sonforum.org

Anasayfa Facebook Bugünki Mesajlar Forumları Okundu Kabul Et
Geri git   sonforum.org > TARİH - KÜLTÜR ve SANAT > Türkler'in ve Yabancıların Biyografileri
Kayıt ol Google Üye Listesi Market Girişi


Türkler'in ve Yabancıların Biyografileri Ünlüler, Artistler, Aktörler, Sanatçılar , Rektörler, İş Adamları, Gazeteciler, Kaşifler, İdoller, Örnek Alınacak Kişiler - Biyografi

Yeni Konu aç  Cevapla
Seçenekler Stil
Okunmamış 02-20-2010, 11:51   #1
Kullanıcı Adı
prensisa
Standart İzzet Melih Devrim Kimdir? Hayatı, Biyografisi ve Yaşamı Hakkındaki Yazılar

Babası, Kudüs defterdarı Hattatzade Mustafa Esat Bey (Mustafa Esat Bey, Kudüs’e gelmeden önce 1880’lerin ortalarında Girit defterdarıdır), annesi ise Girit’te arazi zengini Uzun Melek Bey’in (Uzun Melek Bey, Girit’in Hanya bölgesinde üç köy sahibi olduğu gibi, bütün Akdeniz ülkeleri içinde, Yemen kahvesinin tek bayiidir) kızı Saniye Hanım olan İzzet Melih, 1887' de İstanbul' da doğdu. (Dedesi, dönem şairlerinden Rıdvan Ağa’dır.)

İlkokulu Kudüs’te okuyan İzzet Melih, sonradan İstanbul’a Galatasaray Lisesine gönderildi. Galatasaray Lisesinden mezun oldu. Liseyi bitirince, hukuk öğrenimi için Paris’e gitti.

İzzet Melih, Paris dönüşünde Fransızların sahip olduğu Reji İdaresi’nde; Genel sekreterlik, genel müdür vekilliği ve direktörlük görevlerinde bulundu. Şirketin Genel Müdürü Mösyö Weil, İzzet Melih’in hem koruyucusu hem de örnek aldığı insan oldu.

İzzet Melih, Şişli'deki evinin karşısında oturan Saniye Hanımla tanıştı. Saniye hanım, iki küçük kızının babası olan yaşlı kocasını boşayarak İzzet Melihle evlendi. Birinci Dünya Savaşından sonra İzzet Melih, karısı Seniye Hanım’la Avrupa seyahatine çıktı. İtalya’da İspanyol gribine yakalanan Seniye Hanım, hastanede kendisine bakan doktorla ilişki kurdu ve orda kaldı. İzzet Melih, büyük bir düş kırıklığıyla İstanbul’a döndü ve yaşadığı kötü günlerin arkasından Şakir Paşa’nın kızı Fahrünnisa ile evlendi. Çiftin bu evlilikten iki çocukları dünyaya geldi: Nejat Melih Devrim ve tiyatro sanatçısı Şirin Devrim.

İzzet Melih tasarruflarını, New York Borsası’nda değerlendirdiği dönemde borsa çöktü. Fahrünnisa'nın İzzet Melih’in, küçük bir çocuk gibi kucağına kapanıp ağladığını söylediği bu dönemde, insanların kehanetlerini boşa çıkarmak için, danslı bir çay daveti planladılar. Hatta davetiyeleri şık giyinip, İtalyan şoför Manuel’in kullandığı Alfa Romeo arabalarıyla ahbaplarına kendileri dağıttılar (Daha sonraki günlerde ilk önce piyano, sonra da arabasını satmak zorunda kaldı). Bu tatsız dönemi geride bırakmak amacıyla, Park Otel’in karşısına düşen, Hayırlı Apartmanına taşındılar. 1933 yılında Fahrünnisa ile Fahrünnisa'nın, Irak Kralı I.Faysal’ın küçük kardeşi Zeyd ile olan ilişkisi nedeniyle ayrıldılar.

İzzet Melih, Cumhuriyetin kurulmasıyla başlayan reformlar sonucu, yabancıların sahip olduğu şirketler millileştirilmeye başlandığı dönemde, Osmanlı Tütün Şirketi yani Reji İdaresindeki işini kaybetti.

İstanbul Tramvay Şirketi idare meclisi üyeliği, Elektirik Şirketi yazıişleri müdürlüğü (1930-1938), Anadolu Ajansı müdürlüğü (1951) yaptı. Harp Akademisi'nde Fransızca öğretmenliğinde bulundu.

Fransız diliyle ilgili çalışmaları nedeniyle Paris Edebiyat Fakültesi tarafından edebiyat doktorluğu verilen (1938), Paris Yazarlar Birliği sürekli üyeliğine seçilen (1957) İzzet Melih, Paris'te Les Annales Politique et Litéraires dergisinin açtığı bir düzyazı yarışmasında ikincilik kazanınca (1905) dikkatleri çekmiş, Fecri Ati topluluğuna katıldıkdan sonra yazdığı romanlarında, duygusal aşkları konu almış, anlatım açısından da betimlemelerle yüklü, süslü bir dil benimsemiştir.

İzzet Melih, 1966'da İstanbul'da Alzheimer hastalığından vefat etti.

.................................................. .................................................. .....

Başlıca Yapıtları

* Leyla (Fransızca oyun, 1912, Beyoğlu tiyatrolarında oynandı)
* Tezad (Roman, 1915)
* Sermed (Roman, 1918; Fransızca'ya çevrildi, P.Loti'nin önsözüyle,1919)
* Her Güzelliğe Aşık (Öyküler, gezi notları, 1938)

Öykü - Bir resim ve bir adam

Bu sefer Venedik, ebedî sarayları, müzeleri, kiliseleri ve dünyada yegâne olan garip teşekkülünden maada, yeni bir san’at sergisi arzediyor. Hemen tekmil binaları, heykelleri ve tabloları eski olan asırdide Venediğin tek büyük bahçesindeki bu sergide, zamanımızın resim mekteplerinin dikkate değer nümûneleri var. Fakat bunların arasına bir çok kübist eser de konmuş! Artık düşününüz: (Doj)lar sarayında dinî bir huşu ile temaşa ettiğimiz Tiziano ve Tinterotto gibi san’at ilahlarının vatanında, bu tuhaflıklara tesadüf etmek ne feci bir şey: çıplak omuzlar ve kafalar, kör ve şaşı bakışlar, zenci dudakları ve kömürcü suratları, insandan ziyade maymuna, deveye, file benzeyen modeller...

Çirkinlikleri ve maskaralıkları aceba tasvir etmeğe ne lüzum var? Bu ucubelerden samimî olarak zevk alan kimse bulunur mu?

Bu tarz fikirlerle serginin salonlarından birini gezerken, bir tablonun önünde seyre dalmış bir adam dikkatimi celbetti. Resim, genç bir kadının büyük bir portresiydi; birbirlerine karmakarışık sarılmış siyah, mavi, yeşil yılanlar gibi saçlar; inat ve hiyanet hissini veren dar ve çatık bir alın; incecik uzun kaşlar; sim siyan ve adeta şişmiş kapakların içinde bir hançer ziyasile parlayan fazla geniş, fazla mavi, sert ve şehlâ gözler. Çarpık, dar ve hastalıklı omuzlara ve fazla ince bir bele mukabil büyük, sivri, mütearrız göğüs... Fakat resmin garabet ve çirkinlik ruhunu en bariz şekilde temsil eden kısımlar, dudaklarla burundu: kalın, mor dudaklar, ısırmak isteyen vahşi bir hırsla uzatılmıştı; mukavves, cesim burun kıp kırmızı delikleri de alev çıkarıyor gibiydi.
Kübistlerin ilahesi olacak kadar garip ve sakil olan portreyi bu kadar merakla temaşa eden meçhul adama gayri ihtiyarî bir hareketle yavaş yavaş yaklaştım. Bunu neden yapıyordum, beni sevk eden gizli his, anî tecessüs ne idi? Yanına geldiğim zaman, o dalgın seyirci başını benim tarafıma çevirince, gizli tecessüsümün isabetini anladım: ben bu adamı tanıyordum. Fakat o mu idi, yoksa onun heyulâsı mı?

Zengin bir vezirin oğlu; mektepte ayni sınıfta idik. Türk – Çerkes evlenmelerinin ince, uzun boylu, güzel ve kibar bir evlâdı. Zeki, hassas, fazla çalışıp uğraşmayı sevmez, fakat san’atkâr, bilhassa musiki ve resme müsteit... Henüz on dokuz yaşında iken miras ve büyük servet: kadınlar, eğlenceler, seyahatler... Sonrasını bilmiyorum; kendisini uzaktan uzağa gördüm, daima refah içinde, zarif ve yakışıklıdi. Sonra uzun seneler: harp, içtimaî sarsıntılarla geçen zamanlar... sonra, sır ve duman... ve şimdi karşımda bir harabe! Giyiniş, yüz, bakış... evet, kendisi, fakat bütün bunlar sanki bir felaketin, bir âfetin darbelerile eskimiş, buruşmuş, yanmış ve perişan olmuş. Beşerin harabeleri taş ve mermer harabelerinden şüphesiz pek daha müessirdir, daha doğrusu, asıl onlar hazindir.

Elemli gözlerde hafif bir parıltı, derin ve karanlık sesinde cüz’î bir alâka ile bana hitab etti: —Nasılsınız efendim? Uzun senelerdir birbirimizi görmedik.

—Evet, bu kadar zamandan sonra burada buluşmamız ne tuhaf, ne hoş bir tesadüf. Tabiî siz de benim gibi geçicisiniz. Nereye gidiyorsunuz, Parise mi?

—Hayır, hayır... Buradayım. İstanbuldan çıkalı on sene oldu. O vakitten beri memleketten memlekete, şehirden şehire dolaşıyorum. Adeta serseri oldum. Muhit değiştirmekle kalbimizin havasını, ruhumuzun ziyasını değiştirmek kabil olmuyor ki... Şimdi buradayım. Müzelerde, saraylarda tercümanlık ediyorum. Meşhur tabloların kopyalarını çıkartıp zavallı “burjuva” seyyahlara satıyorum. Meşhur tablolar, aman yarabbi; bu ne manasız, ne yavan resimler!

Muhatabımın solgun dudakları zehirli bir gülüşle titredi: “İşte san’at, resim bu...” demek istiyordu. Ateşli nazarlarını karşımızdaki garip portreye dikti ve mavi damarları görünen zayıf, uzun elile onun muhtelif kısımlarını işaret ederek devam etti:

—Bakışınız ve tecessüsünüz bunlardan zevk almadığınızı gösteriyor. Bu eserlerin manasını ve şiirini anlamak için benim gibi beşerin maddî ve manevî sefaletlerini yakından anlamış, onların içinde yaşamış olmalı. Bu san’at güzeldir; çünkü, sevimli, munis, muntazam görünen vücutların ve simaların müthiş hakikatini, asıl ruhunu tasvir eder.

—Siz ne kadar bedbin olmuşsunuz; benim vaktile tanıdığım şen ve kayıtsız genç ne şiddetli bir filozof olmuş!

Sözlerimi işitmemiş gibi, fikirlerinin silsilesini takib etti:

—Beni bu hale koyan kadın şu Venedik saraylarında ve mizelerinde gördüğünüz meşhur tablolardaki en bediî, en cazip, en şuh kadınlar kadar bediî, caizp ve şuh idi. Rafaelin Meryemleri gibi ilâhî, saf ve masun görünürdü; ve ben senelerce onun güzelliğine tapındım, esir oldum; vefasına, muhabbetine inandım. Halbuki o melek kadın bu imiş, şu tablolardaki müthiş mahlûkmuş. Evet benim sevgilim bu imiş: hiyanet, zehir, hırs... çirkinlik, çirkinlik, çirkinlik! Ben hâlâ bunu seviyorum, ve bunun için bu hâle geldim.

Konuşurken, süs ve refah içinde tanımış olduğum müstesna güzel insanın harab olmuş yüzü, kin ve elemle yanan gözleri ve felâket altında çöken vücudu... tam kendisi de, bir kübist artistin kuvvetli çizgilerle, şiddetli renklerle boyadığı bu tabloya benziyordu.

—Maçka, 1927—

Öykü, yazım özellikleri korunarak alıntılanmıştır.

Bir röportaj...

1908 Temmuzunda II. Meşrutiyetin ilan edilmesinden sonra kurulan ilk kabinede devrimi gerçekleştirenlerden kimse yoktu. Bu durum Batı ülkelerinin dikkatini çekmişti ve yabancı gazeteciler, Türk aydınlarından bilgi almak için didiniyorlardı.

3 Ağustos tarihli Tanin gazetesinde, İzzet Melih’in, Le Temps gazetesi tarafından İstanbul’a özel olarak gönderilmiş M. Jean Rodes ile yaptığı bir görüşme yayınlandı.

Gazeteci M. Jean Rodes, İttihat ve Terakki kurmaylarını idealize ederek,

“O halde bunları birer birer iş başına getirerek haince emelleri kesin olanları bir an önce...” Saldırgan gazeteci çok ileri gitmiş olduğunu anlayarak, burada kendini tutuyor: “Ne var ki, bu konuda ben bir söz söyleyemem. Bir büyük bunalım sırasında benim gibi bir yabancı, sizin işlerinize, eylemlerinize karışamaz. Buna yetkisi yoktur. Siz Osmanlılar, hastalığınızın ilacını herkesten iyi bilirsiniz. Buna göre, bizim iyi dileklerle beklemekten başka yapacak bir şeyimiz olamaz.”

Avrupalı yazar İzzet Melih’e soruyor:
“Hükümette görev alabilmeye yaraşır, gerek İttihat ve Terakki Cemiyeti’nce, gerek sizlerce güçlerine ve doğruluklarına inanılır kişiler vardır değil mi?”

Buna İzzet Melih, o sıralar hepimizde yer etmiş kanıyı dile getirerek, şu cevabı veriyor:
“Şüphesiz; başkentte olsun, illerde olsun, bir unutulmuş köşesinde kalmış güçlü, sayın memurlarımız, yurt hizmetine adanacak kişilerimiz yok değildir.”

Hüseyin Cahit Yalçın, bu röportajı naklettikten sonra Meşrutiyet’i şöyle yorumlar: “Meşrutiyet düzeni ilk dakikasından başlayarak sakat doğuyordu. Bu doğum eksikliğini son zamanlarına kadar sakladı ve bu eksiklik, düzenin başarısına karşı yükselen önemli engellerden en başlıcasını yarattı.”
prensisa isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Sonforum'un önerileri

Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz aktif değil dir.
Mesajlara Cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz aktif değil dir.

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı


Saat: 04:55


lisanslı Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2022, Jelsoft Enterprises Ltd.
Forum SEO by Zoints
SonForum.org 2007-2025

2007-2025 © SonForum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " İletişim " kısmından bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı