10-09-2010, 18:25 | #1 |
Namibia, Tanrıların Kum Havuzu
Namibia, Tanrıların Kum Havuzu (1)
Soğuk okyanusun dev dalgaları ve dünyanın en yüksek kum tepeleri arasına sıkışmış bir ülke Namibia. Aslında ülkeden çok dev bir kum denizi de denebilir... Bu kum denizine tepeden baktığınızda, tepeler ve kumun aldığı şekiller insanı şaşırtıyor, yumuşak ve aynı zamanda keskin hatların, gelişigüzel rüzgar hareketleriyle oluşabileceğine ihtimal vermiyorsunuz. Kendinizi çok daha derin anlamlar ararken buluyorsunuz. İşte o zaman anlayın ki çölün mistik havasına yakalanmışsınız bile... Namibia öyle bir ülke ki, göz alabildiğince giden boşluk karşısında kendinizi yalnız ve güçsüz hissedebilirsiniz. Doğa bu topraklarda insanı kolay kolay barındırmıyor. Namibia insanoğlunun doğaya yenik düştüğü ender coğrafyalardan biri...Doğa sanki kendini korunma altına almış, ne okyanusun buz gibi dalgaları, ne de kızgın uçsuz bucaksız kum tepeleri insana geçit veriyor. Namib çölü, dünyanın en eski çölü Güney Afrika, Botswana ve Angola’nın sınır komşusu olan Namibia, 2110 $ milli geliriyle kara kıtanın zengin ülkelerinden sayılıyor. Yüzölçümü Türkiye ile neredeyse eşit olan bu ülkede bir kilometrekareye iki kişi düşüyor, 1.7 milyon nüfusla Afrika kıtasının en az nüfuslu ülkesi unvanına sahip. 1883’den 1914’e kadar Alman hükümeti tarafından yönetilen bu ülke daha sonra Güney Afrika’ya geçmiş. Şimdi resmi dili İngilizce olmasına rağmen, Alman kültürü, mimarisi ve Almanca hala şehirlerde kendini gösteriyor. Namibia’yı diğer Afrika ülkelerinden farklı kılan, Güney batısında ki Namib çölü ve zengin elmas madenleri. 80 milyon yaşındaki Namib çölünün dünyanın en eski çölü olduğuna inanılıyor. Namib-Naukluft milli parkı 32.000 kilometrekarelik çöl alan ile dünyanın en büyük milli parklarından biri. Bu bölge aynı zamanda hareket eden 200 metreyi aşan, dünyanın en yüksek kumullarına da sahip. Bu kadar çok özelliği öğrendikten sonra, bu çölü görmemek olmaz demek düşüyor insana....Biz de kısa bir tatili bahane edip, şu an demir attığımız Johannesburg’dan sadece iki saatlik uçak mesafesinde olan Namibia’yı en sonunda keşfetmeye karar verdik. Yolculuk Başlıyor... Kısa bir süre öncesine kadar Güney Afrika toprakları sayıldığı için, bizim buradakiler Namibia’yı hala yabancı bir ülke gibi görmüyorlar. Johannesburg’daki turizm acentesı, bize dış hatlara gitmemizi ve yurtdışı uçuşlarda olduğu gibi en az iki saat önce havaalanında olmamızı tembihleme gereği bile duyuyor, gitmeden önce... Artık bizimle geze geze Afrika uzmanı olan Defne ve Esra’ya, Güney Afrika’da her tatilde görmeye alıştığımız aslan ve filleri Namibia’da görmeyeceğimizi, onun yerine çöl, kum ve boşluk seyredeceğimizi söylediğimizde pek anlam veremiyorlar, haliyle... Birbirine zıt coğrafi özellikleri birkaç saatlik yolculukla görebilmenin ne kadar büyük bir ayrıcalık olduğunu “dört yaş” grubuna anlatmak pek kolay değil. Namibia’nın başkenti Windhoek’a iner inmez havaalanının sakinliği, temizliği ve herşeyin tıkır tıkır işlemesi hala bir “Alman ekolünün” varlığını hissettiriyor kuşkusuz. Afrika’da bile Alman disiplininin korunabilmesi büyük bir başarı doğrusu... Ama karar vermek için daha çok erken. Araba kiralamaya gittiğimizde işin rengi biraz değişiyor. Ayırttığımız dört çekerin ellerinde olmamasından dolayı acenta bize eski model bir Mercedes vermeyi öneriyor. Sesimizi çıkartmıyoruz... Daha sonra çöle gideceğimizi duyunca görevlinin paniklemesi bizi biraz olsun “uyandırıyor”. Çölde Mercedes’le... Arabayla sekiz saat sürecek olan Namib çölüne yolculuğumuzu eski ve yere yakın bir Mercedes’le yapacağımızın verdiği huzursuzlukla biniyoruz arabamıza. Uçakta Namibia havayollarının dergisinde okuduğum “ Çölde Susuzluk” isimli iç açıcı makaleye göre, çöle giderken arabası bozulan ve susuzluktan ölenlerin sayısının azımsanmayacak kadar çok olduğunu hatırlayarak litrelerce su depoluyoruz. Yola çıktıktan biraz sonra... Windhoek’u iyice gerimizde bırakıp... ağaçlar seyreldikten ve toprak kızarıp yavaş yavaş kuma dönüşmeye başladıktan sonra... karşı istikametten ancak saatte bir araba gelmeye başladığını farkediyoruz. Geçen arabalar sanki kırk yıllık dostuna rastlamış gibi bize selam veriyor...Telefonumuz çekmiyor, etrafta kuru ağaç ve kumdan başka hiçbirşey yok. Daha önce taş ve kayalarla karışık kum tepeleri artık iyice kızıllaşmaya başlıyor ve herşey ince kuma dönüşüyor, arabanın içi bile! İşte çöle nihayet geldik diyoruz. Üstelik kilometre hesabımız doğruysa tüm broşürlerde, gezi kitaplarında yer alan “Miranda’nın Terası” isimli meşhur restorana yaklaşıyor olmalıyız. Ufukta derme çatma bir yapı beliriyor, iyice yaklaştığımızda aradığımız restoran olduğunu fark ediyoruz. Arkamızda bir kamyonet bizimle birlikte duruyor. Kamyonetten beyaz, yaşlı ve iri yarı çiftçi bir kadın çıkıyor. Bize “restoran”a girip girmeyeceğimizi soruyor. Kendisinin Miranda olduğunu öğreniyoruz, broşürlerde bir mihenk taşı olarak gösterilen “Miranda’nın Terasının” ta kendisi. Uzaktan araba sesi duyunca evinden çıkmış restoranını bizim için açacakmış. İçeri girince birden restoran değil bir kafeterya hatta çok küçük bir bakkal dükkanına girdiğimizi anlıyoruz. Raflarda üstü tozlu bisküvi kutuları, deterjanlar ve donmuş içeceklerle dolu eski bir buzdolabı var. Herşey çok eski, neredeyse satılan ürünler bile 60’lı senelerden kalma gibi. Ama sohbet iyi... Türk olduğumuzu öğrenince Miranda şaşırıyor, ilk gördüğü Türklermişiz! İçeceklerimizi alıp, yiyecek bulamamanın hayal kırıklılığıyla, tek bacağı eksik köpeği ve Miranda’ya dönüşte tekrar uğrama sözü verip çıkıyoruz. Yollar gittikçe uzuyor ve uzadıkça bozuluyor, çocuklar arabada sıkılıyor, etrafta seyredecek hiçbir şey yok...bir ağaç bile. Artık her yer kum oldu, etrafta hiç köy veya kasaba yok. Nihayet sekiz saatlik yolculuktan sonra Sossusvlei’ye ve çölün ortasında bir vaha gibi duran otelimize varıyoruz. Otelin bahçesindeki kaktüsler ve çakıl taşları bizi odamıza götürüyor. Daha doğrusu biz öyle zannediyoruz... Bilmiyoruz ki bizi bir çadır bekliyor. Acentamız bize bu küçük detayı söylemeyi unutmuş... Kızıl sıcak ve keskin kıvrımlar Çadırımız büyükçe... branda bezinin rüzgarda kumu elek gibi içeri aldığını tecrübeyle öğreniyoruz. Çölde kumdan kaçış yok! Çadırımızdan çıkar çıkmaz, ay ışığında etrafımızdaki kumulların aldığı rengi görünce birden bire yorgunluk dahil her şeyi unutuyoruz. Sanki kızıl bir ateş topu sarmış etrafımızı... Şaşkın şaşkın etrafımıza bakıyoruz, şimdiye kadar hiç böyle bir manzarayla karşılaşmamıştık. Ay ışığında bu nefes kesen kızıllığın içine dalınca, ne buz gibi esen rüzgar ne de saçlarımıza karışan kum taneleri bizi ilgilendiriyor. Etrafın boşluğu, sakinliği ve manzara sanki aya ayak basmış izlenimi veriyor. Bu hissi daha sonra kumulların içine dalınca da hissedeceğimizi henüz bilmiyoruz. O an ki tek düşüncemiz sabah olsa da bu kızıl güzelliğin içine dalsak oluyor... Sabah hava aydınlanır aydınlanmaz Sossusvlei’e, hareket eden kumulları görmek üzere arabamıza biniyoruz. Bu yazıyı çok uzatmamak için, kumulların nasıl hareket ettiğini, ölüm vadisini ve elmas madenlerini haftaya bırakıyorum. Biz o zamana kadar kumullarda elmas aramayı düşünüyoruz. Çocukları oyalamak gerek...Hem şu an dünyanın en zengin elmas madenlerinin hemen yanı başındayız, kim bilir belki bize de bir tane çıkar ! |
|
|
|
Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
|
|