|
Kitap Dünyası Kitaplarla ilgili tüm paylaşım burada. |
Seçenekler | Stil |
04-01-2010, 11:40 | #1 |
Lunapark Kapandı (Mario Levi) Özeti, Konusu, Karakterleri
Lunapark Kapandı Yazarı: Mario Levi Yayınevi: Doğan Kitap Basım Tarihi: Mart 2005 Sayfa Sayısı: 646 'Sen sadece duyduklarım karşısında sağır kalarak değil, bir başkasını seçerek ve aramıza bir başka odayı koyarak, benden o kadar değerli bir şeyi koparıp onlara götürdün ki, yıllardır acısını duymadığım bir yarayı öylesine kanattın ki! (...) İçimden götürdüğüm ve bana artık asla geri veremeyeceğin parçam, benim zaferimdi, en nihayet yaşayabildiğim zaferimdi İnci. Bu zafer gücünü, bir kadının bana tutkuyla bağlanmasından alıyordu. (...) O yaralı çocuklar, yaralarını kurmak istedikleri ailelere isteseler de istemeseler de taşırlardı hep. O yaralı çocuklar, sadece yaralı aileler kurabilirlerdi... Bir kaderdi bu sanki...' Hayalleri, masalları ve yenilgileri olmayan insan, yaşadığını söyleyebilir mi? Ya o tutku ilişkileri? Bizi bir yerlere götüreceğine hep inanmak istediğimiz, o aşklar, o sevgililer? İlişkilerimizde duvarlar ören ve bunu bize hissettiren kimdir aslında? Kendini kazanmanın bedeli, birilerini kaybetmeyi göze almak mı? O hayalleri yolun neresinde yitiriyoruz? Lunapark Kapandı, bu sorulara yanıtlar arayanların, diğer yandan da gidenlerin, gitmeyi bilenlerin ve hep aynı yerde kalanların, kendilerini bir odaya tutsak edenlerin hikayesi... Geriye, bir düzen kurduklarına inananların, oyunlarına sığınanların hayatın neresinde olduklarını sormak kalıyor... Ve roman bir gerçeği gösteriyor: bu yalanlarımızla o kadar kalabalığız ki aslında... KİTAP HAKKINDA 1999 yılında yayımlanan “İstanbul Bir Masaldı” romanının ardından uzun bir sessizlik dönemine giren Mario Levi, altı yıllık bir aradan sonra yine bir romanla çıkıyor okuyucusunun karşına. Neredeyse otuz yıllık edebiyat geçmişine rağmen çok az kitabı var Levi’nin. Yani az yazıyor ama çok hacimli yazıyor. “İstanbul Bir Masaldı” neredeyse yedi yüz sayfayı buluyordu, “Lunapark Kapandı” da yaklaşık altı yüz elli sayfalık hikayesiyle dikkat çekici. Bu kadar geniş hacimli bir romanı mercek altına almanın en büyük zorluğu hikayesini özetlemektir. Ama metnin neleri yapıp neleri eksik bıraktığını söyleyebilmek için yine de bir özet denemesi ile başlamak zorundayım. Bir Aşk Hikayesi “Lunapark Kapandı”, sonu daha ilk sayfalarında fısıldanan bir aşkı anlatıyor; adını romanın sonuna kadar öğrenemediğimiz bir adamla çok derinlerden yaralanmış genç bir kadının üç yılda tükettikleri tutkulu ilişkilerini… Olup bitenleri adamın bakış açısından izliyoruz. Her şeyin bittiği bugünden her şeyin başladığı ilk tanışma anına, oradan zihinsel çağrışımlarla farklı zamanlara uzanıyor hikaye. Böylelikle anlatıcı ve sevgilisi İnci’nin çocukluklarından ilk gençlik yıllarına, oradan aşklarını yaşadıkları ve tükettikleri günümüze kadar geçen hayat hikayelerinin tamamına nüfuz edebiliyoruz. Kuşkusuz ki, yollarının kesiştiği an hepsinden önemli. Tam o anda, reklam sektöründe çalışan, hikayeler yazıp radyo programları yapan, yazmayı hayal ettiği romanı için malzeme toplayan 30’lu yaşların sonuna gelmiş bir entelektüel var karşımızda; sekiz yıldır süren evliliğinin tükendiğini hissetmiş, ağırlığını gün be gün daha da arttıran siyasi ve toplumsal gelişmelerin huzursuzluğunu çeken, işinin tekdüzeliğinden boğulmuş mutsuz bir insan… İşte böyle bir anda, bir iş ilişkisi nedeniyle tanıştığı İnci, bu güzel ve çekici kadın, duygusal bir patlama yaratacaktır adamda. Ama koşullar uygun değildir; birbirlerinden etkilenseler de kendi yollarına gidecekler, iki yıl sonra İnci’den gelen bir telefona kadar birbirlerini uzaktan izlemekle yetineceklerdir. Hayatında hiçbir şeyi değiştir(e)meden geçirdiği iki yılın iç bunaltan birikimiyle, İnci’ye tutkuyla bağlanır adam. Karısını ve çok sevdiği kızını terk etme kararındadır. İnci’nin de ondan beklediği budur zaten; boşanması, evlenip çoluk çocuğa karışmaları… Ancak zaman ilerleyecek, alınması gereken radikal kararlar alınamayacak, onların yerini yalanlar alacaktır; hem karısına hem sevgilisine söylenen “masum” yalanlar... Yalanlarının nedenlerini okuyucuyla şu sözlerle paylaşıyor kahramanımız; “bu ilişkide ona da, İnci’ye de, kendime de birçok yalan söyleyecektim. Birçok yalan... Kaybetmemek için... Asıl kaybetmenin ne olduğunu bilemeden, yeterince anlayamadan... Gerçeklerimle karşı karşıya gelmemek için... “Kötü” bir insan olarak görünmemek için... Sevilmemekten korktuğum için... Bir daha sürgün edilmemek için... Kimde kim için yaşamak istediğimi bir türlü bulamadığım için... Duvarlarımı yıkamadığım için...” Elbette yalanlar hikayedeki hiç kimseyi mutlu etmez; ne evlenip çocuk sahibi olmak, sıradan bir hayat yaşamak isteyen sevgilisi ne de evliliğini sürdürmek isteyen karısı adamın gitgelli duygularıyla yetinebilir. Her iki ilişkide de gerginlik hakimdir artık. Adam, sonunda yine bir yalanda, romanını yazmak ve yaşlı adama bakmak bahanesiyle dedesinin evine yerleşmekte bulur çareyi. Ancak zaman zaman güzel günler yaşasalar da, bu çare İnci’nin taleplerini karşılamaktan çok uzaktır. Üç yılın sonunda ayrılırlar. Anlatıcı, “çok yaralamış ve yaralanmıştık, çok hırpalamış ve hırpalanmıştık ama birbirimize hiçbir zaman unutamayacağımız hazlar, heyecanlar ve sarhoşluklar da yaşatmıştık. Cennet ile cehennemin bir arada yaşandığı ilişkileri bilir misiniz?.. Bizim ilişkimiz böyle bir ilişkiydi işte” diye özetleyecektir yaşananları. İşte bu yüzden, İnci yeni bir hayata başlamak için Avustralya’ya gitmiş olsa bile ayrılık “son” anlamına gelmez onlar için. Ancak tutkuları ilişkilerini diriltmeye de yetmez; ellerinden kaçırdıkları mutluluğu bir daha yakalayamayacaklar ve sırlar en sonda saçılacaktır ortalığa… Aşkın halleri Mario Levi, yüzlerce sayfayı bu kadarcık şeyle mi doldurmuş demeyin; hikaye romanın bahanesidir. Yazarın duygu ve düşüncelerini sözcüklere aktarmak, dilsel bir dünya kurmak için yararlandığı bir gövdedir sadece. Hikayeye tadını veren ne anlatıldığı değil nasıl anlatıldığıdır; hikayenin kurgusudur, dilin zenginliğidir, üsluptur, karakter ve mekanların iç ve dış tasvirleridir. İyi bir yazar herkesçe malum, herkesçe yaşanmış ya da yaşanması muhtemel sıradan olayları anlatırken de bir serüven atmosferine sokabilir okuyucusunu. Nitekim “Lunapark Kapandı”da Mario Levi bunu yapmış; orta yaş gurubundan her İstanbul entelektüelinin başından –en az bir kere- geçmiş sorunlu, tutkulu ve çok köşeli bir aşk hikayesini, sonunu daha başından ilan etmesine ve çok uzun tutmasına rağmen temposu ve kurgusuyla ilgi çekici kılmayı başarmış. Olayları yaşayan ve o olaylardan yıllardır hayalini kurduğu romanını yazacak malzeme çıkarmaya çalışan anlatıcının bakış açısını kullanan Levi, merak duygusunu sürekli tutabilmek için ilerleyen sayfalarda açığa çıkacak gerilimleri, acıları, kötülükleri önceden haber veriyor. Biliyoruz ki, İnci’nin bir takım sırları var, biliyoruz ki, ilişkileri kıskançlıklara, kavgalara ve ayrılığa gebe ve biliyoruz ki, hikayeyi herkes başka bir yöne savrulduktan sonra anlatıyor adam. Ama yine de –belki de bu nedenle- sürekli bir beklenti içine sokuyor bizleri. İsmi verilmeyen roman kahramanı yazarın yaşıyla, işiyle ve ilgi alanlarıyla romanın yazarı Mario Levi’yi hatırlatıyor olması ise, otobiyografik anlatılardan hoşlanan okuyucular için merak duygusunu tetikleyecek bir başka “tuzak”. Elbette bütün bunların yaşanmış olup olmaması bir edebi kriter değil, önemli olan romanın kendi gerçekliği içinde yaşanabilirliğidir. Romanda hakikat, ancak gurur öldüğünde, yazar gururuna kıydığında, eğer kıyabiliyorsa doğar, demişti Rene Girard; “yazar, başkaları için geçerlì olan bir arzu dinamiğini; aşk kadar nefret, arzu kadar hınç da içeren bir kendi/öteki diyalektiğini yalnız başkalarına değil, kendine de işlettiğinde, yani kendi özerklik yalanı üzerine düşündüğünde, ancak o zaman derinleşebiliyordur”. Mario Levi, kendisiyle hikayesi arasına koyduğu anlatıcı yazar karakteriyle, karakterin üzerinden yaptığı kurmaca/gerçek sorgulamasıyla söz konusu özerklik yalanını ortaya koyabiliyor. Ölümsüz bir aşkı anlatmak, kendisini, tıpkı o şarkılardaki ve hikayelerdeki gibi, hayal edilesi bir aşkın kahramanı kılmak isteyen roman kahramanı yazar, aşkların, hayatlarımızın kaçamayacağımız gerçeklerinde filmlerdeki, romanlardaki gibi yaşanamadığının, o romanları yazanların da, o filmleri çekenlerin de, o aşkları anlattıkları gibi yaşayamadığının, işte bu nedenle anlatmayı, sadece anlatmayı seçtiklerinin, romanların, film ve şarkıların çoğu kez yalan söylediğinin farkında. O aşkları yaşayamayanların da o yalanlara inandığını, inanmak istediğini, kendisininse romanını belki de bir yalanının üzerinden giderek yazdığını itiraf eden anlatıcı, okuyucunun hayatla edebiyat arasındaki farklılığa dikkat etmesini istemektedir. Nitekim söz konusu yalanların farkındalığı ile sürdürmüştür ilişkisini; karısından ve sevgilisinden fedakarlık talep ederken kendisi bencildir, karşısındakilerden sadakat beklerken kendisi kıskançtır, özgürlük şarkılarının öznesi ise sadece kendisidir. Öyle ki, İnci’nin Avustralya’da yeni bir hayat kurmasını, o hayatta mutlu olmasını engellemek isterken, kendisi bir başka sevgili bulmaktan, “matemini” yeni bir ilişkiyle tutmaktan, bir sevgiliyi yitirmenin acısını bir başka kadının teninde bastırmaktan imtina etmeyecektir. Bir aşk hikayesi gibi başlayan “Lunapark Kapandı”, bir süre sonra kadın erkek ilişkilerinin diyalektiğini, aşkın hallerini tartışmaya, romantik imgelerin insan zihninde nasıl şekillendiğini göstermeye yöneliyor. Anlatıcının, karısının ve İnci’nin bir ilişki sürdürme biçimleri önce anne babalarının ya da onları yetiştiren insanların olumlu ve olumsuz özellikleriyle filizlenmiş, sonra çevrelerindeki diğer insanların, okudukları hikaye ve romanların, izledikleri filmlerin etkisiyle olgunlaşmış sevme modelleridir. Yetişkinliğe erdiklerinde bu olgunlaşmış romantik imgelerine uyan kişileri ararmışlar, birbirlerine rastladıklarında artık içselleştirdikleri imajı karşılarındakine yansıtmışlar, bu nedenledir ki, adam İnci’ye, İnci de adama aşık olduğunda çok tanıdık bulmuşlardır birbirlerini. Mutsuz ailelerden, sevdiklerini her an yitirme korkularından, yani travmatik hayatlarından kaynaklanan aşklarının temelinde sahip olma isteği yatar. Ne var ki, Nietzche’nin “Şen Bilim”de vurguladığı gibi sahip olduklarımız, onlara sahip oldukça, azalacak, sahip olduklarımızdan bıkmaksa kendimizden bıkmak anlamına gelecektir. Anlatıcı ve İnci’nin tutkularını, sıklıkla ayrılıp her seferinde yeni bir tutkuyla yeniden başlamalarını açıklayan dinamik tam da budur işte. Çoğu insanın karşısındakini mülk edinme arzusuna “aşk” demesi bundandır. Nietzche ile sürdürelim bu hastalıklı sevme biçimini tanımlamaya; “duydukları haz, yeni bir fethin yarattığı coşkuyla karşılaştırılabilir. Cinsel aşk kendini sahip olma tutkusunda en açık biçimiyle gösterir, aşık, arzuladığı kişinin tek ve mutlak sahibi olmak ister; eşit biçimde sevdiğinin ruhunun ve bedeninin üzerinde koşulsuz bir güç ister; yalnız o sevilmek ister, en büyük ve en güçlü biçimde arzulanabilir olarak gördüğü diğer ruhta yaşayarak onu yönetmek ister”. Adam ve İnci arasındaki ilişkinin vazgeçilemez yanının fantezilerle renklenen cinsellikleri olmasının ardında yatan gerçek, sahip olma tutkusunda aranmalıdır. Eksik kalanlar Kahramanların duygu ve düşünce dünyalarını uzun cümlelerle dile getirirken en küçük ayrıntıya kadar inebiliyor Mario Levi, anlatıcının kırk yıllık hayatının hemen her karesini canlandırabiliyor. Ancak bu kadar geniş bir zaman dilimine yayılan, çok sayıda ayrıntı barındıran ve çok sayfada tamamlanan romanında toplumsal meseleler neredeyse hiç yok. Önceki romanı “İstanbul Bir Masaldı”nın kahramanının benliğini ve belleğini oluşturan tarihsel geri plan “Lunapark Kapandı”nın kahramanları için nedense önemsiz olmuş. Kişisel tarihlerle toplumsal tarih arasında hiçbir bağ kuramıyoruz, doğrusunu söylemek gerekirse romanda toplumsalla ilgili hemen hiçbir şey bulamıyoruz. Beyoğlu’nda, Boğaz kıyısında ya da sair yerlerde gezip dolaşmalarına rağmen roman kişilerinin ruhsal tasvirlerini mekan tasvirleriyle zenginleştirmemiş Levi. Bu durumda onların toplumdan yalıtılmışlığının altını çizmek ve roman estetiği adına bunun bir eksiklik olduğunu belirtmek isterim. Hele ki, önemli bir meseleye, aşkın halleri üzerinden erkekliğin günümüzdeki hallerine uzanırken, içini tarihsel-toplumsal-kültürel belirlenmişliğiyle davranış kalıplarının, karmaşık simgelerin ve mitolojiden modern romanlara kadar yayılmış yerleşik anlatımların doldurduğu ruhsal olarak içselleştirilmiş bir kavram olarak erkeklikten söz ederken hikayenin tarihsel geri planını tamamlama işini okuyucuya bırakmasa daha iyi olurdu. Bir başka eksiklik anlatıcının kimliği ile ilgili: Anlatıcıyı hikayeler yazan, radyo programları yapan, ülkedeki siyasi gelişmelerden, antidemokratik gelişmelerden rahatsızlık duyan entelektüel bir erkek olarak cisimlendirmiş Levi, ama maddi pratiklerine baktığımızda onu entelektüel ve muhalif yapan şeyin ne olduğunu anlamak mümkün değil. Neredeyse beş yıl boyunca bütün zihinsel faaliyeti özel hayatını idare etmekten öteye gitmeyen, sürekli yazacağı romandan söz edip hiç kitap okumayan, hiçbir muhalif hareketle ilişkilenmeyen, kalan enerjisini reklamcılık sektöründe harcayan bir adama, kamusal alanda tek bir sözü, toplumsala taşınan tek bir gelecek hayali olmayan birisine entelektüel demek, o tarihsel sürece maddi ve manevi katkılarda bulunmuş onca entelektüele karşı haksızlık olur. İyi niyetli bir yaklaşımla, bu durumu Mario Levi’nin 80’lerden sonra bir kısım entelektüelin düştüğü içler acısı vaziyeti sergileme isteği biçiminde değerlendirebiliriz. Ama o takdirde, ülkenin kötü gidişatına bir nebze olsun değinmesi ve bu yolla entelektüelin dış gerçeklikten kaçışını, içe kapanışını, özgürlük vaadini duygusal ve tensel hazlarda aramasını teşhir etmesi gerekmez miydi? “Lunapark Kapandı”nın mutsuz erkek kahramanı, roman tarihimizde sıklıkla karşılaştığımız bir erkeklik durumunu hatırlatıyor; Osmanlı erkeği aşk acılarıyla çıldırır ya da ölür, Cumhuriyetin sorumlu yurttaşı ya da Kemalist aydın aydınlanmanın önündeki engellere takılır, devrimci kahramanın akıbeti ölüm, işkence ve hapishanedir… Günümüz romanlarındaki erkek tipleri ise rekabetçi toplumda yarışmaktan yorgun, terkedilmişliğin yalnızlığı içerisindeler. Kısacası, romanlardaki erkekler kimliklerine yazılı “esas oğlan” rollerini oynamakta güçlük çekiyorlar. Bunun bir hakikate mi karşılık geldiği yoksa kadın hareketlerinin güçlendiği, kadınların cinsel özgürlüklerine sahip çıktıkları bir dönemde ortaya çıkan bu yeni halin “erkekliğin, kadın standartlarına uymak için geçirdiği düşsel bir değişim” mi olduğu sorusunun yanıtını vermeyi size bırakarak bitiriyorum. A. Ömer Türkeş YAZAR HAKKINDA 1957 yılında İstanbul'da doğdu. 1980 yılında Fransız ve Roman Filolojisi'nden mezun oldu. Bu döneme kadar, birçok insan gibi gibi o da, zamanın akışında bir yerlerde yitirdiği ve tamamlayamadığı günlükler tuttu. İlk hikayesini 1975 yılında yazdı. 1984 yılından sonra, Şalom, Cumhuriyet Gazetesi, Cumhuriyet Dergi, Stüdyo İmge, Gösteri, Milliyet Sanat ve Argos gibi gibi birçok yayın organında müzik ağırlıklı yazılar yazdı. İlk kitabı "Jacques Birel: Bir Yalnız Adam" 1986 yılında yayınlandı. 1990 yılında yayınlanan ilk hikaye kitabı "Bir Şehre Gidememek" o yılın Haldun Taner Ödülü'nü kazandı. 1991 yılında ikinci kitabı "Madam Floridis Dönmeyebilir" yayınlandı. 1992 yılında daha çok bir "anlatı" olarak görmeyi yeğlediği "En Güzel Aşk Hikayemiz"i yazdı. 1993'te ise altı yılda bitireceği, uzun soluklu bir romanın yoluna çıktı. Bu süre içinde birçok meslek değiştirdi, birçok şehre gitti, birçok insandan döndü. Önce TRT'de sonra da Açık Radyo'da dört yıl süresince, dünya müzikleri üzerine yaklaşık iki yüz program yaptı. Yaptığı meslekler arasında reklam yazarlığı ile gazetecilik de olan Mario Levi, halen Yeditepe Üniversitesi'nde öğretim görevlisidir. |
|
|
|
Konuyu Toplam 3 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 3 Misafir) | |
|
|