sonforum.org

Anasayfa Facebook Bugünki Mesajlar Forumları Okundu Kabul Et
Geri git   sonforum.org > EĞİTİM - ÖĞRETİM - KARİYER > Kitap Dünyası
Kayıt ol Google Üye Listesi Market Girişi


Kitap Dünyası Kitaplarla ilgili tüm paylaşım burada.

Yeni Konu aç  Cevapla
Seçenekler Stil
Okunmamış 03-27-2010, 12:07   #1
Kullanıcı Adı
denizci
Standart Geceyarısı Çocukları (Salman Rushdie) Özeti, Konusu, Karakterleri

Geceyarısı Çocukları

Yazarı: Salman Rushdie
Çeviren: Aslı Biçen
Yayınevi: Metis Yayınları
Basım Tarihi: Haziran 2000
Sayfa Sayısı: 496






ARKA KAPAK
1981'de Booker, 1982'de James Tait Black, daha sonra da 25 yılın Booker ödüllü kitapları arasında birincilik anlamına gelen Booker of Bookers ödülünü alan Geceyarısı Çocukları, 20. yüzyılın en iyi 100 romanı arasında sayılıyor.
Kahramanımız Salim Sina 15 Ağustos 1947'de, tam geceyarısı dünyaya gelir: Aynı anda Hindistan bağımsızlığına kavuşmuştur. O gece büyülü güçlere sahip yüzlerce çocuk doğar. Cadı Parvati, Tokmak Dizli Şiva ve niceleri... Yeni doğan bir ulusun emekleme çağı, ergenlik sancıları, yetişkinleşme çabaları ile tam geceyarısı doğan bu çocukların maceraları gerçek anlamda içiçe geçmiştir.
"Uzaklığından ötürü geçmiş somut ve anlamlı görünür, oysa bugüne yaklaştıkça her şey gitgide daha inanılmaz görünmeye başlar," diyor Salman Rushdie, "kendinizi büyük bir sinemada farzedin, önce en arka sırada oturuyorsunuz, sonra sıra sıra öne doğru ilerleyip neredeyse burnunuzu dayıyorsunuz perdeye. Oyuncuların yüzleri ağır ağır oynaşan zerrelere dönüşüyor; küçük ayrıntılar devasa boyutlara ulaşıyor, yanılsama çözülüyor - daha doğrusu yanılsamanın kendisinin gerçeklik olduğu ortaya çıkıyor." Geceyarısı Çocukları'nı anlatacak en iyi ifade de bu: Düşle hakikat, gizemle büyü, fantaziyle tarihsel olgu arasında ustalıkla örülmüş bir anlatı...





OKUMA PARÇASI
Açılış bölümü, "Delik Çarşaf", s. 11-18

Ben Bombay'da doğdum... evvel zaman içinde. Yok, bu yetmez, tarihi söylemeden olmaz; 15 Ağustos 1947'de Doktor Narlikar'ın Doğumevinde dünyaya geldim. Ya saati? Saat de önemli. İyi öyleyse: geceleyin. Yok yok, biraz daha ayrıntılı... Aslına bakılırsa saat tam geceyarısını vurduğunda. Ben dünyaya gelirken akreple yelkovan saygıyla tokalaştılar. Söyleyiver gitsin, söyle hadi; tam Hindistan'ın bağımsızlığına kavuştuğu anda yuvarlandım dünyaya. Herkes nefesini tutmuştu. Pencerenin dışında havai fişekler ve kalabalıklar vardı. Bir iki saniye sonra babam ayak başparmağını kırdı ama onun başına gelen kaza, karanlığa boğulmuş o anda benim payıma düşenin yanında hiç kalırdı; çünkü o vurdumduymaz kutlama saatlerinin esrarlı zorbalıkları yüzünden ben garip bir biçimde tarihe kelepçelenmiştim, kaderim kopmazcasına ülkemin kaderine zincirlenmişti. Bunu takip eden otuz yıl boyunca da o kaderden hiç kurtulamadım. Kâhinler hakkımda kehanetler savurmuş, gazeteler dünyaya gelişimi kutlamış, politikacılar sahiciliğimi onaylamışlardı. Bu konuda bana söyleyecek söz kalmamıştı, ben Salim Sina ya da daha sonra anılacağım adlarla Sümüklü, Lekesurat, Keltoş, Keskinburun, Buda, hatta Ay Parçası, Kaderle son derece sıkı fıkı olmuştum – en iyi koşullarda bile tehlikeli bir ilişkiydi bu. Üstelik daha kendi burnumu bile silmekten acizdim.
Ama şimdi (benim için artık bir faydası kalmayan) zaman tükenmek üzere. Yakında otuz bir yaşında olacağım. Belki. Eğer ufalanan, fazlaca hırpalanmış gövdem izin verirse. Ama ne hayatımı kurtarmaktan yana umudum var, ne de bin bir gecem olduğuna güvenebilirim. Niyetim bir anlam –evet anlam– ifade etmekse hızlı çalışmalıyım, Şehrazat'tan bile daha hızlı. İtiraf ediyorum: Her şeyden çok anlam yokluğundan korkuyorum.
Anlatacak öyle çok hikâye var ki, bir sürü, birbirine geçmiş bir hayatlar olaylar mucizeler yerler rivayetler bolluğu, olanaksızla olağanın son derece yoğun bir karışımı! Ben bir hayat yutucusuyum ve beni tanımak için, bir tek beni tanımak için sizin de bütün hepsini yutmanız lazım. Tüketilmiş kalabalıklar içimde itişip kakışıyor; ortasına hemen hemen yirmi santim çapında dairemsi bir delik açılmış büyük beyaz bir çarşafın anısıyla, tılsımım, açıl-susam-açılım olan o delikli, yarılmış çarşafın hayaline sarılarak, otuz iki küsur yıl önce başlamış olan hayatımı yeniden, gerçekten başladığı yerden başlayarak, saatle lanetli, suçla lekeli doğumum kadar aşikâr ve mevcut kılmak üzere yeniden inşa etme işine girişmeliyim.
(Tesadüf eseri çarşaf da lekeliydi, üzerinde üç damla eski, solgun kırmızılık vardı. Kuran'ın dediği gibi: Oku, Yaradan Rabbinin adıyla oku, ki o seni bir kan pıhtısından yarattı.)
1915 baharının başlarında bir Keşmir sabahı dedem Adem Aziz namaz kılmaya çalışırken burnunu kırağıdan sertleşmiş bir toprak çıkıntısına çarptı. Sol burun deliğinden çıkan üç damla kan sabah ayazında anında sertleşip seccadenin üzerine dökülerek gözlerinin önünde yakuta dönüştü. Kafasını tekrar dikleştirecek kadar doğrulduğunda gözlerine dolan yaşların da donduğunu fark etti ve kibirle gözlerindeki elmasları silerken bir daha ne bir insan ne de bir tanrı için yeri öpmemeye karar verdi. Ama bu karar içinde bir delik, derinlerdeki bir bölmede bir boşluk yarattı ve onu kadınlarla tarihe karşı savunmasız bıraktı. Henüz tamamlamış olduğu tıp eğitimine rağmen bunu fark etmeden ayağa kalktı, seccadeyi kalın bir puro gibi sardı ve sağ koltuğunun altına alarak berrak, elmassız gözlerle vadiyi taradı.
Dünya tekrar yenilenmişti. Vadi buzdan kabuğunda kış boyunca geliştikten sonra gagasıyla kabuğu kırıp sarı ve ıslak ortaya çıkmıştı. Otlar yeraltında yeşermeyi bekliyordu; dağlar sıcak mevsimi geçirmek için yazlaklarına çekiliyorlardı. (Kışın, vadi soğuktan büzülürken dağlar da vadiye yaklaşarak gölün üzerinde şehri yutmaya hazırlanan öfkeli dişler gibi yansırlardı.)
O zamanlar radyo vericisi henüz inşa edilmemişti; haki bir tepe üzerinde küçük bir kabarcığa benzeyen Sankaraçarya Tapınağı hâlâ Srinagar sokaklarını ve gölünü hükmü altında tutuyordu. O zamanlar gölün kenarında ordu karargâhı yoktu, kamuflajlı kamyon ve ciplerden oluşan uçsuz bucaksız yılanlar dar dağ yollarını tıkamıyordu, Baramulla ve Gulmarg'ın ötesinde dağ tepelerine askerler saklanmıyordu. O zamanlar köprülerin fotoğraflarını çeken gezginler casus sayılıp vurulmuyordu, her bahar yenilenmesine rağmen vadi, göldeki İngiliz yüzerevleri dışında Moğol İmparatorluğundan bu yana neredeyse hiç değişmeden kalmıştı; ama dedemin gözleri –geri kalan her yeri gibi yirmi beş yaşındaydı– her şeyi daha farklı görüyordu... ve burnu karıncalanmaya başlamıştı.
Dedemin bakış açısındaki değişikliğin sırrı şuydu: Evinden uzakta beş yıl, beş bahar geçirmişti. (Seccadenin rasgele bir kıvrımı altına saklanmış küçük tümsek hayati önemde olsa da neticede topu topu bir hızlandırıcıydı.) Şimdi geri dönmüş, başka diyarlar görmüş birinin gözleriyle bakıyordu etrafa. Dev dişlerle çevrelenmiş vadinin güzelliği yerine darlığını, ufkunun yakınlığını fark ediyordu; evinde olduğu halde kendini böylesi kıstırılmış hissettiği için de üzgündü. Aynı zamanda bu eski yerin –anlaşılmaz bir biçimde– onun eğitimli, stetoskoplu dönüşünden pek de hoşlanmadığını hissediyordu. Kış buzunun altındayken soğuk bir aldırmazlık vardı ama artık hiç şüphe kalmamıştı; Almanya' da geçirdiği seneler onu düşman bir çevreye geri döndürmüştü. Çok seneler sonra, içindeki delik nefretle tıkandığında ve kendini tepedeki tapınağın kara taş tanrısına kurban etmek için geri döndüğünde, Cennette geçirdiği çocukluk baharlarını; seyahat, tümsekler ve askeri kamyonlar her şeyi berbat etmeden önce hayatın nasıl olduğunu hatırlamaya çalışacaktı.
Eline seccadeyi eldiven etmiş vadi burnuna yumruk attığı sabah, anlamsızca hiçbir şey değişmemiş gibi davranmaya çalışıyordu. Bu yüzden sabahın dördünde, ayazda kalkmış abdestini almış, giyinmiş ve babasının astragan şapkasını başına geçirmişti; sonra rulo yapılmış seccadeyi eski, karanlık evlerinin göl kenarındaki küçük bahçesine taşımış ve onu beklemekte olan tümseğin üzerine sermişti. Ayaklarının altındaki toprak yanıltıcı bir biçimde yumuşakmış gibi geliyor ve onu aynı anda hem kararsızlığa hem de tedbirsizliğe sevk ediyordu. "Esirgeyen ve Bağışlayan Allah'ın adıyla..." – elleri bir kitapmışçasına önünde kavuşmuş halde söylediği mukaddeme onu bir ölçüde rahatlatırken, daha büyük bir ölçüde tedirgin ediyordu – "... Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun..." – ama şimdi zihnini Heidelberg işgal etmişti; işte kısa bir süreliğine onun Ingrid'i olan Ingrid, Mekke'ye dönük mırıltısına surat ediyordu; işte anarşist arkadaşları Oskar, Ilse, Lubin, ideoloji düşmanlıklarıyla onun namazını tiye alıyorlardı – "O, din gününün sahibidir..." – Heidelberg'de tıp ve politikanın yanı sıra Hindistan'ın da –radyum gibi– Avrupalılar tarafından "keşfedildiğini" öğrenmişti; Oskar bile Vasco da Gama'ya hayranlık duyuyordu, işte Adem Aziz'i arkadaşlarından ayıran da buydu, kendisinin bir bakıma onların atalarının icadı olduğuna inanmaları – "Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz..." – bu yüzden buradaydı, kafasının içinde onların varlığını taşıdığı halde, üzerinde yarattıkları etkiyi umursamayan ama bir yandan da bilmesi gereken her şeyi, mesela teslimiyeti bilen eski benliğiyle buluşmaya çalışıyordu, şu anda yaptığı şeyi bilen benliğiyle, eski anıların kılavuzluğunda elleri yukarı kalktı, başparmakları kulaklarına bastırdı, parmakları açıldı, dizlerinin üstüne çöktü – "Bizi doğru yola yönelt. Nimet verdiklerinin yoluna ilet..." – Ama işe yaramıyordu, tuhaf bir biçimde orta yerde kalmıştı, inançla inançsızlık arasına sıkışmıştı, ne olsa bir pandomimdi bu yaptığı – "Gazaba uğrayanlarınkine, sapıklarınkine değil." Dedem alnını yere eğdi. Öne eğildi ve seccade kaplı yer ona doğru kabardı. Tümseğin vakti gelmişti. Hem Ilse-Oskar-Ingrid-Hei-delberg'in hem de vadi-ve-Tanrının tekdirleri aynı anda onu burnunun ucundan vurdu. Üç damla düştü. Yakutlar ve elmaslar. Dedem dimdik doğrularak bir karara vardı. Ayağa kalktı. Puroyu sardı. Göle baktı. Varlığına tamamen inanmazlık da edemediği bir Tanrıya tapınamadığından, o orta yere saplanıp kaldı. Kalıcı bir değişiklik: bir delik.
Genç, yeni mezun Doktor Adem Aziz değişim esintilerini içine çekerek bahar gölüne karşı durdu; daha nice değişikliğe (son derece dik olan) sırtını çevirmişti. O yurtdışındayken babasına inme inmişti ve annesi bunu ondan gizlemişti. Annesinin sesi ****netle fısıldıyordu: "...Çünkü senin tahsilin daha önemliydi oğlum." Bütün hayatını tesettürlü, eve kapalı geçirmiş olan o anne birdenbire kendinde büyük bir güç bulmuş ve dışarı çıkıp küçük kıymetli taş (turkuaz, yakut, elmas) işini yürütmeye başlamıştı; Adem'i tıp fakültesinde okutan da bir bursun yanı sıra bu işti; geri döndüğünde hiç değişmez gibi görünen aile düzeninin tepetaklak olduğunu görmüştü, annesi dışarı çalışmaya gidiyor, babası ise inmenin beyninin üzerine örttüğü peçenin ardına gizlenmiş oturuyordu... tahta bir sandalyede, karanlık bir odada oturmuş kuş sesleri çıkarıyordu. Otuz değişik kuş türü onu ziyaret edip kepenkli camının pervazına tünüyor, havadan sudan sohbet ediyorlardı. Bayağı mutlu görünüyordu.
(...Şimdiden tekrarların başladığını görebiliyorum; çünkü anneannem de bulmamış mıydı öyle devasa... inme de tek değildi... Bakır Maymun'un da kuşları vardı... lanet daha en baştan kendini gösteriyor ama biz kokusunu alamıyoruz!)
Göl artık buz tutmuş değildi. Her zamanki gibi çabucak eriyivermişti buzlar; küçük kayıkların, şikaraların birçoğu uykuda yakalanmıştı ki bu da normaldi. Ama o miskinler karada, sahiplerinin yanında huzurlu bir horultuyla uyurken teknelerin en eskisi bütün yaşlılar gibi erkenden kalkmıştı ve bu yüzden de buzları çözülmüş gölde süzülen ilk tekneydi. Tai'nin şikarası... bu da âdettendi.
Bakın teknesinin kıçında tünemiş yaşlı kayıkçı Tai sisli suyun üzerinde nasıl da hız tutturmuş! Sarı bir sopanın ucundaki tahta bir kalbe benzeyen küreği yosunların arasından nasıl sıçrayarak ilerliyor! Ayakta kürek çektiği için buralarda onu çok tuhaf bulurlar... gerçi bu tuhaflığın başka nedenleri de vardır. Doktor Aziz'i acil bir vakaya çağırmaya gelen Tai tarihi harekete geçirmek üzere... bu sırada gözleri sulara dalmış Adem, Tai'nin ona yıllar önce öğrettiği şeyi hatırlıyor: "Buz hep beklemededir, Adem baba, suyun teninin hemen altında." Adem'in gözleri masmavi, dağlar üzerindeki göğün çarpıcı mavisi ki bu mavi Keşmirli erkeklerin gözlerine düşmeye teşnedir; onlar nasıl bakılacağını unutmamışlardır. Onlar görür –işte! bir hayaletin iskeleti gibi, Dal Gölünün yüzeyinin hemen altında!– o narin dantel, renksiz hatların geçişmesinin yarattığı o karmaşık ağ, geleceğin beklemekte olan soğuk damarları. Pek çok şeyi bulandıran Almanya Adem'in görme yeteneğini elinden alamamıştı. Tai'nin bağışı. Başını kaldırıyor ve Tai'nin yaklaşmakta olan teknesinin ardındaki V şeklini görüyor, elini sallıyor. Tai'nin de kolu kalkıyor – ama o bir emir veriyor. "Bekle!" Dedem bekliyor; hayatının son huzurlu anını, bu bulanık lanetli huzuru yaşadığı şu fasıladan istifade onu biraz tarif etsem iyi olacak.
Çirkinlerin, çarpıcı bir çekiciliği olanlara duyduğu doğal haseti sesime bulaştırmadan belirtmeliyim ki Doktor Aziz uzun boylu bir adamdı. Baba evinin duvarına sırtını yapıştırdığında yirmi beş tuğla boyundaydı (her yaş için bir tuğla), başka bir deyişle bir doksan küsur. Aynı zamanda güçlü bir adamdı da. Sakalı gür ve kızıldı – bu sakal annesini endişelendiriyordu çünkü kadın sadece Mekke'ye gitmiş hacıların kızıl sakal bırakabileceğini söylüyordu. Ama saçları daha koyuydu. Gök-gözlerini zaten biliyorsunuz. "Yüzünü yaratırlarken renkler çığrından çıkmış," demişti Ingrid ona. Ama dedemin anatomisinin merkezi özelliği ne rengi, ne boyu, ne kuvveti ne de sırtının dikliğiydi. Suya yansıyan yüzünün ortasında çılgın bir muz gibi dalgalanan... Tai'yi bekleyen Adem Aziz dalgalanan burnunu seyrediyor. Onunki kadar dramatik olmayan bir yüzde hemen göze çarpardı; onda bile ilk görülen ve en çok hatırlanan organdı. "Bir Cyranoburun," demişti Ilse Lubin, Oskar da eklemişti, "Fil hortumu." Ingrid, "O burunla nehir bile aşılabilir," diye ilan etmişti (köprüsü genişti).
Dedemin burnu: burun delikleri iki yana açık, dansçılar gibi biçimli. Ortalarından burnun zafer takı yükseliyor, önce yukarı ve yanlara doğru genişleyerek, sonra alçalıp daralarak üst dudağının üzerine eğiliyor, ucunda muhteşem, şimdi hafif kızarmış bir uzantı. Tümseğe kolayca çarpılacak bir burun. Bu arada bu muazzam organa minnettarlığımı da eklemek isterim –o olmasaydı benim annemin gerçek evladı, dedemin gerçek torunu olduğuma kim inanırdı?– bu heybetli alet doğuştan bazı haklar kazandıracaktı bana. Doktor Aziz'in burnu –sadece fil kafalı tanrı Ganeş'in burnu onunla boy ölçüşebilir– onun ata olma hakkını itiraz kabul etmeyecek şekilde tescil ediyordu. Bunu da ona Tai öğretmişti. Genç Adem daha yeniyetmeyken hırpani kayıkçı ona şöyle demişti: "Bu burunla bir hanedan kurulur prensim. Kimin varisi oldukları kuşku götürmez. Moğol İmparatorları böyle bir burun için sağ kollarını feda ederlerdi. Bu burnun içinde ne hanedanlar bekliyor," –bu noktada Tai kabalaşmıştı– "sümük gibi."
Burun Adem Aziz'in yüzünde pederşâhi bir hava kazanıyordu. Annemde soylu ve çileli görünüyordu; Emerald teyzemde biraz ukala, Aliye teyzemde entelektüel duruyordu; Hanif dayımda başarısız dehayı temsil ediyordu; Mustafa dayım onu ikinci sınıf bir sezinleme organı olarak kullanıyordu; Bakır Maymun ondan tamamıyla kurtulmuştu; ama bende – bende bambaşka bir şeydi. Ama bütün sırlarımı bir kerede açık etmemeliyim.
(Tai yakınlaşıyor. Burnun gücünü açıklayan Tai, şimdi dedemi geleceğe fırlatacak mesajı getirmek üzere seher gölünde şikarasının küreğini çekiyor...)
Tai'nin genç olduğu zamanları kimse hatırlamaz. Dal ve Nageen göllerinde böyle kamburu çıkmış, hep aynı teknenin küreğini çeker dururdu taa... ezelden beri. Herkesin demesi öyle. Eski ahşap evlerin bulunduğu mahallenin sağlıksız bağırsaklarında yaşardı, karısı da bahar ve yaz sularının üzerinde batıp çıkan "yüzer bahçelerde" nilüfer kökleri ve başka tuhaf sebzeler yetiştirirdi. Tai'nin kendisi de yaşını bilmediğini keyifle itiraf ederdi. Karısının da fikri yoktu – kadın evlendiklerinde Tai'nin çoktan tohuma kaçmış olduğunu söylerdi. Yüzü rüzgâr ve denizin yonttuğu bir heykeldi; deriden mamul kırışıklıklar. İki altın dişten başka dişi yoktu. Kasabada pek az arkadaşı vardı. Şikara iskelelerinin ya da göl kenarındaki bakkalların, çayhanelerin yanından geçerken onu nargile içmeye davet eden kayıkçı ya da tüccarların sayısı bir ikiyi geçmezdi.
Tai hakkındaki genel kanıyı yıllar önce Adem Aziz'in babası mücevher tüccarı dillendirmişti: "Beyni de dişleriyle birlikte dökülmüş." (Ama şimdi bizim yaşlı Aziz sahib kuş cıvıltıları arasında kendini kaybetmiş otururken Tai muhteşem biçimde aynen yoluna devam ediyordu.) Bu izlenimin nedeni kayıkçının fantastik, tumturaklı, bitmez tükenmez ve çoğunlukla kendinden başkasını muhatap almayan gevezeliğiydi. Su, sesi taşıdığından göl kenarında oturanlar onun monologlarına gülüşürlerdi; ama bu gülüşlerin altında saygı, hatta korku vardı. Saygı vardı çünkü yaşlı bunak gölleri ve dağları arkasından konuşanlardan çok daha iyi bilirdi; korku vardı çünkü yaşlılığı hesaplanamayacak kertedeydi, buna rağmen tavuk gırtlağına benzeyen boynundan sarkan bu yaşlılığı öyle kolay taşıyordu ki yaşı gayet hoş bir kadınla evlenip ondan dört oğul sahibi olmasını engellememişti... rivayete bakılırsa göl kenarındaki başka hanımlardan da bir iki tane daha vardı. Şikara iskelesindeki delikanlılar onun bir yerlerde gizli bir parası olduğuna inanıyorlardı – belki de bir kesede cevizler gibi takırdayıp duran paha biçilmez altın dişlerden oluşan bir define. Seneler sonra Puf Amca kızının dişlerini söktürüp altın diş taktırmayı vadederek kızı bana satmaya çalıştığında Tai'nin unutulmuş hazinesi gelmişti aklıma... Adem Aziz çocukken onu çok sevmişti.
Zenginlik rivayetlerine rağmen hayatını taşımacılıktan kazanırdı, para karşılığı göllerde saman, keçi, sebze ve kereste taşırdı; kimi zaman da insan. Taksi hizmeti verirken şikarasının ortasına bir kabin koyardı, çiçekli perdelerden yapılmış civelek bir şey, bir kanepe, ona uygun yastıklar; teknesi güzel koksun diye tütsü yakardı. Perdeleri uçuşarak yanaşan Tai'nin şikarasının görüntüsü, Doktor Aziz için baharın geldiğini gösteren başlıca imgelerden biri olmuştu hep. Çok geçmeden İngiliz sahibler gelecek, Tai de durmadan konuşarak, huysuzlanarak ve sırtını kamburlaştırarak onları Şalimar Bahçelerine, Kral Çeşmesi'ne taşıyacaktı. Oskar-Ilse-Ingrid'in değişim kaçınılmazdır tezinin canlı bir antiteziydi... vadinin tuhaf, eskimez, tanıdık bir sakini. Ucuz Keşmir brendisine fazlaca düşkün bir su Caliban'ı.
Yatakodamın mavi duvarının anısı; Başbakandan gelen mektubun yanında, Küçük Raleigh'ın, kırmızı Hint peştemalına benzer bir şey giymiş olan bir balıkçıya coşkuyla bakan resmi senelerce asılı kalmıştı duvarda; resimdeki balıkçı şeyin –neyin? galiba suya kapılmış kütüklerin– üzerinde oturuyor ve inanılmaz hikâyelerini anlatırken denizi gösteriyordu... ve müstakbel dedem Küçük Adem, kayıkçı Tai'ye âşık olmuştu, hem de sırf diğerlerinin onun çatlak olduğunu düşünmesine neden olan o sonu gelmez laf kalabalığı yüzünden. Büyülü bir konuşmaydı onunki, iki altın dişinin arasından müsrifin parası gibi dökülürdü kelimeler, hıçkırıklar ve brendiyle bezenmiş, geçmişin Himalayalarının en ücra köşelerine kanat açar, sonra kurnazca o ana ait bir ayrıntının üzerine dalışa geçerdi, mesela Adem'in burnuna, bir fare gibi anlamını didiklerdi. Bu arkadaşlık yüzünden annesi Adem'i epeyce haşlamıştı. (Gerçekten de haşlamıştı. "Ölsen de o kayıkçının bitlerini üzerinden temizleyeceğim," derdi.) Ama yine de kendi kendine konuşan ihtiyar, bahçenin göle açılan ucunda, kayığında oyalanır, Aziz de kendisini içeri çağıran sesi duyana kadar onun dizinin dibinde otururdu; içeride Tai'nin pisliği hakkında nutuklar dinler ve annesinin o misafirperver kadim gövdeden oğlunun kolalı beyaz bol pijamalarına atladığını hayal ettiği mikrop ordularına karşı uyarılırdı. Ama her seferinde Adem su kıyısına döner, sabahın büyülü sularında efsunlu kayığının küreğini çeken kambur, hırpani günahkârın siluetini arardı sisler arasında.
"Cidden kaç yaşındasın Taiji?" (Yetişkin, kızıl sakallı, geleceğe dönük Doktor Aziz, o ağza alınmayacak soruyu sorduğu günü hatırlıyor.) Bir an şelaleden bile daha gürültülü bir sessizlik. Monolog kesiliyor. Suya inen küreğin sesi. Tai'yle şikarada gidiyordu, onu evde bekleyen sopanın ve banyonun farkında, keçiler arasında bir saman yığının üzerine bağdaş kurmuştu. Hikâye dinlemeye gelmişti – ve bir soruyla hikâyeciyi susturmuştu.





ELEŞTİRİ
A. Ömer Türkeş, “Geceyarısı Çocukları”, Pandora

Dünya çapındaki şöhretini, Şeytan Ayetleri romanında Müslümanlara hakaret ettiği gerekçesiyle, İran rejiminin hakkında çıkardığı ölüm fetvası ile edinen Salman Rushdie, Urduca ve İngilizce konuşan bir ailenin çocuğu olarak 1947 yılında Hindistan’ın Bombay kentinde doğdu. 1961 yılında lise eğitimini tamamlaması için İngiltere’ye gönderildi. Ailesi ise Hindistan’daki siyasi karışıklıklar nedeniyle 1964’de, büyük bir Müslüman topluluk ile birlikte Pakistan’a; Karaçi kentine göç etmek zorunda kaldı. Salman Rushdie, Cambridge üniversitesi tarih bölümünden 1968 yılında mezun oldu. Bu tarihten başlayarak edebiyat ve tiyatro ile ilgilenen yazar, geçimini sağlamak için 1981 yılına kadar reklam sektöründe çalıştı.
İlk romanı Grimus (1975), fantastik bir bilimkurgu metniydi ve eleştirmenlerin dikkatini çekmeye yetti. Ama, onun yazarlığının onaylanması 1981 yılında yayınlanan Geceyarısı Çocukları sayesinde olmuştur. Bu romanı ile Booker ve Jamestait Black ödüllerini kazandı, ancak az sonra değineceğimiz muhalif içeriğinden dolayı, kitap Hindistan’da yasaklandı. Yasak ve lanetlerin yazarı gibidir Rushdie. 1983 tarihli üçüncü romanı Shame de Pakistan’da aynı akibete uğradı. Nikaragua’yı anlattığı The Jaguar Smile’ın (1987) ardından yazdığı The Satanic Verses, 1988 Whitebread ödülünü kazandıysa da, hem müslüman ülkelerin büyük bir bölümünde yasaklandı, hem de onu hala kovalayan ölüm fetvasının –Ayetulleh Humeyni tarafından-–ilanına neden oldu. Kitapları pek çok dilde basılan Salman Ruhdie’nin iki de belgesel film senaryosu var.


Hindistan Tarihi
Post-modern edebiyat ya da fantastik anlatılar, –özellikle Türkiye’de– gerçeklere değinmediği gerekçesiyle sık sık eleştiriye uğramıştır. Bu eleştiri, Türk yazarların ürünlerine bakıldığında pek de haksız sayılmaz. Oysa, post-modern olmaklık hali ile siyasi ve toplumsal içeriğin birbirini dışlaması gerekmediğini Geceyarısı Çocukları’nı okuduktan sonra daha iyi anlıyoruz. Roman, bir anlamda Rushdie’nin biyografisini yansıtıyor. 1947 yılında, Hindistan’ın bağımsızlık gecesi doğan bir çocuğun gözünden, Hindistan’ın 1980’lere kadar olan siyasi tarihini anlatmış yazar.
Roman kahramanı Salim Sina, 15 Ağustos 1947’de, tam gece yarısı dünyaya gelir, aynı anda Hindistan bağımsızlığına kavuşmuştur. “Hayatın bir bakıma bizimkinin aynısı olacak” diye yazar Başbakan, Salim Sina’nın doğum defterine ve o gece doğa ötesi güçlere sahip yüzlerce çocuk daha doğar. Bu büyülü gece yarısı çocuklarının ortak kaderleri ile Hindistan tarihi arasında gizemli bir ilişki kurulacaktır... Böylelikle, bir ulusun emekleme çağını, ergenlik sancılarını, yetişkinleşme çabalarını, çocukların her yaş dönemindeki maceraları, kavgaları, aşkları, uğradıkları kazalar paralelinde izleriz.
Öykü Bombay’da başlıyor; çocuk Salim, doktor dedesi, sorunlu büyükannesi, akrabaları ve komşuları üzerinden Hindistan’daki hayata tanık oluyoruz. İkinci bölümde ise Pakistan var. Ailesi ile Karaçi’ye göç eden Salim, bu kez de Pakistan’ın şiddet, acı, yolsuzluk ve savaşla yoğrulmuş toplumsal yaşantısıyla yüz yüze gelir. Ailesini kaybeder. Bir sonraki bölümdeki Salim, Bangladeş’teki bağımsızlık savaşını bastırmaya giden Pakistan özel timlerinin iz sürücüsüdür. Buradan da kaçar ve Bombay’a geri döner. Sona gelindiğinde, Hindistan’la aynı gece doğan çocuklara karşı yürütülen sürek avındaki hedeflerden biridir o...


Üçüncü Dünya ülkelerinin ortak yazgısı

Yukarıda öykünün ana hatlarını özetlemeye çalıştım, ama bu tür romanlarda asıl anlatılmak istenen; ayrıntılarda, simgelerde, allegori ve ironilerde çıkıyor ortaya. Salman Ryshdie, Hindistan ve Pakistan’ın kalbine doğru bir yolculuğa çıkarıyor okuyucuyu. Olup bitenlere, yazarın vurgu yaptığı yerlere baktığımızda, Cumhuriyetin ilanından bu yana süren “batılı” ülke olma gayretlerimizle, Asya’nın bu iki komşu/düşman ülkesinin uluslaşma macerası arasında büyük benzerlikler buluyoruz.
Milliyetçi, şoven devlet söylemlerini ironik diliyle ve kullandığı ****forlarla çözümlüyor Ruhdie. İngiltere egemenliğinden kurtulan Hindistan, kendi ötekilerini yaratmaya, düşmanlar üretmeye, bir kimlik oluşturmaya koyulur. İlk “ötekileştirilen” topluluk olan Çinlilerin uğradığı saldırıları ve milliyetçi dalgayı; “iyimserlik hastalığının pençesindeki öğrenciler Mao Zedung ve Çhou En-Lai’nin kuklalarını yaktılar; alınlarında iyimserlik ateşi yanan kitleler Çinli ayakkabıcılara, biblo satıcılarına ve lokantacılara saldırdılar. İyimserlikle yanan hükümet Çin asıllı Hint vatandaşlarını –“düşman yabancılar”– Racastan’daki kamplara sürdüler. Birla Endüstrisi, ulusa minyatür atış poligonu hediye etti; okul kızları askeri resmi geçitlere çıkmaya başladılar” biçiminde özetliyor yazar.
Romandaki fantastik unsurlardan en önemlisi, çocuğun dünyayı algılayış ve yorumlayış biçiminde görülüyor. Salim’e göre, toplumdaki bölünme, onun bedeniyle ilişkilidir. Her tarihsel, toplumsal ve siyasi gelişmeyi, Salim’in fiziksel ve duygusal yapısındaki değişimler belirlemektedir sanki; “Siyasetçiler “Çin saldırganlığı” ve “şehit cavanlarımızın kanı” konulu demeçler püskürtürken”, gözlerinden yaşlar boşalmaya başlar Salim’in. Gece yarısı doğan çocuklar arasındaki uyumun –aslında Hindistan toplumundaki uyumun– bozulmasını; “Bir şeyin yeniliği geçtiğinde, bıkkınlık ve çekişmelerin boy göstermesi kaçınılmazdır. Konferanstaki çatlaklar benim parmağımı kaybetmemin sonucu muydu bilmem ama kesinlikle genişlemekteydiler(...) Başka etmenler de vardı. Çocuklar ne kadar büyülü olsalar da ana-babalarından etkileniyorlardı; yetişkinlerin önyargıları ve dünya görüşleri zihniyetlerini ele geçirmeye başlayınca, Maharashtra’dan çocukları Guceratlardan nefret ettiklerini, açık tenli kuzeylilerin Dravidli “karaları” aşağıladıklarını gördüm; dini rekabet vardı; sınıf farklılıkları da konseylerimize sızmıştı. zengin çocukları böyle aşağı tabakalarla birlikte olmak istemiyorlardı; Brahman’lar düşüncelerinin bile dokunulmazların düşüncelerine dokunmasından rahatsızdılar; bu arada düşük sınıflar arasında fakirlerin baskısı ve Komünizm açığa çıkıyordu...” sözleriyle açıklar.
İkinci bölümdeki Pakistan izlenimleri de farksız; üstelik ordunun, yaptığı yolsuzlukları savaşın arkasına gizleme gayreti de ekleniyor bu ülkedeki egemen söyleme; “Gazete haberleri ardına gizlenen –alçak Hint istilası kahraman evlatlarımız tarafından bertaraf edildi– general Zülfikar gerçeği belirsiz, muğlak bir şeye dönüştü; sınır muhafızlarının satın alınması gazetelerde, “masum askerler Hint askerleri tarafından katledildi” şeklinde yer aldı; eniştemin kaçakçılık faaliyetlerini kim duyuracaktı?”
Salman Rushdie, yaşanan durumu doğru tespit ediyor ve rahatsızlıklarının temelinde şizofreni korkusunun, her Pakistanlının kalbinde bir göbek bağı gibi gömülü olan bölünme korkusunun olduğunu düşünüyor. Kahramanı Salim, Bangladeş’teki isyanı bastırmak için eğitilirken, şöyle sorguluyor kendisini; “Birimlerin amacı ne? –İstenmeyen unsurların kökünün kazınması. Bu unsurların özellikleri neler? –Aile hayatının sona erdirilmesi, tanrının katli, toprak ağalarının mülksüz bırakılması, film sansürlerinin kaldırılması. Hedeflenen ne? –Devletin yıkılması, anarşi, yabancı egemenliği. Endişeyi arttıran sebepler neler? –Yapılacak seçim ve sonuçta sivil idare....”
“Orduyu naibi kabul eden, kendini içinde bulduğu hayat boyun eğerek görevini yapan, emirlere itaat eden, hem bu dünyada yaşayan hem de bu dünyada yaşamayan, boyun eğen, insan hayvan demeden sokaklarda, nehirlerde izini süren; kimin himayesinde, kimin hatırına, kimin intikamcı kışkırtmasıyla silah altına alındığını ne bilen ne umursayan” insan tipinin evrensel bir haritasını çıkarıyor Salman Rushdie..!


Anlatım özellikleri
Başlarda söylediğim gibi, kendisi de 1947 doğumlu olan Salman Rushdie’nin bireysel tarihinden izler bulunabilir bu romanda. Ancak, yazarın vurguladığı gibi, “Bütün edebiyatta olduğu gibi otobiyografide de gerçekten olmuş olanlar, yazarın okuyucusunu ikna ettiği şeylerden daha önemsizdir...” Geceyarısı Çocukları, bir düş, bir fantazya gibi kurgulanmış ama fantazyanın kaynakları gerçekliğe sıkı sıkıya bağlı. Çocukluk ve çocuk bedeni bir ****for. Tıpkı Günter Grass’ın Teneke Trampet’indeki çocuk kahraman gibi, Salim de olayların nedeni olarak kendi doğumunu ve yaşadıklarını görüyor Hindistan’ın trajedisinde.
Salim’in daha doğumunda bir başka gece yarısı çocuğu olan Şiva ile karıştırılmış olması, bağımsız Hindistan tarihinin de tersliklerle dolu olacağını işaret ediyor. Bu çocukların sondaki kısırlaştırılma girişimi de, kuruluş günlerindeki ideallerin sona erdiğinin bir sembolü. Ama bütün bu siyasi, tarihsel ve toplumsal tablonun aktarılmasında, Salman Rushdie, bir an bile tekdüzeliğe, ajitasyona ve kabalığa kaçmıyor. Bir çocuğun duygusal ve düşünsel gelişimini zaman zaman diyaloglar, bazen iç monologlar, kimi kez de bilinç akışı tekniği ile aktarıyor.
Yaklaşık beş yüz sayfalık romanda öykü sürükleyiciliğini ve temposunu hiç düşürmüyor. Doğunun anlatım geleneğinden söz edilebilir belki de bu akıcılığı açıklamak için. Her bölüm bir diğerine, başa ve sona bağlanıyor. Felaketler önceden sezdiriliyor ve merak duygusu her zaman uyanık tutuluyor. Ancak, sadece öyküsü değil, olay örgüsü, düşü gerçek, gerçeği düş yapan ****forları ile, Geceyarısı Çocukları mutlaka okunması gereken bir roman. Salman Ruhdie, neyi anlatacağını, neden anlatacağını ve nasıl anlatacağını çok iyi bilen bir yazar.




YAZAR HAKKINDA

Salman Rushdie, Urduca ve İngilizce konuşan müslüman bir ailenin oğlu olarak 1947'de (bağımsızlıktan iki ay önce) Bombay'da doğdu. 1961'de lise eğitimi için İngiltere'ye gönderilen Rushdie'nin ailesi, 1964'te diğer müslümanlarla birlikte zorunlu olarak Pakistan'a göç etti ve Karaçi'ye yerleşti.
Cambridge'de tarih eğitimi gören Rushdie, fantastik bir bilimkurgu denemesi olan ilk romanı Grimus (1975) ile eleştirmenlerin dikkatini çektikten sonra, Geceyarısı Çocukları (Metis, 2000) romanıyla (1981 Booker, 1982 James Tait Black, 1993 Booker of Bookers ödülleri) dünya çapında ün kazandı. Hindistan tarihi ve politikasına eleştirel yaklaşımı nedeniyle Hindistan'da yasaklanan bu romanı, bu kez Pakistan'da aynı akıbete uğrayan Utanç (Metis, 2005) izledi. Nikaragua anılarını aktardığı The Jaguar Smile'ın (1987, Jaguar Gülüşü, Pencere, 1989) ardından yazdığı The Satanic Verses (1988, Şeytan Ayetleri) ile 1988 Whitbread ödülünü kazandıysa da Müslümanlığa hakaret ettiği gerekçesiyle kitap Hindistan ve Güney Afrika'da yasaklandıktan sonra Ayetullah Humeyni tarafından yazar hakkında ölüm fetvası verildi.
Kitapları yirmi beş dile çevrilen ve çeşitli ödüller kazanan Rushdie, The Riddle of Midnight (Geceyarısı Bilmecesi) ve The Painter and the Pest (Ressam ve Bela) adlı iki belgesel film senaryosu da yazmıştır. Diğer yapıtları arasında Harun ile Öyküler Denizi (1990, Metis, 1994), In Good Faith (1990, İçtenlikle), Imaginary Homelands (1991, Hayali Ülkeler), East, West (1994, Doğu, Batı), The Moor's Last Sigh (1996, Mağriplinin Son İç Çekişi), The Ground Beneath Her Feet (1999, Ayaklarının Altındaki Toprak) ve Fury (2001, Öfke) sayılabilir. Rushdie'nin son romanı Shalimar the Clown (Soytarı Şalimar) Eylül 2005'te yayımlandı.
denizci isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Sonforum'un önerileri

Cevapla


Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir)
 

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz aktif değil dir.
Mesajlara Cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz aktif değil dir.

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı


Saat: 10:01


lisanslı Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2022, Jelsoft Enterprises Ltd.
Forum SEO by Zoints
SonForum.org 2007-2023

2007-2023 © SonForum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " İletişim " kısmından bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
webmaster blog