyor musun bir gün Ganemogullari mahallesinde beraberken Hz. Peygamber (s.a.s)'le karsilasmistik. Bize söyle demisti; "Ey Zübeyr bir gün Ali b. Ebî Talib'le savasacaksin ve o savasta sen ona karsi haksiz durumda bulunacaksin". Bunun üzerine Hz. Zübeyr, 'Vallahi hatirladim, seninle savasmayacagim' diyerek savastan vaz geçmeyi düsünmüs, ancak oglu Abdullah Onu zorlamisti (Ibnül-Esîr, el-Kâmil Fit-Tarih, terc. Ahmed Agrakça, III, 284, 349; Ebu'l-Fidâ, el-Muhtasar fî ahbâri'l-Beser, I, 173). Bundan da Hz. Ali'nin bu olayda hakli oldugu ve kendisine beyat edilmesinin gerektigi sonucu çikmaktadir. Nitekim Hz. Aise de bu savastan sonra gerçegi anlayarak Medine'ye evine dönmüstür.

Cemel Vak'asindan sonra Hz. Ali, Cerir b. Abdullah el-Becili'yi, kendisine bey'at etmeyen Muaviye'ye beyat almak amaciyla göndermis ve müslümanlarin Cemel vak'asindaki durumundan örnekler vererek kan dökülmemesini istemistir. Muaviye, Cerir'i bir süre oyalayarak Sam halkinin görüslerine basvurdu. Samlilar Hz. Osman'in kanini dökenlerle savasincaya kadar uyumayacaklarina ve intikam almaya dair yemin etmis olduklarini söylediler. Diger taraftan Muaviye Hz. Osman'in kanli gömlegini Dimask'ta mescide asarak halka teshir etti. Muâviye, danismani Amr b. el-Ass ve Sam ileri gelenleriyle görüserek Hz. Ali'ye beyat etmeyecegini söylemis ve Cerir b. Abdullah'i geri göndermisti (Ibn Kesîr, el-Bidâye, VII, 254).

Cerir, Hz. Ali'ye gelerek olanlari anlatti. Muaviye'nin kendisi aleyhine hazirlik yaptigini hatirlatarak Hz. Ali'yi bu konuda uyardi. Bunun üzerine Hz. Ali Medine'deki müslümanlari ve onlara tabi olanlari toplayarak Muaviye üzerine hareket etti. Iki ordu Siffin ovasinda karsilastilar. Hz. Ali, Besir b. Amr el-Ensârî, Saîd b. Kâys el-Hemdâni ve Sebes b. Rabî' et-Temimi'yi göndererek itaat etmesini bildirmelerini söyledi. Ancak Muaviye, itaate yanasmayarak diretti. Hicri 36 yili zilhicce ayina kadar savas öncü birlikler ve mübarezeler seklinde devam etti (Ibnü'l-Esîr, a.g.e, III, 285; Ebu'l Fida, el-Muhtasar, I,175). Haftalarca karsilikli elçi gönderme seklinde geçen olaylar Hz. Ali'nin Muaviye'nin beyat etmeyecegine kanaat getirerek muharrem ayindan sonra hakka su ilani yaptirmasiyla son buldu: "Mü'minlerin emiri der ki: Hakk'a dönmeniz ve ona yönelmeniz için sizi tesvik etmek istedim. Size, Allah'in kitabiyla delil getirdim ve ona davet ettim. Siz ise taskinliktan, azginliktan vazgeçmediniz. Hakk'a icabet etmediniz. Ben de size ayni sekilde ahdimi bozdum. Zira Allah hâinleri sevmez" (Ibnu'l-Esir, a.g.e, III, 298). Bu ilan sonunda Sam halki emir ve reislerine sigindilar.

Yüzon gün boyunca devam eden bu bekleyis, safer ayinin dördüncü günü baslayan savasla son bularak Hz. Ali taraftarlarinin saldirisiyla alevlenmisti. Ester en-Nehâî'nin basarisi Hz. Ati taraftarlarinin Muaviye'nin karargâhina kadar varmalarini saglamis ve beyat edenleri üstün bir duruma geçirmisti. Bu sirada Ammâr b. Yâsir Sehid düsmüs, bunu Veysel el-Karanî izlemisti. Bunlarin sehid oldugunu duyan Muaviye'nin bas komutani Amr b. el-Ass, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "Ammâr âsîler tarafindan öldürülecek" (Buhârî, Salât 63; Müslim, Fiten 70, 72, 73; Tirmizî, Menâkib 34) hadisini hatirlayarak savastan vazgeçmeyi düsündü. Ancak Muaviye'nin baskisiyla vazgeçti ve Muaviye ona sonlarinin kötüye gittigini, Hz. Ali'nin kendilerini öldürecegini söyleyerek derhal bir seyler yapip Ali safindaki müslümanlari durdurmasini söyledi: "Haydi bakalim maharetini göster ey Ibnü'l-Ass, yoksa mahvolduk demektir" diyerek Amr'i önledi. Bunun üzerine Amr da Muaviye askerlerine "Ey nâs! Kimin yaninda Mushaf varsa mizraginin ucuna takarak havaya kaldirsin" diye hitab etti (Hasan Ibrahim Hasan, Târih'ul-Islâmü's-Siyâsî, I, 400). Amr, bu hareketinin Hz. Ali taraftarlari üzerinde büyük bir etki gösterecegini biliyordu ve nitekim öyle oldu. Müslümanlar Kur'ân'a karsi gelemezlerdi. Basra kurrâsindan Mis'ar b. Fedeki ile el-Esas b. Kays'in baskanliginda bir grubun baskisiyla Hz. Ali de savasi birakmak zorunda kalmisti. Hatta tehdit edilerek kendisine söyle denildi: "Allah'in kitabina çagrildiginda ona uy, yoksa seni kalabaliga birakiriz veya Osman'a yaptigimiz gibi yapariz!..."

Bunun üzerine Hz. Ali "Ey Allah'in kullari: Hakkinizi almaya ve dogru olan isinizi yapmaya devam edin. Zirâ Mu'âviye, Amr bin-Ass, Ibni Ebi Muaye, Habib b. Mesleme, ibni Ebi Seher ve Dahak b. Kays dine ve Kur'ân'a sahip ciddi ve samimi insanlar degillerdir. Ben onlari sizden daha iyi bilirim..." Fakat bu tür konusmalari bir fayda vermedi. Askerler: "Biz Kur'ân'a karsi kendimizi ortaya atip meydan okuyamayiz, Hz. Ali'nin sözlerini kabul edemeyiz" diyerek savasmaktan vazgeçtiler (Ibnu'l-Esîr a.g.e. 321, 322, Dogustan günümüze büyük Islâm tarihi, II, s. 244; Irfan Abdulhamit, Islâm'da itikâdî mezhepler ve Akaid esaslari, tic. M. Saim Yeprem s., 82).

Böylece sulhun akdedilmesi konusunda, Kurrâ ehlinin büyük tesiri olmustur. Kurrâ ehli, müslümanlarin arasindaki sorunun çözümünde Kur'ân'i hakem olarak kabul ve tavsiye ediyorlar, herkesi de bu görüse göre yönlendirerek Hz. Ali'nin de bu görüsü benimsemesi için ona baski yapiyorlardi. Sonunda Hz. Ali, Muâviye'ye elçi olarak gönderdigi komutani Ester'i geri çagirarak; "yaziklar olsun! Ester'e söyleyin geri gelsin. Zira fitne çikti: Artik harbi birakmaktan baska çare yok" diyerek sulhe ister istemez razi oldu... Sonra Muaviye'ye Es'as b. Kays'i göndererek ne istedigini ögrenmesini söyledi. Hz. Muâviye gelen elçiye; "Siz ve biz Allah'in kitabinda emrettigi seye dönecegiz. Sizden, razi oldugunuz bir kisiyi gönderiniz, biz de bir kisi göndeririz ve bu kisilerin Allah'in Kitabinda olan hükümle karar vermelerine, Kitaptan sasmamalarina dair onlardan söz aliriz. daha sonra da anlastiklari seye uyariz (Ibnü'l-Esîr a.g.e; 323), diyerek planini açikladi. Es'as bu teklifi alarak disariya çikti ve bazen bizzat kendisi okumak suretiyle bazen de halka verip okutmak suretiyle ilân etmeye basladi. Nihayet Temim ogullarindan bir gruba götürdü. Aralarinda Urve b. Üdeyye'nin de bulundugu bu grup, sözkonusu mektubu okuyunca Urve b. Üdeyye "Allah'in emri dururken tutup ta baska sahislari mi hakem tayin ediyorsunuz? Oysa Allah'tan baska hiç kimsenin hüküm verme yetkisi yoktur" (La hükme illa lillah) dedi.

Hakemlerin seçimi konusunda Muâviyenin tayin edecegi kisi belli idi ki bu Amr b. el-Âs'dan baskasi olamazdi. Ancak Hz. Ali taraftarlarindan Es'as ve ona tabi olanlar da "biz Ebû Musa el-Esâri'ye raziyiz" dediler. Bunun üzerine Hz. Ali "siz daha isin basinda bana isyan ettiniz, su an bana karsi gelmeyiniz" diyerek Ebû Musa hakkindaki endisesini açikladi ve onlara ihtarda bulundu. Hz. Ali'ye göre Ebû Mûsa el-Es'ârî insanlari Muâviye tarafina yönlendirerek kendi sirlarini onlara anlatiyordu Ancak taraftarlari Ebû Musa üzerinde direttiler. Hz. Ali de bunlarin görüslerine istemeyerek de olsa uymak zorunda kaldi. Hz. Ali'nin bu kanaati ise Hâricilerin ortaya çikmasi neticesinde dogrulanmis oluyordu. Onlarin da yanlis davranislari hem yeni bir sapik firkanin dogmasina hem de bir çok kimsenin itikadinin bozulmasina yol açti (Taberî III; Ibnü'l-Esir a.g.e 330-331). Iki taraf, arasinda hakem tayini ile ilgili sözlesmeyi yazarak bunun kabul ve tasdikini garanti altina aldilar. Sözlesmenin özeti söyle idi: "Bismillahirrahmanirrahim". Bu, üzerinde Ali b. Ebi Talib ve Muâviye b. Ebi Süfyan'in anlastigi bir metindir, Allah'in hükmüne ve Kitabina göre hareket edecegiz. Bizi Allah'in kitabindan baskasi birlestiremez. Allah'in Kitabi bastan sona kadar elimizde oldugundan, onun dirilttigini bir de diriltir; terkettigini biz de terkederiz. Her türlü hükmünü kabul ederiz. Iki hakem; Ebû Musa Abdullah b. Kays el-Es'ârî ve Amr b. el-Âs el-Kureysî, Allah'in kitabinda ne bulurlarsa onunla amel edeceklerdir. Allah'in kitabinda bulamadiklarini, bir araya getirici âdil sünnette arayacaklardir. Ali ve Muâviye, Allah'a karsi ahid ve misak içindedirler. Her biri derler ki: "Ben bu sahifedeki seye raziyim." Abdullah b. Kays el-Es'arî ve Amr b. el-Âs, Allah adina yemin etmislerdir. Karâri Ramazan ayina ertelemislerdi. Sonra ikisi, bu sayfada olan sey üzerine: bu husuta zulüm ve saptirmak isteyen ve bu sahifede olan seyi terkeden kimseye karsi sâhitlerin yardimci olacaklarina dair sehadetlerini yazarlar. Onbes safer, hicrî 37."

Iki hakem yetkilerini gösteren sahifeleri alarak Ramazan 37 H. (M. 657)'de bir araya geldiler. Erzuh'ta Dumetü'l-Cendel'de her iki taraftan dörtyüzer kisilik birer grup hakem kararini almak üzere toplantiya katildi. Iki hakem önce niçin toplandiklarini konusarak karara vardilar. Bunun amaci halkin arasindaki gerginligi azaltmakti. Önce Amr söz aldi. "Hz. Osman'in haksiz olarak öldürdügü fikrine katiliyor musun?". Ebû Musa "evet" diyen Amr, el-Isrâ suresi 33. âyette haksiz yere insan öldürülemeyecegini gösteren delilini ileri südü. O halde ey Ebû Musa! Seni Hz. Osman'in velisi Muâviye'ye karsi çikaran nedir? O Kureystendir deyince Amr da Hz. Ali'nin Peygamber (s.a.s.)'in soyundan oldugunu ve damadi olarak Muâviyeden önce geldigine isaret etti. Bu tür çekismeler uzun bir süre daha devam etti. Onlar sulhün böyle devam edemeyecegini, hem Hz. Ali hem de Muâviye'ye bey'at edilmemesi gerektigine inanarak fikir birligine vardilar. O halde yeni halife müslümanlar tarafindan seçilmeliydi. Simdi yapilacak is bu kararlarini müslümanlara bildirmeye gelmisti. Bu karari cemaate açiklamak üzere Ebû Musa minbere çikti ve Allah'a hamd ve senadan sonra "Ey nas! Biz ümmetin durumunu düsünüp bir formül bulmakta epey zorlandik. Hem benim, hem de Amr'in görüsü sudur: Hz. Ali ve Muâviye'yi hilâfetten uzaklastirmak ve ümmetin kendisinin istedigi birisini hafife tayin etmelerini saglamak gerekir. Bundan dolayi ben, Hz. Ali ve Muâviyeyi hilâfet görevinden aliyorum" dedi. Sira Amr'a gelince O da minbere çikti ve söyle konustu; "Süphesiz Ebû Musa'nin söylediklerini duydunuz. O Ali'yi görevden almistir. Ben de onun yerine Muâviye'yi halife tayin ettim" deyince herkes saskinliktan ne yapacagini, ne diyecegini bilemedi. Bu karara Ebû Musa derhal itiraz ederek " Sana ne oluyor ki anlasmaya ihanet ediyorsun, sen facir oldun. Allah seni basariya ulastirmasin" diyerek orayi terketti. (Ibnü'l-Esîr a.g.e 340).

Ebû Musa bu olaydan duydugu utanç ve üzüntü üzerine insanlardan uzaklasmak amaciyla Mekke'ye giderek orada yalniz basina yasamayi tercih etti. Bu olay üzerine müslümanlar dagilmis, Muâviye kendisini mesrü halife ilan ederek Islâm tarihinde çift halife dönemi baslamistir. Bu durum Hz. Hasan'in elinden halifeligin alinmasina kadar devam etmistir. Ancak Hz. Ali hiç bir zaman Muâviye'yi mesru halife olarak tanimamis, sehîd edilinceye kadar Sam hariç bütün müslümanlarca halife olarak kabul edilmistir.
kont isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Sonforum'un önerileri

Cevapla


Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir)
 

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz aktif değil dir.
Mesajlara Cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz aktif değil dir.

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı


Saat: 02:31


lisanslı Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2022, Jelsoft Enterprises Ltd.
Forum SEO by Zoints
SonForum.org 2007-2025

2007-2025 © SonForum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " İletişim " kısmından bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı