bulundukları yere hayart veren kadınlar
Bodrum sokaklarını bilirsiniz değil mi? Hani, o daracık taş yoldan ve begonvillerin altından yürürken bir anda karşınıza deniz çıkar, orada öylece kalırsınız. İşte o sokaklar, insanları alır bir başka dünyaya götürür. Paris de böyledir, Roma da Amsterdam da… İstanbul’da o kadar çok sokak var ki! “Bu büyülü atmosferi geceleri yakalayan tek sokak neresi?” derseniz, çok yer sayarım, ama Asmalı Mescit bir başkadır. Pera’nın önünden yokuş yukarı çıkarken, Yakup’un önünden geçerken o samimi ortamı bulursunuz. Köşeyi dönün, karşınıza Refik çıkar. Orası da öyledir. Refik’in karşısında ise Rakıcı…
Rakıcı’nın önündeki o dar sokaklarda, birbirlerine komşu olmuş masalar beni büyüler. Birbirlerini hiç tanımayan, ama tanıştıkları an 40 yıllık dost gibi sohbet eden insanlar, bu sokağın rengidir. Denizci deyimiyle söylüyorum: Geceleri bodoslama bağlandığım tek iskele Rakıcı’dır. Bunun nedeni şudur efendim: Burada İstanbul’un o Rum meyhaneleri kültürü yaşar, yaşatılır. Bir de Udi Kemal ile Türk Sanat Müziği’nin büyük ustası Zeki Bey’in (Müren) o unutulmaz şarkıları her gece söylenir. Sizlere yaşanmış bir olay anlatacağım. “Onlar kimlerdi?” diye sormayın, söylemem. “Onlar kaç yaşındaydılar?” diye sormayın, hiç söylemem. Zaten kadınların yaşları da sorulmaz ve söylenmezmiş. Rakıcı’da o gece çok özel şeyler gördüm. Bir köşede güzel bir bayan, tek başınaydı! Bir başka köşedeki beş bayan ise yalnızlığı hiç dert etmemişler gibi… Müthiş etkilendim. Benim gördüklerimi yan masadan güzel bir bayan yorumladı: “Bulundukları her yere hayat veren kadınlar vardır. Ve onlar çok da fazla değildir ne yazık ki! ‘Ne yazık ki,’ diyorum, çünkü kadın hayat verendir. Ama yaşadıkları, ona hayat veren biri olduğunu unutturur çoğu zaman.” “Vay be,” dedim, “Demek ki hayat veren kadınlar da var.” Efendim konu şu: İşte ben o gece, hayat vermeyi unutmayan o kadınları tanıdım. O kadınların içeriye girmesiyle Rakıcı’da bir şeyler oldu. Ne bileyim, sanki mekan canlandı. Mekan, derin bir uykuya dalmış da onu uyandıracak birini bekler gibi uykusundan uyandı. İşte o an yan masadaki genç ve güzel bayan şöyle dedi: “Siz, kadın olmanın altın çağını yaşıyorsunuz!” O güzel bayana soramadım. Ama “Kadınların kadın olma yaşı kaçtır?” diye sorabilseydim, acaba şöyle cevap verir miydi: “Ekonomik açıdan özgürler. Ne istediklerini biliyorlar. Hayatla kavgalarını bitirmiş, hatta onunla barışmışlar bile… Ne estetik kaygısı, ne ‘Kim, ne der?’ duygusu… Oldukları gibi… Kimseden çekinmeden, ürkmeden… Birilerine hesap verme endişesi duymadan. İçlerinden geleni yapacak kadar hoyratlar… Zil zurna sarhoş olup, ‘Ben sarhoşum,’ diyecek kadar… Bu kadınlar, yılları geride bırakmışlar sadece, hayatı değil!” Acaba böyle mi derdi o güzel bayan? Bilemem. Çünkü ben bir erkeğim. Kadınları anlama konusunda ciddi sorunları olan biriyim. Gecenin ilerleyen saatinde Udi Kemal, göz kırpıp şarkısına başladı: “Bu son fasıldır ey ömrüm / Nasıl geçersen geç…” İşte o kadınlardan biri şarkıyı yarıda kestirdi. “Bir dakika, beni dinleyin!” dedi. ve anlattı: “Münir Nurettin Selçuk Bey, bu şarkının sözlerini öyle beğenir ki Vasfi Rıza’nın da olduğu bir toplantıda Yahya Kemal’e, ‘Üstat, bu sözleri bestelemek için yüksek izninizi istiyorum. O büyük ozan.’ Münir Bey’e döner: Benim şiirlerime güç katacak bir beste, bir müzik düşünemiyorum. Münir Bey başını eğer… Aylar sonra bir dost sohbetinde Münir Nurettin Bey, piyanonun başına geçer ve bu şarkıyı söylemeye başlar. ‘Benim şiirimin üzerine beste yapılamaz,’ diyen Yahya Kemal, gözyaşları içinde Münir Nurettin’e sarılır.” Yine bir “Vay be!” dedim. Sonra da Udi Kemal’le bu şarkıyı bir daha söyledik. Şarkı bitti. Ben de “Haydi Abbas vakit tamam,” dedim. O an anladım ki kadınların da zil zurna sarhoş olmaya hakları var. Oysa bir gece önce Bodrum’da, Yusuf’un Yeri’nde tek başına oturduğu masada bir kadının dinlediği şarkılardan etkilenip hüzünlendiğini görmüştüm. O kadın, gözyaşlarını saklamaya çalışıyordu. Acaba o kadın sarhoş olsa ağlar mıydı?
Kazım KANAT Abimizin Yazısı
|