|
Kitap Dünyası Kitaplarla ilgili tüm paylaşım burada. |
Seçenekler | Stil |
03-07-2010, 11:58 | #1 |
Ankara (Yakup Kadri Karaosmanoğlu) Özeti,Konusu,Karakterleri
KÜLTÜR İNŞASINDA BİR YAPI TAŞI OLARAK ‘ANKARA’ ROMANI Yazan: Cemal Şakar Yazı Kaynağı: Edebistan.com Yakup Kadri’nin Ankara’sı bilindiği gibi, inkılâplarla birlikte yeniden inşa edilmeye çalışılan bir dönemi en iyi anlatan romanlardan biridir. Yazar, Nev-Yunanîlik’ten, Türklüğe ve Millîleşmeye doğru yaşadığı düşünsel değişiminin olgunluk döneminde verir bu romanı. Bir dönem hararetle savunduğu Yunanîlik düşüncelerinden, ‘Nur Baba’yı tanıdıktan sonra vazgeçen Yakup Kadri, değişimin muharrik gücünün Türklük-millîlik ekseninde yattığına inanır. Millî Mücadele esnasında başlayan roman, cumhuriyet sonrasına kadar uzanan geniş bir tarih diliminin içinde yaşanan değişimi, daha doğrusu değişimin sancılarını anlatır. Ancak romanda anlatılan Ankara, realist bir yöntemle dönemin fotoğrafını çekmeye çalışmaktan uzaktır; daha çok muhayyel bir yerdir. Başka bir deyişle, Yakup Kadri’nin ‘özlediği’, ‘görmek’ istediği Ankara’dır. Ankara Özlemi: Düşman işgali altında bir zindan haline giren İstanbul’da, bir kaçış ve kurtuluş parolası gibi kulaktan kulağa fısıldanan, her sözde gözleri bir ümit ışığı ile parlatan ve o gizliliği kendisine esrarlı bir cazibe veren Ankara kelimesi, ideal Ankara’nın adı, zihinde zaten bir hayal ülkesi olarak yaşayan bu yeri âdeta bir masal iklimi haline sokmuştu. Ahmet Nazif Bey ile karısı Selma Hanımın Ankara’ya göç ederken yolda kurdukları Ankara imgesi böyle idealleşip bir masal iklimine dönüşür. Artık memleketin kalbi orada atmaya başlamıştır. Hatta şimdilik memleket sadece Ankara’dan ibaret bir haldedir. Bazı milliyetçi gazeteler, “Türk milletinin kalbi Ankara’da çarpıyor” demekle çok doğru bir vakıayı ifade etmiş oluyorlardı. Bu bir edebiyat değil, bu bir mecaz değil, bu, aka ak, karaya kara demek gibi gerçeği ifade ediyordu. Bu itibarla İstanbul’dan, Ankara’ya gidenin ehemmiyeti o kadar artıyor, o kadar artıyordu ki, âdeta kutsallaşıyordu. Kadın veya erkek, Ankara’ya giden kimseler, İstanbullulara, millî hareket kahramanları mertebesine ermiş gibi geliyordu. Artık değerler yer değiştirmeye başlamıştır. İstanbul geri kalmışlığı, geleneği; Ankara yeniliği, modernliği temsil etmeye başlamıştır. Bu nedenle İstanbul’da kalmak eskiye bağlanıp kalmak anlamına geliyordur. Bunun karşısında Ankara’yı seçmek, geleneği değiştirip dönüştürmek, eskinin geri kalmışlığıyla hiçbir ilgisi kalmamış, yepyeni değerleri onaylamaktır. Yeni değerleri savunup memleketi ve halkı muasırlaştırmak, elbette kutsal bir görevdi; bu görevin neferleri de ermiş mertebesindeydiler. Yolda karşılaştıkları bazı olumlu tipler de, onların Ankara imgesini pekiştirir: İsmail Çavuş, memlekette, halkı bu kadar koruyan bir idare daha gelmediğini söylüyordu. “-Doldur cebine altını. Bir baştan başa dolaş; kimseden kılına hata gelmez.” Saflar belirginleşip taraflar netleşince yapılacak olanlar da kendiliğinden ortaya çıkar. Yeni devletin kuruluşunda, bir ‘kültür inşacısı’ olarak görev yapan Yakup Kadri de; her zaman başvurulan yolu dener: eski her halükârda kötüdür, yeni her halükârda iyidir. Cumhuriyet öncesi memleketi yöneten sultanlar halka zulmetmişlerdir ve eşkıyanın halkı soyup soğana çevirmelerine göz yummuşlar hatta cesaretlendirmişlerdir. Oysa artık durum değişmiştir; yeni bir devlet kurulmuştur, onun yönetimi adildir, zalimlere saklanacak bir kovuk bile kalmamıştır. Selma hanım ilk zamanlar Ankara’yı biraz yadırgar; Biz, buraya medeniyet getiriyoruz. Hem canım, bu “biz-onlar” lâkırdısı da nedir! Hepimiz, Türk değil miyiz! O henüz değerlerin değiştiğinin pek ayrımında değildir. Artık onun temsil ettiği değerler geride kalmıştır. Üstelik Ankaralılar, onlara “yaban” der. Önceleri Selma hanım, yabanın Yunanlılar için kullanıldığını düşünür. Sonra fark eder ki, Ankaralılar dışarıdan gelenlere böyle derlermiş. Epey sinirlenir. Ancak kocasının durumu kurtaracak bir izahı vardır: Yaban, Ankara lehçesinde, sadece “yabancı” demektir. Oturduğu mahallenin yoksulluğu, insanların pejmürdeliği, çarşı-pazarlarda bir şeycikler bulamayışı gibi nedenlerle Selma hanımın Ankara’dan büsbütün Sıtkı sıyrılır. Bir gramofonları bile yoktur. Karısının üzüntüsünü dağıtmak için mektep zamanından arkadaşı olan bir mebusu ziyarete gideceklerdir. Mebus olmasına rağmen hiç kibirlenmemiş bu eski dostta üstelik gramofon da vardır. Oturduğu yerden Selma hanım bir Ankara silueti görür: Ankara’nın keskin ve yalçın profiline ilişti ve tatlı bir tahayyül esnasında birdenbire acı, katı bir realite ile karşılaşan bir kimse gibi, yüreği burkuldu. Bir çölün ortasında, bir kaya parçasından hiç farkı olmayan bu şehrin manzarasında acayip bir tesir, insanı zorla kendine çeken sert bir cazibe vardı. Önce sıfatlara dikkat edelim: keskin, yalçın, katı, sert. Sanki bir askeri anlatıyor. İlerleyen bölümlerde, Binbaşı Hakkı, tunçtan bir madalyonun ortasındaki profil gibi, hissiz ve hareketsiz durur; sert bir asker; daha doğrusu, sadece bir rütbe ve bir üniformadır. Buraya aldığımız sıfatların aynı dönemlerde, insanlara isim olarak dayatıldığını biliyoruz: Sert, Yalçın, Demir, Aslan, Metin, Çelik, Yağız, Gürbüz… gibi. İsimle müsemma arasındaki ironinin, ırkçılığın yükseldiği her ülkede yaşandığını anımsayalım. Sohbetin ilerlemiş bir vaktinde, evin teklifsiz bir ahbabı alışkanlığıyle, Kuvâ-yi Milliye kahramanı Binbaşı Hakkı Bey gelir: kadınlara hafifçe eğilerek, erkeklere dimdik durarak Amerikan ve “Shake hande” yapar. Binbaşı da ortaya çıktığına göre, romanda tez de netleşmeye başlar: Bekir Sami heyeti, diplomatik görüşmelerden muvaffakıyet elde edemeden dönüyordur. Binbaşı bunun üzerine Mecliste sulh cereyanlarından eser kalmamasını umar. Eliyle silahını işaret eder: her şeyi bu, halledecektir. Sonra karşılıklı Avrupa medeniyeti yerden yere vurulur. Hak ve adalet prensiplerinin kaynağı hep orasıdır sanmışız. Yalan, yalan, yalan!… Avrupa, bir yırtıcı-kuşlar yuvasıdır ve onun karşısına ancak tepeden tırnağa kadar silâhlanmış olarak çıkılır. Romanda doğru-yanlış, iyi-güzel yavaş yavaş temayüz etmeye başlamıştır artık: Sarıklılar, onlara doğru gelir ve kadınlarla bir arada oturduklarını görürler. Murat bey, yakalandık, diye üzülür: “-Hanımefendi, bunlar, bizim Meclisin en koyu mutaassıplarındandır. İntihap dairelerinde de öyle bir nüfuzları vardır ki, kimse ses çıkaramıyor, âdeta herkese terör yapıyorlar.” Binbaşı Hakkı Bey, hiç istifini bozmadı: “-Kara terör, kara terör!…” diye söylendi. “Bizim düşmanımız yalnız Avrupa değil, bunlar da… Bir gün bunlarla da çarpışmak lâzım gelecek!…” Murat bey durumu kurtarmak için, Akraba ve taalûkat bir arada oturuyorduk, dese de, bu kara terörün temsilcileri yumuşamazlar: Gelenler, Selma Hanımı şüpheli ve düşman gözlerle süzerler. Yine sıfatlara dikkat edelim: mutaassıp demek yetmez, çünkü bunlar ‘en koyu’ cinsindendirler. Terör, yapıyorlardır, hem de ‘kara’ terör. Artık, iyinin ve kötünün temsilcileri romanda belli olmaya başlamıştır: Anımsayalım, iyiler beyaz, kötüler siyah giyerler. Saçlarını İstanbul modası -İstanbul işgal altında olduğu için Avrupaî moda hemen oraya taşınır- kestirmek isteyen kızcağızın, imam olan babası hele bir kes, kafanı da kör bıçakla ben keserim!… der, zaten imam gençliğinde katil maddesinden on beş sene hüküm yemiştir. Zira İstanbul’un çürüyen değerleri yüzünden düşman ta Ankara’lara kadar varmıştır. Sadece düşman değil, İstanbul’dan gelen ‘yaban’lar da, beraberlerinde çürümeyi de getirirler: Anadolu’nun tertemiz toprağını kirletirler: Ata binerler, kısa etek giyerler, adamlarla birlikte dans ederler: karıyı kızanı pencerelerden alamaz olurlar. Üstelik bu dedikodular, cami havlusunda, tam da abdest alınırken yapılır. Selma hanım, Çankaya’yı merak etmektedir. Oralara sivil çıkılamayacağından mıdır, bilinmez yine Binbaşı onlara eşlik edecektir. Atları getiren emir nefer; otuz iki dişini birden göstererek sırıtır: “-Deha, orada.” der. Çankaya’ya doğru yol alırlarken, Binbaşı onlara şehrin tamamını gezdirmek için söz verir. Selma hanım artık Ankara’da kendini daha rahat hissetmeye başlamıştır. Çünkü yavaş yavaş ‘yeni Ankara’nın asrî mekanlarına doğru açılmaktadır. Halbuki, İstanbul’da hep Anadolu’nun taassubundan bahsedilirdi. Binbaşı bu düşünceye kızar: “-İstanbul hanımları, bizi bir alay vahşi mi sanıyorlar! Bir gün muzaffer olunca da İstanbul’a gireriz diye kimbilir kaç züppe hanımın yüreği hopluyordur.” İstanbullu hanımlar ecnebi zabitleriyle dans eden züppeliği; Anadolu kadını ise, cephede mücadele eden azizeliği temsil eder. Yakup Kadri sık sık eski-yeni çatışmasını vermek için İstanbul’la, Ankara’yı karşılaştırdığını fark eder ve bir romancı kıvraklığıyla durumu kurtarmaya çalışır: Her an İstanbul, her an İstanbul… Ve Ankara’nın her noktasında bu mukayese, benzetme… Tuhaf bir his… Tuhaf olan bu karşılaştırma değildir esasen; çünkü Yakup Kadri’nin böyle bir karşılaştırma gibi derdi yoktur. Onun roman boyunca ‘mesele’si, ‘ideal’ bir Ankara kurabilmek ve onu anlatabilmektir. Mesele idealleştirilince yaşananlar, romanın kurulduğu çevre, ‘öteki’ olarak İstanbul, kahramanlar ve figüranlar, romanın tüm öğeleri gerçekliği temsil etmekten ister-istemez uzaklaşır. Öğeler ütopyanın kurulabilmesi için sadece birer malzemeye dönüşür. Yaban romanında işlediği tezi burada da ele alır: İstanbul’dan gelenler, yani Anadolu’ya ‘yaban’ kalanlar, buranın dilini anlamazlar. Çünkü Anadolu türkülerini candan dinlememiştirler. Anadolu köylüsünün yüzünde öyle bir ifade vardır ki; bütün saffetine, sadeliğine, hattâ basitliğine, iptidaîliğine rağmen, vekarı, olgunluğu, derin ve ıstıraplı çizgileriyle sizi korkutur. Bir Anadolu çocuğunun karşısında, büyük bir hayat tecrübesiyle yüklü ve o kadar içten gelen bir irfan ile kavruktu ki, bunun karşısında bütün bildiğim ve öğrendiğim şeylerin hiçliğini anladım, diye itiraf ederler. Ancak, aydınlar yaşadığı korku ve hiçlikle çok sarsılsalar da, bu sarsılma onların hayatlarını ve düşüncelerini değiştirmez. Çünkü onlar, basit, iptidaî değildirler; bildikleri içten gelen bir irfanın değil, ciddi bir eğitimin sonucudur. Üstelik ülkeyi biçimlendirmek gibi kutsal bir görevleri vardır, hatta bu görev yakalarına öylesine yapışmıştır ki devir bile edemezler. Hâl böyle olunca, tertemiz Anadolu toprağında yetişen bu erden Anadolu insanını yeni ideallere göre biçimlendirmek, onlar için en önemli konu olması kaçınılmaz olur. “-İşte, Paşa’nın evi burası…” dedi. Selma Hanımın yüreği ağzına geldi. Gerçi, Milli Hareket başının Ankara’da ne kadar sade yaşadığını biliyordu. Fakat bu sadeliğin derecesini kendi gözleriyle ölçerken bir mucize karşısında gibi hayret ve heyecana düşmüştü. Ne! Bütün dünyanın kendisinden bahsettiği Adam, bu kayaların dibindeki taştan kulübede mi oturuyor! Binbaşı sanki Selma hanımın aklından geçenleri sezer ve hemen tenkit ediyormuşçasına: “-Daha yeni naklettiler. Kira ile oturuyor,” der. Selma hanımın gözünde bu manzara alegorik bir mahiyet alır. Öyle ki, yüreğine ancak mübarek âbideler önünde hissedilen bir hûşu çöker. Başını yerden kaldırdığında, her yanı değişmiş bulur. Genç kadın, bütün Ankara’yı şimdi, başka türlü görüyordu. Değerlerin değişmeye başladığından söz etmiştik. Yeni bir devlet kurulacaktır; bunun için yeni bir millet gerekmektedir; yeni bir millet inşası için de, yeni değerlere ihtiyaç vardır. Halkın savaş nedeniyle kıtlıkla boğuştuğu, açlıkla imtihan olduğu bir ülkede büyük devlet adamları da saraylarda, köşklerde elbette yaşamazlar. Artık ülke, bu büyük devlet adamının etrafında kurulacaktır. Bu durumda, tüm yapılanmanın kendi eksenine göre belirlenmesi sonucu, merkeze de kaçınılmaz olarak kutsiyet atfedilir. Selma hanım, değişen değerlerle birlikte değişmeye başlamıştır. Artık sadece kutsal mekanlar önünde değil; sıradan bir evin hatta kulübenin önünde de hûşu içinde olunabilirdi. Bunu kutsalın değişmesi olarak yorumlamak için henüz erken. Bu hûşu sadece Selma hanımın yaşadığı bir durum değildir, tüm memleketin havasına yayılmıştır. Anadolu’ya yeni gelen bir muharririn, millî felaketi kutlayacağı hiç aklına gelmez. Halbuki, şimdi Ankara’da bulunmanın bahtiyarlığını duyar. Burada, her sabah, onunla birlikte bir millet uyanır ve kendisini selâmete götürecek olan kahramanın, başı ucunda, gülümseyerek durduğunu görür. İlk defa olarak, ömründe ilk defa olarak, burada, kendi etinden, kendi kanından, kendi cevherinden insanlar içinde yaşadığını hisseder. Burayı Göksu’ya benzetmek küfürdür artık. 1921 Ankara’sı. Dört beş yıl sonra, bu basit cümle, size, Kitab-ı Mukaddes’ten bir satır gibi gelecek ve buna karışmış olmak size, hayatınızın yegâne mânası gibi görünecek. Buna ‘yabancılaşma’mı demeli, ‘yerli’ olana dönüş mü! Roman bir tezi önermek, ona yaşam alanı açmak için kurulduğunda, gerçeklik, tezin etrafında; teze göre kurulur. Roman kahramanların sahiciliği, inandırıcılığı gibi öğeler, böylesi romanlarda her zaman yara alır. Daha doğrusu, gerçekliğin temsili gibi temel bir mesele askıya alınır. Örneğin yukarıdaki cümleleri tersinden okuduğumuzda ortaya çıkan anlam, bize sahiciliğin nasıl yara aldığını gösterir: İstanbul’da koca bir millet uykudadır. Başucunda kendisini felakete götüren bir hain, etrafına öfke kusar. Ömründe ilk defa olarak, burada, kendi etinden, kendi kanından, kendi cevherinden insanlardan ne kadar da uzakta kaldığını hisseder; sanki beraber oldukları insan değildir. Ankara semalarında düşman tayyareleri görünmeye başlayınca kimileri korkar ve şehri terk etmeye başlarlar, kimileriyse evlerine sinip millî mücadeleye katılmazlar; bunları ihtiyarlardan, alillerden, çocuklardan ayırt etmenin imkânı yoktur. Bunlar, cemiyet dışı gibi bir şey olmuştur. Benzer yargılamalar burada da sürer. Romancı bir tez atar ortaya; buna katılmayanlar, ‘cemiyet dışı bir şey’e dönüşür. Bu hengâme içinde Nazif bey de, karısına kaçmayı teklif eder. Ama cephede hemşirelik yapmış Selma hanım bu fikre şiddetle karşı çıkar: Nazif’ten ayrıldıkça Ankara’ya, Ankara’nın ifade ettiği millî mânaya bağlılığı artıyordur. Nazif, zaten hiçbir zaman bu millî manayı anlayamamıştır. Artık zafer kazanılmıştır: [b]u bayraksız, donanmasız, davulsuz, zurnasız bir zafer bayramı oldu. Çünkü, sevinç, yanık topraklardaki sular gibi, hep içe çekilmiş, yüreklere sinmişti. Her fırsatta karısını döven, Ömer efendi bile o sabah ilk kez gülümser ve romanın ilk bölümü böylece biter. Yeni Ankara: Selma Hanım, bu acayip rüyadan, üç yıl sonra, Yenişehir’de, yeni bir evde, yeni bir kocanın yanıbaşında uyanıyordu. Yazımızın başında değerlerin değişmeye başladığından söz ettik. Artık yeni bir devleti, eski değerler temsil edemezdi. Çünkü eski değerler İstanbul’a aitti, oysa artık Ankara vardı. Selma hanım da değişime ayak uydurur, zaten o da bu değişimin taşıyıcılarından, temsilcilerindendir: Artık şehir, ev, koca hepsi değişmiş, ‘yeni’lenmiştir. Bu toptan değişim öylesine hızlı yaşanmıştır ki, Selma hanım, hakikatte bir rüyadan uyanmış mı olduğuna, yoksa, asıl şimdi mi bir rüyaya daldığına karar veremez. Hakkı beyle evlenen Selma hanım; ‘yeni şehrin’ önde gelen temsilcilerindendir. “Bu yeni Türk muhitine yeni girmiş bazı ecnebiler, Hakkı Beye: “Bu almancayı Berlin’de mi öğrendiniz!” veya Selma Hanıma: “Hiç şüphesiz Paris’te giyiniyorsunuz, değil mi!” diye sordukları vakit, Türklerce, sanki, medeniyet yolunda bir geniş adım atılmış gibi oluyor; eşte dostta bir düğün dernektir gidiyordu.” Yeni bir devlet kurmak, ülkemizde öyle kolay olmadığı anlaşılıyor; her şeyin ‘yeni’lenmesi yetmemiştir. Bu yenilenmenin tasvip görmesi gerekmektedir. Yakup Kadri’nin kahramanları bu konuda da kararlı adımlar atarak, muhitlerine örnek olurlar. Murat bey de örnek bir davranış gösterir: Kavaklıdere’de asrî hayatın zevklerini sürmeye başlamışlardır; kapısının önünde Stude Baker otomobili; en son dans havalarını durmaksızın çalan mobilyalı bir garmofonu vardır. İsviçreli mürebbiye hem çocuklarla ilgilenir hem de hanımlara Fransızca ve adabımuaşeret dersleri verir, Cemile hanım bütün bu yeni müktesebatına fiziğini uygun bulmaz, zayıflamak için durmadan yürür ama yürüdükçe iştahı açılır, gene yemek yer ve kilo alır. Elbette tüm gayretler boşuna değildir; bir yandan toplumsal hayat değişirken, diğer yandan da değişime uygun mekanlar, kurumlar açılır: “[b]u kış, noel ve yılbaşı balolarına Ankara’da, her seneden daha şevkli bir hazırlanış vardı. Çünkü, bu eğlenceler, henüz açılmış olan Ankara Palas’ın büyük hall ve salonlarında yapılacaktır. Hummalı bir hazırlanma vardır. Gerek Kaligurusi’de, gerek Fegara’da en son Paris modelleri Ankaralı hanımlar tarafından kapışılır. Beyler fraklarının yanında yeni gece elbiseleri ısmarlarlar: İlk yıllar, bir kuyruklu ceketle bir silindir şapkayı kâfi sananlar, şimdi, klak ve makferlan peşinde koşarlar. Karılarının arzularını yerine getirmeyen kocalar, dünyanın en bedbaht insanlarıdır. Balo gecesi herkes içeri dolarken, romancı, otelin dışında yine imamın etrafında halkı toplar ve onların bu eğlenceden yeni yaşamdan ne kadar uzak olduğunu okura aktarır. Ama Selma hanım umutludur, çünkü bu değişime omuz vermiş azizelerden biridir. O mücadelesinin hiçbir döneminde umutsuzluğa kapılmamıştır, ancak gönlü rahat değildir: Yavaş yavaş onlar da öğrenecek, onlar da alışacak. Bu yeni hayatın icapları onlarca da anlaşılır, açık ve basit şeyler haline girer. Otelin merdivenlerini çıkarken, dışarıdaki halktan bir adım daha uzaklaştığını düşünen gencin sözleri, hislerine tercüman olur. Ancak bir başkasına göre de bunda üzülecek bir şey yoktur: Çünkü demokrasilerin kanuniyetine göre, hep aşağıdan yukarıya doğru çıkış vardır. Bunun tersi, ancak bir katastrofu ifade eder. (Halka doğru) lâfının hakikî mânası halkı kendine doğru çekmek demektir. Yeni kurulan devletin temel prensibi de böylece ortaya konmuş olur. Halk kördür, cahildir, zevksizdir, kabadır; yapılması gereken onları da Ankara Palas’tan içeri girebilecek ‘ince’ bir eğitimden geçirmektir. Gecenin ilerlemiş saatlerinde, Selma hanımın yanına, daha önce tanıştıkları genç muharrir Neşet Sabit gelir. Muharrir, kendinin orada bulunmasını sorgulama gereğini hissetmez ama; yeni hayata itirazları vardır: Burada artık, muayyen bir çeşit hayatın kalıplanışı vardır. Biz sanki, inkılâbımızın böyle bir safhasına mı geldik sanıyorsunuz! Yok canım, bu gördüğünüz şeyler, bu balo, bu otel, sizin Yenişehir evleriniz, bunlar hep birer hayat kalıbıdır ama bizim kendi inkılâbımızın ateşinde dökülmüş kalıplar değil. Bizim ruhumuzdaki hayat prensibinin, yeni hayat özünün tomurcuğu daha çatlamadı. Çatlamış olsaydı, memleketteki hayat şartlarının yalnız küçük bir ekalliyet lehine değil, bütün millet için değişmiş olması lâzım gelirdi. Neşet Sabit, tüm eleştirilerine rağmen, buralarda bulunmasını entelektüel ‘vice’i; hatta snobisma olarak değerlendirir. Tam zıddı olanlarla beraber olmak, onu bir parça daha kendi içine iter. Yeni Ankara, başdöndürücü bir süratle inkişaf ederken, Neşet Sabit’in yaşadığı zıtlıklar da artar. Romanın ilk bölümünde İstanbul-Ankara üzerinden kurulan gelenek-modern; yeni-eski, geri-ileri çatışmaları ve çelişkileri; bu bölümde Neşet Sabit ve Selma hanımın üzerinden, Doğu-Batı, Türklük-Garpçılık, Birey-Toplum çatışma ve çelişkilerine dönüşerek kurulur. Bir anda Selma hanım kendini karşı tarafta bulur; bu bölümde romancının tezini Neşet Sabit temsil eder. Romanın üçüncü bölümünde Selma hanımın Neşet Sabit’le evlenmesi de, romancının üç bölümde işlediği değişimi taşıyacak karakterlere ihtiyaç duymasındandır. Selma hanım roman boyunca ‘ciddi’ değişmeler, kırılmalar göstermeyerek iyiyi, güzeli temsil eder. Tezin işlenmesi açısından üç dönemde yaşanan değişimler ise kocalar üzerinden kurulur. Selma hanım, millî mücadeleyi canlandıran ruhun ‘değiştirici, yapıcı’ gücünün, şimdinin toplumsal yaşamını da belirlemesini ister: Türk kadınları, çarşaf ve peçelerini işe gitmek, çalışmak için daha kolaylık olur diye çıkarıp atacaklardı. Türk kadını, hürriyetini dans etmek, tırnaklarını boyamak ve Rue de la Paix’nin kanunlarına esir bir süslü kukla olmak için değil, yeni Türkiye’nin kuruluşunda ve kalkınışında kendisine düşen ciddî ve ağır vazifeyi görmek için isteyecekti, kullanacaktı. Ve Türk erkekleri, garplılaşma hareketini, Tanzimat beyinin garpperestliğiyle, alafrangalığıyla bir ayarda tutmayacaktı. Milliyetçi Türk garpçısı için garpçılığın en karakteristik vasfı, garplılığa Türk üslûbunu, Türk damgasını vurmaktır. Şapka, bize hâkim değil, biz şapkaya hakim olmalıydık. Garplılaşma, muayyen bir hayat prensibidir. Bu prensip, ancak millî iradenin, millî isteğin, millî kültürün ve nihayet millî ahlakın hizmetçisi, emirberi olmak şartıyledir ki, yaratıcı ve kurucu rolünü oynayabilirdi. Neşet Sabit’in tereddütleri bir dönemin çatışmasını temsil etmesi bakımından önemli elbette. Modernin olduğu yerde, geleneğe yer kalmıyordu. Ancak modernleştirilmeye çalışılan bu toplumun uzun tarihinde Türklük ve Millîlik gibi kavramların yeri yoktu. İslam’ın bayraktarlığını yapan toplum, diğer müslümanlarla birlikte kendini tek bir millet olarak görüyordu. Özellikle kadınların, toplumsal yaşama sokulması için mutlaka ‘iş hayatına’ atılmaları gerekmiyordu. Erkeklerle aralarında ‘doğal’ bir eşitlik ve ‘doğal’ bir işbölümü vardı. Üstelik dans etmek ya da tesettürden ‘iş gereği’ çıkmak gibi talepleri yoktu. Dahası ‘milliyetçi Türk garpçılığının’ beraberinde getirdiği millîleşme cereyanı da toplumsal bir talep değildi. Talep ülkeyi mutlaka ‘muasırlaştırmak’ isteyen seçkinlerden geliyordu. Bu nedenle Neşet Sabit’in sözünü ettiği ‘tohum’ onun beklediği gibi değil de; tam tersi sonuçlar doğuracak bir şekilde patlamıştı. Ankara kasabasının tam göbeğinde yaşayan muharrir, bu düşüncelerle yürürken kendini bir Mevlût âyininde bulur. İki kilometrelik bir mesafede bir yanda viskili, danslı çay partisi, bir yanda Mevlût. Neşet Sabit iki tarafı da haklı bulmaz: Onun millî idealine göre, vücut bulması lâzımgelen yeni Türk Cemiyetinin üslûbu; ne bu kerpiç duvarlar arasında bir örümcek gibi yaşayanlardan, ne de iğreti bir dekor içinde kurulmuş kuklalar gibi zıplayanlardan örnek alabilirdi. Anlaşılan muharrir, eldeki malzemeden memnun değildir. Ama mutlaka bir şey yapılmalıdır; bir toplum mutlaka yaratılmalıdır. Çünkü inkılâbı herkes kendine göre tefsir etmekte, ortaya bir çok soytarı çıkmaktadır. Hatta romanın ilk bölümünde, kadın-erkek bir arada oturuyorlar diye kendilerine çıkışan, kara-terörcü Şeyh bile artık bir alkolik olup çıkmıştır. Bizim ıstırabımız artık tam da bu yanlış tefsirlerde aranmalıdır: Garpçılık, her şeyden evvel, bir yapma, yaratma, kurma, iletme ve işletme gücüdür. Bütün bu yaptığımız şeyler, hep ondan sonra gelir. Görüldüğü gibi Neşet Sabit’in yapılanlara bir itirazı yoktur; mesele sadece önceliklerdedir. Öncelik milleti; yapmak, yaratmak, kurmak ve bunları tüm topluma iletip işletmektedir. Sonra elbette eğlenilecektir; ama her şeyin bir yeri ve zamanı vardır. Selma hanım da mütereddittir; asrî ve aristokrat yaşam onu da boğmakta ve o Ankara’ya ilk geldiği günleri, Tacettin mahallesinin yoksulluğunu özlemektedir: Yeni Ankara, o eski Ankara’nın bir gelişmiş şekli olmak gerekmez miydi! O millî ateşin hararetinden bu buzdan şehir maketi nasıl çıkmıştı! Üstelik millî mücadele zamanında hemşire olarak cephede ‘çalışarak’ yararlı olmuş bir kadın olan Selma hanıma böyle oturmak boş gelir. Ona göre yararlı bir işte çalışmak, yaşamın yegâne mânasıdır. Ama şimdiki muhitinde bu tarz bir anlayış yoktur: Bizi, yalnız süsleyip dans ettirmek için mi açtınız! Yalnız buna yarayan bir kadın hürriyetinin ne kıymeti var! diye kocasına çıkışır. Kocasın cevabı oldukça vecizdir: Geriye alırsak, kıymetini o vakit anlarsınız. Kadın hürriyetinin sadece açılıp sosyetik bir yaşama biçimine indirgenmesini Selma hanım hazmedemez. Çünkü yeni kurulan bir toplum vardır, bu inşaya mutlaka herkes bir kürek harç taşımalıdır. Ancak kocası, ona bir gerçeği hemen hatırlatır, verilen hak geri de alınabilir. Zira bu hak sadece ‘verilmiş’ bir haktır; verildiği gibi de geri alınabilirdi. Oysa onun kadın hürriyetinden anladığı, kocalara ihtiyaç duyulmayacak bir yapılanmadır ve mutlaka işe yararlılıktır: Gûya sosyal bir inkılâbın öncüleri olduklarını zanneden okur-yazar Türk kadınları (…) boş yere hür, azat olmaktan mustariptirler. Ben, bize verdiğiniz ‘courtisane’ hürriyetini istemiyorum. Ben, erkekle her hususta eşitliği talep ediyorum. Selma hanım ıstırabının, aslında eşitliği ‘erkek’lerden istemesinden kaynaklandığının farkında değilmiş gibi görünüyor. ‘Veren’ hiçbir düzeyde ‘verilen’ ile eş ve benzer olamaz. Eşitliğin ‘doğal’ bir hak olduğunun farkında değildir ne yazık ki. Üstelik kocalarının, arsa spekülâsyonlarıyle, komisyonculukla, müteahhitlikle ya da birtakım yüksek sinekürlerle birdenbire en geniş bir maişet seviyesine ulaşmaları sonucu, kadınlara pek de işe yarayabilecekleri alanlar da bırakmazlar. Bu boğuntuya daha fazla dayanamayan Selma hanım kocasından boşanmaya karar verir ve genç muharrirden hemen kendisine bir iş bulmasını talep eder. Öyle yükseklerde gözü yoktur. Zaten kocasından boşanması biraz da aşağılara inmeyi seçmesindendir: Himaye-i Etfal’de bir çocuk bakıcılığı veya hastahanelerin birinde bir hemşirelik onun için yeterlidir. Bir Ankara Düşü: Artık; içtimaî atmosferin ruhlaştığı, toprağın doğurucu bir karın gibi her gün yeni bir şey vücuda getirdiği, bütün etrafındaki insanların şevkli bir çalışma içinde zekâlarının ve iradelerinin en güzel meyvelerini verdikleri bu ateşli inkılâp ve oluş dönemine girilmiştir. Dünyanın ‘ikinci yaratılışı’ sayılan bu oluşun başlaması için; bundan dört yıl evvel, yüzünü gördüğü ve sesini işittiği yaratıcı, aydınlığa, “Ol!” demişti; aydınlık oluyordu. Suya, “Ol!” demişti, su oluyordu ve “Suların arasında Levh olsun!” demişti. Levh, meydana gelmişti ve “Tohum verir nebatı ve yeryüzünde tohumu kendisinden olarak cinsine göre yemiş veren ağaçlar husule gelsin” demişti ve “tohumun cinsinden türlü ağaçlar bitmişti.” Yazımızın ilk bölümünde, kimi değişimlere gönderme yaparak bunu ‘kutsal’ın değişimi olarak değerlendirmek için erken demiştik. Şimdi bu ‘ihtiyatî’ kaydımızı kaldırıp, ‘kutsal’ın da değişmeye başladığını söyleyebiliriz. Dinin belirleyici olmaktan çıkarıldığı bu yeni ‘oluş’ evresinde, halkta meydana gelebilecek kimi manevî boşlukları doldurmak için, yeni kutsallara gereksinim vardı. Gerçî zaman içinde bu manevî boşluk tamamen ortadan kalkacağı için, üretilen kutsala artık gerek kalmayacaktı; ama şimdilik acilen üretilmesi, kurulması gerekiyordu. Şimdilik bunların üretilebilmesinin en kolay yolu da, devletin ve toplumun ‘kendine’ göre şekillendiği merkeze atıfta bulunmaktı ve safa merkezi, bir turizm şehri, bir kozmopolit liman halini almıştır. Ankara’daysa, çoğu telif, edebi piyesler oynanıyor, bazen de belli başlı operalardan seçme parçalar çalınıp söyleniyordu ve bu kadarı halkın ruhunda yeni başlayan lirik ve dramatik açlığa kâfi bir gıda teşkil ediyordur. Yeni oluşum görüldüğü gibi sadece halkın manevî boşluğuyla değil; onların lirik ve dramatik açlığıyla da ilgiliydi. Diğer yandan da, tarih ve dil alanında da yeni ‘oluşumlar’ yaşanmakta ve bunlar halka hızla aktarılmaktaydı: [M]illî şuur ve iktisat savaşçılığı onun damarlarında atalarımızın cengâverlik fitratı gibi bir tabiî kabiliyet’e dönüşmektedir, artık. Matbuat da, her dümensiz cemiyetlerin matbuatı gibi, hareket edemez; millî gayelere ve millî göreneklere göre kendine bir çeki-düzen vermiştir. Nice kötü âdetler, gayri millî cereyanlar, tereddî ve irtica unsurları, bu sayede yeni Türk cemiyetinin bir köşesinde barınamaz olur. Türk milleti destanın ilk sayfası kapandı. Şimdi, tabiatle, kaza ve kaderle mücadelesi başladı. Roman boyunca, Türk milleti için sayfalar kapanıp, yeni sayfalar açılırken; onlar adına birçok yeni oluşuma ve düzenlemeye gidilirken; onların mutluluğundan-mutsuzluğundan, açlığından-tokluğundan, memnuniyetinden-memnuniyetsizliğinden söz edilirken halkı temsilen kimsecikler ortada görünmez. Göründükleri yerlerde de, ya eğitimsiz, cahil, kaba, eğitime muhtaç zavallılar olarak ya da ‘kara terör’istler olarak görünürler. O sadece ‘muhayyel’ bir varlık olarak, romancının muhayyilesinde yaşar ya da kurgulanır. Bütün saffetine, sadeliğine, hattâ basitliğine, iptidaîliğine rağmen, vekarı, olgunluğu, derin ve ıstıraplı çizgileriyle, romanın ilk bölümünde Neşet Sabit’in karşılaştığı Anadolu genci de, muhayyel bir varlıktır. Evet, yeni cemiyet gibi yeni insanda da kaza ve kadere bırakılmış hiçbir taraf olamaz; kaza ve kader tesirinden uzak, hatta kaza ve kaderini tayin eden insan elbette muhayyel olmak zorundadır. Çünkü hayat bize hep bunun aksini ispat ediyor. Nihayet Selma hanım saçlarının arasında birkaç beyaz tel görür: [b]ütün kadınların alın yazısı olan bu hâle gülerek boyun eğer. Kader ve kaza, baht, tesadüf kelimeleri artık cin ve peri masallarındaki tabirler gibi hiç bir şey ifade etmeyen mecazî lûgatler sırasına girecektir. Yeni cemiyet, yeni insan tabirleriyle birlikte artık romancı insanları da iki döneme ayırır: iptidaî insan-yeni insan. Yeni kurulan modern devletle -romanda geçen ‘yeni’ sözcüğü de şâyân-ı dikkattir- birlikte eski, geleneksel devlet ve onun temsil ettikleri çöpe atılmaya başlanır. Bunun en iyi yollarından biri de kuşkusuz, alabildiğine o dönemi yok saymak, karalamaktır. Her zerresi millî aşkla elektriklenmiş bu müstesna hava içinde, bu mâveraî aydınlıklar arasında ve bu altın suyuna batırılmış bir sonsuz tarih tomarını andıran cadde üstünde, Selma Hanım, büyük ırkının mehabetli rüyasına dalmıştı. “Bu kısımdaki Ankara ve Türkiye, yazarın o vakitler hayal ettiği Ankara ve Türkiye’dir.” Üçüncü bölüme bu kaydı düşmüştür, Yakup Kadri. Romanın başındaki ‘Bir Not’ta da, birinci bölümdeki Millî Mücadele ruhundan hemen hiçbir iz kalmadığını; üçüncü bölümde hayalini kurduğu Türkiye’nin gerçekleşmesine doğru adımlar atılamadığını; hâlâ ikinci bölümdeki Ankara’nın içinde tepinip durduğumuzu yazar. Yakup Kadri’nin, Nev-Yunanîlik’ten; millîliğe, Türklüğe doğru düşünsel bir açılım yaşarken, aslında bakış açısının, dünya görüşünün temelli bir biçimde değişmediğini görürüz. Dünyayı kurtaracak medeniyetin Helen olmadığını, Millî Mücadeleyle birlikte anlar. Kahramanlarından birine söylettikleri, onun yeni dünya görüşünü anlatır aslında: “Milliyetçi Türk garpçısı için garpçılığın en karakteristik vasfı, garplılığa Türk üslûbunu, Türk damgasını vurmaktır. Şapka, bize hâkim değil, biz şapkaya hakim olmalıydık. Garplılaşma, muayyen bir hayat prensibidir. Bu prensip, ancak millî iradenin, millî isteğin, millî kültürün ve nihayet millî ahlakın hizmetçisi, emirberi olmak şartıyledir ki, yaratıcı ve kurucu rolünü oynayabilirdi.” Garbın değerlerine hiçbir zaman ve hiçbir şartta Türk damgası vurulamayacağını aslında Yakup Kadri de bilmektedir. ‘Başkası’nın üretip ortaya koyduklarına, ‘kendi’ damganızı vuramazsınız; bu sahtecilik olur. ‘Şapkaya hakim’ olmak da sadece demagojidir, çünkü onun gerçek sahibi başkalarıdır. Başkalarından istenen, talep edilen ‘şey’ler kendi kullanma biçimleriyle birlikte gelir. Ve onların yaşayabileceği bir vasatı gereksinir. Yakup Kadri, kurulan yeni devlete ‘bir tuğla’ da kendi koyarken, yaşadığı millî heyecanı, Anadolu’yla temellendirmeye çalışır. Ancak Anadolu’nun ve insanın bin yıldır kimliğini tanımladığı değerleri reddeder. Çünkü bu değerleri modern-muasır olmaya engel görür. ‘Helenistik’ bir bakışla, birden Anadolu önem kazanmaya başlar. ‘Yaban’da, daha yakından işlediği gibi; İstanbul aydınını, aslında temsil ettikleri bakımından İstanbul’u yermek için, Anadolu halkını ve onun temsil ettiklerini yüceltmeye başlar. Aslında yücelttiği, kendi muhayyel Anadolu’su ve halkıdır. İslam’ın değerlerine her zaman sıkı sıkıya bağlı olmuş bir halk değildir onun yücelttiği. Dinin, Anadolu’nun ‘diğer’ değerleri gibi, ‘değerlerden bir değer’ mesabesine indirgendiği; medeniyetin, kültürün içinde, ‘renklerden bir renk’ olarak tasavvur edildiği bir yerliliktir onun ikame etmek istediği. Romanında, opera-bale, tiyatro salonlarını dolduranları halk olarak vasıflandırmasıyla biz onun ‘halk’ idrakini daha iyi anlayabiliriz. “Yeni nesile biz vücut verdik. Onu, bizim neslimiz yarattı,” derken Yakup Kadri, yeni bir devletin, yeni bir ulusla yaratılacağını baştan kavradığını anlarız. Bir şekilde, ‘yeni’ olmayan halktan, yeni bir ‘ulus’ yaratılmalıydı. Modernliğin gereğini yerine getirmek başka türlü olası değildir. Birinci Dünya savaşında fitillenen bu anlayışla kurulmaya başlanan, ırk-etnik tanımlı devlet anlayışı; ironik bir şekilde modernizmin de sonu oldu. Dünyada ırk-etnik kökenli kimlik tanımıyla kurulan devletler kısa zamanda Hitler’i, Musolini’yi, Stalin’i doğurdu ve büyüttü. Hiç umulmayacak şekilde yangın yerine dönen dünya; ilk önce onu fitilleyen anlayışı yaktı. Yazımda, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, Ankara romanın, Remzi Kitabevin’ce, 1972 yılında, 4. baskısı yapılan nüshasını esas aldım. 01 Temmuz 2007 |
|
|
|
Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
|
|