![]() |
![]() |
#1 |
![]() Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'ne Bağlı Müzeler
İstanbul Arkeoloji Müzeleri (Eminönü) ![]() Türkiye’deki ilk müzecilik çalışmaları Sultan Abdülmecit zamanında Tophane Müşiri Ahmet Fethi Paşa (1801–1858) tarafından başlatılmıştır. Topkapı Sarayı dış avlusunda bulunan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun cephane ve silah ambarı olarak kullanılan Aya İrini (Hagia Eirene) Kilisesi’nde Mecma-i Esliha-i Atika (Eski Silahlar Koleksiyonu) ile Mecma-i Asar-ı Atika (Eski Eserler Koleksiyonu) ismi altında kurulmuştur. Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm valiliklerine genelgeler gönderilerek bölgelerindeki eserlerin buraya gönderilmesi istenmiştir. Bu yıllarda yabancı hafirlerin Anadolu’da kazı yaptıkları ören yerlerinde buldukları önemli arkeolojik eserlerin yurt dışına kaçırılmalarını önlemek amacı ile bazı çalışmalara başlanmıştır. İstanbul’dan gönderilen genelgelere olumlu yanıtlar alınmış ve bazı eserler İstanbul’a gönderilmeye başlanmıştır. Bununla beraber, eserlerin yurt dışına kaçırılması da önlenememiştir. ![]() İlk Asar-ı Atika Nizamnamesi 1874 yılında yayınlanmış, bu yönetmeliğe göre bulunan eski eserlerin yalnızca üçte birinin yurt dışına götürülmesi öngörülmüştür. Bu arada Dethier’in Kıbrıs’tan 88 sandıklık eski eserleri yurda getirmesi ve Anadolu’dan gelen eserlerin artması sonucunda yeni bir binaya gereksinim duyulmuştur. Ancak maddi imkânsızlıklardan ötürü, yeni bir müze yapımı yerine Çinili Köşk’ün müzeye dönüştürülmesi uygun görülmüştür. Çinili Köşk’te yapılan düzenlemeler, eserlerin taşınması uzun zaman almış ve müzenin açılışı 1880 yılında yapılmıştır. Müzedeki eserlerin katalogu da bu sırada hazırlanmıştır. ![]() Yeni müze Lahitler Müzesi veya Asar-ı Atika Müzesi olarak 13 Haziran 1891’de açılmıştır. Aynı zamanda yeni yapılan bu müze XIX. yüzyılın sonunda dünyada müze binası olarak tasarlanan ilk on müze arasında olup, Türkiye’nin ilk arkeoloji müzesidir. Bundan sonra yeni yapılan müzede başta Sayda Lahitleri olmak üzere diğer eserlerin teşhir ve tanzimi yapılmıştır. Müze koleksiyonlarını Balkanlardan Afrika’ya, Anadolu ve Mezopotamya’dan Arabistan Yarımadası’na ve Afganistan’a kadar uzanan Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisindeki çeşitli kültürlere ait eserler oluşturmaktadır. ![]() İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde eserler Arkeoloji, Eski Şark Eserleri ve Çinili Köşk’te ayrı ayrı sergilenmiştir. Müzenin arkeoloji bölümündeki en önemli eserler arasında Sayda Kral Nekropolünden getirilen İskender Lahti, Ağlayan Kadınlar Lahti ve Satrap Lahti başta olmak üzere Arkaik Dönem’den başlayarak Roma dönemi sonuna kadar gelen çeşitli heykeller, Kyme, Milet ve Ilgın’da bulunmuş Ana Tanrıça Kybele heykelleri, adak stelleri bulunmaktadır. Ayrıca Halikarnasos Maoseleum’una ait kabartmalar, Bergama Zeus Sunağı’na ait heykel parçaları, Kuvvet Tanrısı Bes, İskender başı, Aphrodisias, Ephesos ve Miletos’ta bulunan heykeller; küçük ölçüdeki çanak çömlekler, pişmiş toprak figürinler; hazine bölümünde değerli süs eşyaları, takılar ve sikkeler bulunmaktadır. Ayrıca yeni yapılan müze ek binasında da Anadolu’nun Çevre Kültürleri Bölümü’nde Kıbrıs, Filistin, Suriye, Beyrut, Sayda, Sebasteia, Magito gibi önemli kültür merkezlerinde yapılan kazılarda ortaya çıkarılan eserler sergilenmektedir. Müzenin Anadolu ve Truva Kültürleri Bölümü’nde Trakya’dan Troia’ya, Frigya’ya ve Gordion’a kadar uzanan alanda ortaya çıkan eserler sergilenmiştir. Eski Şark Eserleri Müzesi ![]() Müzede Mezopotamya, Mısır ve Anadolu kültürleri ile İslam öncesi Arap Yarımadası’na ait eserler sergilenmektedir. Bunların başında eski ve yeni Sümer çağlarına ait eserler, Mısır firavun mezarlarına ait buluntular, Asur, Babil, Hatti, Hitit ve Urartu eserleri sergilenmektedir. Ayrıca bu bölümde 70.000 levhadan oluşan çivi yazılı tablet koleksiyonları bulunmaktadır. Bu eserlerin büyük bir kısmı da XIX. yüzyıldan başlayarak I.Dünya Savaşı’na kadar geçen süre içerisinde yapılan arkeoloji kazılarından ortaya çıkarılmıştır. Eserlerin bir bölümü de Osmanlı İmparatorluğu’nun valileri ve paşaları tarafından toplanarak gönderilmiştir. ![]() Müzenin 1 no.lu salonunda İslam öncesi Arap eserleri bulunmaktadır. Bunların çoğunluğunu Güney Arabistan’dan gelen eserler meydana getirmiştir. Burada çeşitli kitabeler, kabartma levhalar, mezar taşları ve adak heykelleri sergilenmektedir. Müzenin 2 no.lu salonunda Mısır koleksiyonları bulunmaktadır. Bunların başında özel koleksiyonlardan gelenler ile kazı buluntuları yer almaktadır. Sfenksler, steller, sunaklar, lahitler, mezar ve mabet buluntuları bunların arasındadır. Mısır XII.-XIII. sülaleye ait lahitler, cenaze alayını gösteren renkli papirüs, Tanrı Horus heykeli, Ölüler Diyarı Tanrısı Osiris’in heykeli, Teb şehri nekropolünde bulunmuş mezar steli, arslan başlı Ateş Tanrıçası, Sekhmet’in heykeli bu bölümdeki önemli eserler arasındadır. Müzenin 3–6 no.lu salonlarında Mezopotamya eserleri bulunmaktadır. Bunların büyük bölümünü Dicle ve Fırat nehirleri arasında, I.Dünya Savaşı’ndan önce yapılan kazılarda ortaya çıkarılan eserler oluşturmaktadır. Bunların başında Halaf, Nineve, Eski Sümer Çağı, Yeni Sümer Çağı, Akad, Eski ve Orta Babil Çağı eserleri, Orta Asur Çağı, Yeni Asur Çağı eserleri ile Babil Çağı eserleri gelmektedir. Ayrıca bu bölümde Mezopotamya mühürleri de sergilenmektedir. Bu bölümde Yeni Asur Devletinde vezirlik etmiş olan Bel-Harran-Beli-Ussur’un steli, Asur Banipal’in kabartması, İştar kapısına giden merasim yolu üzerindeki çini kabartmalar, Eski Akad Kralı Naramsin’in steli, Sümerlerin boğa başı, Lagaş Kralı Ur-Nanşe’nin adak kabartması bulunmaktadır. ![]() Müzenin 7–9 no.lu salonlarında Anadolu’dan ele geçen tarih öncesi çağlara ait eserler bulunmaktadır. Zincirli ile Hattuşaş (Boğazköy) kazılarında ele geçen eserler bu bölümün başta gelen kültür varlıklarıdır. Zincirli şehir kapısı ortostatı, Yerkapı sfenksi, Teşup steli, Zincirli bazalt kapı arslanı, Maraş sfenksi, Zincirli sfenksli sütun altı da diğer eserler arasındadır. İlk Tunç Çağı’na, Hatti kültürüne, Orta Tunç Çağı’na, Koloni Devri yerleşmelerine, Eski Hitit, Hitit ve Geç Hitit kralları dönemine ait eserler çoğunluktadır. Bunların arasında Kadeş Antlaşması bu bölümün en önemli eseridir. Müzenin Çivi Yazılı Belgeler Arşivinde Mezopotamya’nın on, Anadolu’nun da iki eski yerleşme yerinden gelmiş tabletler, 12’si büyük, 8’i küçük olmak üzere dünyanın en zengin koleksiyonlarından birini oluşturmaktadır. Bunların büyük çoğunluğu Osman Hamdi Bey’in eski eserleri koruma amacı ile çıkarttığı Nizamname uyarınca yapılan kazılarda ele geçmiş, diğerleri de çeşitli tarihlerde satın alınmıştır. Bu tabletler tarih, hukuk, tıp, edebiyat, ekonomi ve dini konuları içermektedir. Ayrıca matematik, astronomi, sihir gibi konuların yanı sıra çeşitli mektuplar da bu arşivde yer almaktadır. Yaklaşık olarak 74.000 adet olan bu tabletler depolarda ve teşhirde bulunmaktadır. Müzede bu tabletlerin pek az bir bölümü sergilenebilmektedir. Çinili Köşk Müzesi ![]() Çinili Köşk Osmanlı sivil mimarisinin Selçuklu etkisinde yapılmış İstanbul’daki tek örneğidir. Kaynaklarda yeterince isminden söz edilmeyen bu köşkün mimarı bilinmemektedir. Fatih Sultan Mehmet (1451–1481) dönemi tarihçilerinden Tursun Bey, Çinili Köşk’ü sırçadan yapılmış bir yer olarak nitelendirmiştir. Sultan IV. Murad (1623–1640) zamanında köşk içerisinde yeni düzenlemeler yapılmış ve bu arada ayna taşından bir tavus kuşu kabartmasının bulunduğu bir çeşme de buraya eklenmiştir. Çeşmenin iki tarafındaki kitabelerde de buradan Sırça Saray olarak söz edilmiştir. Köşk 1737 yılında kısmen yanmış ve bu nedenle de onarım sonrasında, özellikle cephe mimarisi değişmiştir. XIX. yüzyılda Aya İrini’deki müzenin yetersiz kalmasından ötürü eserler buraya taşınmıştır. 1910 yılında restore edilmiş, II. Dünya Savaşı sırasında kapatılmış, 1942’de de yeniden onarılırken 1880 yılında ön kısmına eklenen merdivenler kaldırılmıştır. Daha sonra bu onarımlar 1948–1953 yıllarında da devam etmiştir. ![]() Çinili Köşk’ün en başta gelen özelliği dış cephesi ile büyük eyvanının iç yüzeyini ve içerdeki odaların bir bölümünü kaplayan çinilerdir. Mozaik tekniğinde yapılmış olan bu çiniler firuze renkli zemin üzerine kufi yazılar ve geometrik desenlerden meydana gelmiştir. Çinili Köşk 1737 yangınından sonra bir süre saray ağalarına tahsis edilmiş, 1953 yılında İstanbul’un 500. Fetih yılı dolayısı ile Fatih Sultan Mehmet’e ait giysiler, silahlar ve fermanlar burada sergilenmiştir. Başlangıçta Fatih Müzesi olan köşk, daha sonra Türk-İslam ve Osmanlı çini keramiklerinin sergilendiği bir bölüme dönüşmüştür. Bu müze 1981 yılında Topkapı Sarayı’ndan alınarak İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne bağlanmış, 1990 yılında yenilenen sergileme ile İstanbul’un fethinin 539. yılında, 28 Mayıs 1992’de ziyarete açılmıştır. Müzede Türk çağına ait çini ve keramiklerin ilk örnekleri, Selçuklu çini ve keramikleri, XIV. yüzyıla tarihlenen ve İznik çini atölyelerinde yapılan XIV.-XVI. yüzyıl çinileri, XIV.-XVI. yüzyıl Milet keramikleri, Milet işi mavi-beyaz kandiller, İznik’te yapılan Haliç işi keramikler burada sergilenmektedir. Ayrıca XVI. yüzyıl ortalarına doğru İznikli çini ustalarının kobalt mavisi ve firuzenin yanı sıra adaçayı yeşilinden zeytin yeşiline kadar değişen yeşilin çeşitli tonlarından oluşmuş mor ve eflatun ile birlikte kullanılan sert hamurlu Şam işi keramikler de burada bulunmaktadır. Bunların yanı sıra XVI.-XIX. yüzyıla kadar üretilmiş çeşitli keramikler, çiniler, Kütahya çinileri ve Çanakkale keramikleri de müzede bulunmaktadır. ![]() İstanbul Arkeoloji Müzeleri yeniden düzenlenerek açılmasından sonra 17 Avrupa Ülkesinden 46 müze arasında Avrupa’da Yılın Müzesi Ödülünü kazanmıştır. Osman Hamdi Bey Yokuşu Sokak Gülhane-Eminönü/İstanbul Tel : (0212) 520 77 40–41–42 Faks : (0212) 527 43 00 e-posta : [email protected] Ayasofya Müzesi (Eminönü) ![]() Bizans tarihçilerinden Theophanes, Nikephoros ve Gramerci Leon Ayasofya`nın İmparator I. Constantinius (324-337) zamanında yapımına başlandığını, 360 yılında, II. Constantinius’un imparatorluğu döneminde tamamlandığını yazmışlardır. İlk ismi Megali Eklesia (Büyük kilise) olan yapı, V. yüzyıldan sonra Hagia Sophia (kutsal bilgelik) ismini almıştır. Bu ilk Ayasofya bazilika plânlı, ahşap çatılı, beş nefli bir yapı olup, çıkan bir isyan sonucu tamamen yanmış ve günümüze hiçbir kalıntısı gelememiştir. İmparator II. Theodosius, Ayasofya’yı Mimar Rufinos’a ikinci defa yaptırarak 415 yılında ibadete açmıştır. İkinci Ayasofya’nın da ilk Ayasofya gibi, bazilika plân düzeninde, taş duvarlı, ahşap çatı ile örtülü bir yapı olduğu bilinmektedir. Bu Ayasofya ile ilgili 1936 yılında Prof. A.M. Schneider tarafından yapılan kazılar sırasında bazı kalıntılar ortaya çıkmıştır. Bunlar mabete giriş basamakları, cephe taşları, sütunlar, sütun başlıkları, sütun kaideleri, bezemeleri ve frizleridir. Günümüzde bunlar Ayasofya’nın bahçesinde ve girişin hemen altında görülebilmektedir. Ancak, bu Ayasofya’nın da yazgısı diğerlerinden farklı olmamış, 532 yılında Hippodrom’da çıkan Nika İsyanı sırasında tamamen yanmıştır. ![]() Günümüzde bütün görkemiyle ayakta duran Ayasofya’da Erken Bizans mimarisinin ana hatlarının yanı sıra Roma mimari geleneğini ve Doğu sanatlarının izleri açıkça görülmektedir. Mimari yönden incelendiğinde Ayasofya’nın merkezi kubbe ile örtülü, büyük bir orta mekânı, iki yan nefi, dışarı taşkın apsidi, iç ve dış narteksi olduğu görülmektedir. Kubbeli bazilika olarak nitelenen bu yapıya, atriumun doğusundaki üç kapıdan dış narteksine girilmektedir. Üzeri uzun ve dar bir manastır tonozu ile örtülü dış narteksten de beş kapının aracılığıyla iç nartekse geçilir. Duvarları renkli mermer levhalar, mozaiklerle bezeli bu mekânın kuzey ve güneyinde de iki büyük kapı dikkati çekmektedir. Bunlardan kuzeydekinden üst galeriye çıkan rampalara, güneydeki horologion kapısından da avluya çıkılmaktadır. Bezemeleri ile son derece zengin olan iç narteksten dokuz kapının aracılığı ile Ayasofya’nın ana mekânına girilir. Bunlardan ortadaki bronz çerçeveli kapı İmparator kapısıdır. Mermer söveli kapının kanatları son derece kalın meşe ağacından yapılmış olup, üzeri tunç levhalarla kaplanmıştır. ![]() ![]() İstanbul’un Latin istilâsı sırasında Ayasofya büyük zarara uğramış, buradaki bir çok kilise eşyası ya tahrip edilmiş veya Avrupa’ya götürülmüştür. İstanbul’un fethinden sonra kentin en eski yapılarından olan Ayasofya’nın, harap ve perişan bir halde olduğunu tarihi kaynaklar belirtmiştir. Camiye çevrilen Ayasofya’nın batıdaki küçük kubbesinin üzerine ahşap bir minare yapılmış, daha sonra da Fatih Sultan Mehmet zamanında güneybatıdaki tuğla minare, Sultan Beyazıt II döneminde buna kuzeydoğudaki ince minare eklenmiştir. ![]() Ayasofya’nın Osmanlı döneminde ibadet mekânı içerisine mihrap, minber, vaaz kürsüleri ve hünkâr mahfili eklenmiştir. Ayrıca Teknecizâde İbrahim Efendi’nin yazıları buraya konulmuşsa da bunlar günümüze gelememiştir. Onun yazılarının yerine Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin yazıları konulmuştur. Bunlardan Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin Nur Suresi’nden alınma ayeti kubbede bulunmaktadır. Ayrıca Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin büyük ölçüdeki yuvarlak levhaları da payandaların üzerinde bulunmaktadır. Sultan Selim II (1566 - 1574)’in hükümdarlığının son yıllarında Ayasofya’nın duvarları dışa doğru açılmaya başlamış ve yapı, bütünüyle yıkılma tehlikesiyle karşılaşmış. Tarihçi Selanikli Mustafa Efendi, yapının bir buçuk zira (75 - 90 santim) yana meylettiğini kaydetmiştir. Bunun üzerine padişah, yanına devlet büyüklerini, Mimar Sinan başta olmak üzere hassa mimarlarını alarak Ayasofya’ya gelmiş, durumu yerinde görerek gerekli önlemleri aldırmıştır. Öte yandan Peçevi İbrahim Efendi de Sultan II Selim’in kubbeyi sağlamlaştırdığını, bazı koruyucu payeler ile iki minare yapılmasını emrettiğini belirtmiştir. Sultan II Selim’in emriyle Mimar Sinan, yapıya bitişik evleri kaldırtmış, caminin iki yanında otuz beşer arşınlık (24 metre) boşluk bırakarak yollar açmış, tahta minareyi yıkmış, kuzeybatı ile güneybatıya aynı zamanda payanda görevini üstlenecek iki minare daha eklemiştir. Ayrıca Ayasofya’nın kuzeyine, yıkılan evlerden kalan yerlere yine dayanak olmak üzere iki payanda daha yaptırmıştır. Sultan II. Selim’in Mimar Sinan’a başlattığı bu onarım oldukça uzun sürmüş, çalışmalar Sultan II. Murat’ın (1574 - 1595) saltanatının ilk yıllarında tamamlanmıştır. Sultan I. Mahmut, 1739-1740 yıllarında Osmanlı sanatının en güzel eserlerinden olan şadırvan, sıbyan mektebi, aşhane-imaret, kütüphane ve yeni bir hünkar mahfili ile mihrap yaptırmıştır. Ayasofya beş Osmanlı Padişahının aynı yerde gömülü oluşuyla da ayrı bir önem taşımaktadır. Bunlar Sultan II. Selim, Sultan III. Murad, Sultan III. Mehmed, Sultan I. Mustafa ve Sultan İbrahim’in türbeleridir. ![]() İstanbul'un yaşlı anıt yapılarından olan Ayasofya'nın cami veya müze işlevinden hangisinin daha etkin olabileceği zaman zaman tartışılmış, güncel basında her iki yöne ağırlık kazandıracak yayınlar yapılmıştır. Bu tartışmalar sürüp giderken akıl ve bilimin ışığı altında konunun boyutları, felsefede geçen neden ve niçin sorularının yanıtlanmaması olayı daha karmaşık bir duruma getirmiştir. Konuya dayanak olarak yalnızca Fatih Sultan Mehmet'in vakfıyesi ele alınmış, gerçeğe dayanmayan iddialar da ortaya atılmıştır. Düzenlendiği çağın koşulları içerisinde Vakıfların ve Vakfıyelerin büyük rolü ve önemi olmuştur. Bunların her biri ayrı ayrı insancıl görüşleri içermekte, toplum yararına uygun hükümler ortaya koymaktadır. Ne var ki çağın gelişen koşullarında bazı vakfiyeler güncelliğini ve uygulamasını yitirmiştir. Bu bakımdan bir konuda karar verirken öncelikle vakfiye hükümlerini ortaya koymak ve bunların arkasına sığınmak da çağdaş bir görüşten çok uzaktır. Bu arada bazı çevreler Ayasofya'nın müzeye dönüşmesine neden olan Bakanlar Kurulu kararnamesinin gerçek dışı olduğudur. Bu konuda araştırma yapan Erdem Yücel'in "Belgelerin Işığı Altında Ayasofya'nın Müze Oluşu ile İlgili Bazı Gerçekler" isimli makalesinde (Türk Dünyası Araştırmaları S.78) konuyu belgeleriyle açıklamış ve ortaya koymuştur: ![]() Ayasofya İstanbul Vali Muavini, Evkaf Müdürü ve İstanbul Müzeler Genel Müdürü arasında yapılan bir protokol ile müze yönetimine devredilmiştir. Ayasofya Müzesinin kısa sürede ziyarete açılabilmesi için yoğun bir çalışma başlamış ve 1 Şubat 1935'te ziyarete açılmış ve ilk gün 463 yerli, 370 yabancı olmak üzere toplam 738 kişi gezmiştir. Fatih Sultan Mehmet fetihten hemen sonra ibadet amacıyla Ayasofya'yı camiye çevirmiştir. Osmanlılarda uyulan bir teamüle göre ele geçirilen kentin en büyük dini yapısı camiye çevrilirdi. İstanbul'da da aynısı uygulanmıştır. Ayasofya'nın hemen yanı başındaki Hagia Eirene camiye dönüştürülmemiştir. Ayrıca İstanbul'u ziyaret eden yabancı devletlerin önde gelen kişileri ile yerli ve yabancı turistlerin ilk anda görmek istedikleri yer Ayasofya'dır. Fatih Sultan Mehmet'in köhneleşmiş Bizans'ı yıkarak Ayasofya'yı camiye çevirdiği bilinen bir gerçektir. Öte yanda Atatürk'te çökmüş bir imparatorluktan yeni bir Cumhuriyet kurmuştur. Türklerin bu iki büyük dahisinden biri İstanbul'u fethetmiş, diğeri de günün koşullarını dikkate alarak Ayasofya'yı müzeye çevirmiştir. Ayrıca evrensel boyutlarda Dünya Kültür Mirasında Ayasofya'nın kendine özgü bir yeri bulunmaktadır. Bu bakımdan Ayasofya Cami mi? Yoksa müze mi? Tartışması günümüzde çağdışı bir düşünceden öteye gitmemektedir". Bu nedenle Ayasofya sitemizde istanbul Müzeleri bölümünde yer almıştır. Sultanahmet Meydanı, Eminönü Tel : (0212) 522 17 50 Faks : (0212) 512 54 74 E-posta: [email protected] Aya Eireni (St. Irene) (Eminönü) ![]() Ayasofya’dan sonra Bizans’ın ikinci büyük kilisesi olan Aya İrini değişik zamanlarda yapılan onarımlarla günümüze iyi bir durumda gelebilmiştir. Bizans kaynaklarından öğrenildiğine göre, kilisenin bulunduğu yerde Roma dönemine ait Arthemis, Aphrodite mabetleri bulunuyordu. Kilisenin yapımı oldukça eski tarihlere inmektedir. I.Constantinius döneminde, IV. Yüzyılın başında Roma mabetlerinin kalıntılarından yararlanılarak yapılmıştır. Bizanslılar bu kilise için İlahi Selamet sözcüğünü kullanmışlardır. Ayasofya ile aynı avlu duvarı içerisinde bulunan Aya İrini 532 yılında Nika Ayaklanması sırasında yanındaki Sempson Zenon (düşkünler evi) ile birlikte yanmıştır. İmparator I.Iustinianus (527–565) Ayasofya ile birlikte Aya İrini’yi de yeniden yaptırmıştır. Yapımına 532 yılında başlanmışsa da bitim tarihi kesinlik kazanamamıştır. Sanat tarihçiler İmparatoriçe Theodora’nin ölümünden (548) önce bitirilmiş olduğu konusunda birleşmişlerdir. Iustinianus’un son yıllarında Ayasofya’nın atriumu ile birlikte Aya İrini atriumu da yanındaki iki manastır ve Sempson Zenon ile birlikte yanmıştır. III. Lon (717–741), V.Constantinius (741–775), IV. Leon (775–780) zamanındaki depremler kiliseye büyük zarar vermiş, bunu IX. Yüzyıldaki deprem izlemiştir. ![]() Aya İrini’nin ilk yapısı ahşap çatılı, üç nefli bir bazilika planında idi. Günümüze ulaşan ve 738 depreminden sonra yapılan kilisenin zemini bazilika, üst örtüsü ise kapalı Yunan haçı planındadır. I.Iustinianus devrinin tüm mimari özelliklerini yansıtan bugünkü yapı üç nefli, 100.00x32.00 m. ölçüsündedir. Ana mekânın ortasını 15.00 m. çapında ve 35.00 m. yüksekliğinde dört büyük payenin taşıdığı bir kubbe örtmektedir. İçeriden küre, dışarıdan da yüksek kasnaklı kubbenin çevresinde 20 pencere bulunmaktadır. Ancak bunlardan 14’ü kubbenin yıkılmasını önlemek amacı ile tuğlayla örülmüştür. Ana kubbenin atrium yönünde, elips görünümünde dıştan basık ve yayvan ikinci bir kubbe daha vardır. Bunun dışında kalan üst örtü beşik tonozludur. ![]() I.Iustinianus zamanında yapılan kilisenin zengin bir bezemesi vardı. Ancak bunlardan günümüze yalnızca apsis yarım kubbesindeki altın yaldızlı haç mozaiği gelebilmiştir. Bunun da nedeni Bizans’ta 726–842 yıllarında hâkim olan İkonaklazm (tasvir kırıcılık) akımıdır. Apsis yarım kubbesindeki mozaikte dört kademeli bir kürsü ve bunun üzerinde de geniş kollu bir haç görülmektedir. Buradaki haç Hz. İsa’yı, kademeli kürsü de Onun çarmıha gerildiği Golgoto Tepesi’ni tanımlamaktadır. Ayrıca Mezmurlar kitabından alınan iki satırlık bir yazı da bu kompozisyonu tamamlamaktadır. Aya İrini müze olarak kullanıldığı zaman bu mozaiğe dokunulmamış, üzeri yalnızca bir bayrakla örtülmüştür. Aya İrini’de bu mozaikten başka mozaik olup olmadığı kesinlik kazanamamakla beraber Dr.Firfield’in burada yaptığı araştırmalarda kubbe ve pandantiflerde İkonaklazm döneminden önceye tarihlenen mozaik izleri bulunmuştur. Ana mekânda yapılan araştırmalarda ise iki parça halinde döşeme mozaikleri bulunmuştur. Aya İrini Kültür Bakanlığı’nca 1983 yılında açılan Anadolu Medeniyetleri Sergisi’ne ev sahipliği yapmıştır. Topkapı Sarayı I.Avlusu Sultanahmet Eminönü/İstanbul Kariye (Khora Kilisesi) Müzesi (Fatih) ![]() Kilisenin ilk yapımı bazilika planında idi ve mozaiklerle bezenmişti. Yanında hamam ve körler için de bir sığınma evi bulunuyordu. Günümüze gelen kilise kare planlı, üzeri kasnaklı kubbelidir. Kesme taş ve tuğla hatıllı olarak yapılan yapının dışarıya taşkın üç apsidi bulunmaktadır. Bunlardan ortadaki apsid yuvarlak olup, iki yanlardaki dışarıya çıkıntı yapmıştır. Kilisenin önünde iç ve dış narteks bulunmaktadır. Bu bölümler kubbe ve tonozlarla örtülüdür. Naos kısmının içerisi mermer kaplıdır. Bu nedenle de buradaki mozaiklerden çok azı günümüze gelebilmiştir. ![]() Khora Manastır ve Kilisesi’nin yeniden ün kazanması XI. Yüzyılın sonlarında İmparator I.Aleksios Komnenos (1081–1118) dönemine rastlamaktadır. O yıllarda çok harap bir durumda olan manastırı Aleksios’un kayınvalidesi Maria Dukaina restore ettirmiş ve kilisesini de farklı bir mimari üsluba göre yaptırmıştır. Kilise Hz. İsa’ya adanmıştır. Kısa bir süre sonra Aleksios’un küçük oğlu İsaakios Komnenos kiliseyi yeni baştan ve daha büyük ölçüde yaptırmış, kendisi için de bir mezar yeri hazırlamıştır. Sonraki yıllarda Meriç kıyısında Ferecik’te Kosmosoteria Manastırı’nı yaptırınca buradaki mezar yerini de oraya taşımıştır. Günümüzde kilisenin narteks bölümünün sağında bu mezar yerinin olduğu duvarda Hz. İsa’yı tasvir eden büyük bir mozaik pano bulunmaktadır. Bu panonun altında da İsaakios Komnenos’un mozaik bir panosu bulunmaktadır. İstanbul’un Latin istilası sırasında (1204–1261) manastır ve kilisenin ne durumda olduğu bilinmemektedir. 1261 yılından sonra Bizans yeniden kurulduktan sonra saray ileri gelenlerinden Theodoros Metohites Kariye manastır ve kilisesini 1316–1321 yıllarında genişletmiş, içerisini mozaik ve freskolarla bezemiştir. ![]() Kariye’deki mozaik ve freskolar Avrupa’daki Rönesans akımına paralel olarak Bizans resim sanatında yeni bir anlayışın başladığını göstermektedir. Giriş kapısı üzerinde Hz. İsa’ya kilisenin bir modelini sunan Thedoros Metohites tasvir edilmiştir. Kilise içerisindeki mozaiklerde İsa’nın ve Meryem’in hayatı ile ilgili İncil’den alınmış sahneler resmedilmiştir. Bu resimlerde resme derinlik sağlayan arka planlar ve mimari yapılara, motiflere önem verilmiştir. Buradaki sahnelerde canlılık ve günlük hayattan alınma gerçekçilik açıkça görülmektedir. Figürlerin yüz ifadeleri, hareketleri özenle işlenmiştir. İç nartekste sağ tarafta bütün duvarı boydan boya kaplayan Halke İsa’sı panosu, Meryem ve İsa’nın önünde yere diz çökmüş bir figürün XII. Yüzyılda kiliseyi yeniden yaptıran İsaakios Komnenos’a ait olduğu anlaşılmaktadır. Kilisenin ana mekânında çok az mozaik bulunmaktadır. Yalnızca kapının iç tarafında, kemerin üzerinde Hz.Meryem’in son uykusu ve ruhunun Hz. İsa tarafından göğe çıkarılışı (Koimesis) sahnesi tasvir edilmiştir. ![]() Caminin 1876–1877 yıllarında onarıldığı kaynaklardan öğrenilmektedir. Bu dönemde İstanbullu Rum mimar P.Kuppas burada restorasyon çalışması yapmış, içerisindeki mozaiklerden bazılarını temizlemiştir. Mozaiklerinden ötürü İstanbul’a gelen yabancı gezginler Kariye’yi mutlak görmüş, bunların arasında Alman İmparatoru II. Wilhelm de bulunmaktadır. Amerikan Bizans Enstitüsü 1948’den sonra içerisindeki mozaik ve freskoların temizlik ve onarımını yapmış, Th. Whittemore başkanlığında başlayan çalışmaları onun ölümünden sonra P.A. Underwood tarafından sürdürülmüştür. Son onarımları da J.W.Hawkins 1959 yılında yapmıştır. Kariye bundan sonra 1948 yılında cami işlevi sona erdirilerek müzeye dönüştürülmüştür. Günümüzde Ayasofya Müzesi’ne bağlı ayrı bir birimdir. Edirnekapı, Fatih Tel : (0212) 631 92 41 Faks : (0212) 512 54 74 E-posta: [email protected] Fethiye (Pammakaristos Manastırı) Müzesi (Fatih) ![]() Günümüze gelen kilise XIII. yüzyılın sonlarında Bizans sarayının önde gelen kişilerinden Mihail Glabas Tarkaniotes tarafından yaptırılmıştır. İstanbul’un fethinden sonra Fatih’in Ortodoksların başına patrik olarak atadığı Gennadios Skolarios Havarium Kilisesine yerleşmiş, 1455’te o sıralarda kadınlar manastırı olan Pammakaristos Manastırı’na Fatih Sultan Mehmet’in izni ile taşınmıştır. Bu manastırın kilisesi Ahmet Paşa tarafından mescide çevrilmiştir. Pammakaristos Manastır ve Kilisesi bir yüzyılı aşkın süre içerisinde patriklik merkezi olarak görev yapmış ve Fatih Sultan Mehmet de burayı ziyaret etmiştir. Sultan III. Murat döneminde (1574–1595) Fethiye’nin çevresi Türk mahalleleri ile kaplanınca bu yapı Fethiye Camisi ismi ile 1590 yılında camiye dönüştürülmüştür. Patriklik makamı da Ayios Georgios Kilisesi’ne taşınmıştır. ![]() XX. yüzyılın başlarında medresenin üzerine Mimar Kemalettin Bey’in çizdiği projeye göre bir ilkokul yapılmıştır. Bu arada avlu duvarları kaldırılarak külliyenin bütünlüğü yok edilmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü, Y.Mimar Süreyya Yücel tarafından 1936–1938 yıllarında Fethiye Camisi restore edilmiştir. Bu arada Amerikan Bizans Enstitüsü mozaik araştırmaları ve mozaik restorasyonu yapmış, yan bölümündeki bugün müze olarak kullanılan kısımdaki mozaikler ortaya çıkarılmıştır. Cami 1960 yılında bir onarım daha geçirmiş, uzun süre kapalı kalan cami ibadete açılmıştır. Fethiye Camisi kesme taş ve tuğla dizilerinden oluşan bir duvar işçiliği göstermektedir. Güney cephesindeki kapının üzerinde bulunan kitabeden anlaşıldığına göre 1845 yılında onarılmış, bu dönemde barok üslupta minare eski minarenin yerine yapılmıştır. Yapı dikdörtgen planlı olup, ibadet mekânının çevresini tonoz ve kubbeli bir galeri çevirmektedir. İbadet mekânı mihrap önünde iki kalın paye, ortada ikişer, yan kenarlarda da dörder paye ile üç nefe ayrılmıştır. Bunlardan mihrap önü ile onun önündeki bölüm kubbe ile geriye kalan mekânlar da çapraz tonozlarla örtülmüştür. Mihrap nişi alışılagelenin dışında sivri bir üçgen şeklinde dışarıya çıkıntılıdır. ![]() Fethiye Camisi’nin sağ tarafına 1315 yılında kapalı Yunan haçı planında küçük bir ek kilise Parekklesion eklenmiştir. Bizans İmparatoru Mikhael Glabas 1315 yılında ölünce karısı Maria Dukena kocasının anısına kuzey kilisenin sağ tarafına bu ek yapıyı yaptırmıştır. Bu kilise bir narteks, galeri ve naos bölümünden meydana gelmiştir. Gerçekte mezar şapeli olan bu ek kilisede Maria ve Michael Ducas’ın mezarları bulunmaktadır. Günümüzde Ayasofya Müzesine bağlı müze niteliğindeki narteks ve galeriden oluşan bu bölüm 2.30 m. çapında bir kubbe ile örtülüdür. Cephe görünümü son Bizans devri mimarisini yansıtmaktadır. Parekklesion’un kubbe ve duvarları XIV. yüzyıla tarihlenen mozaikler ile süslüdür. Apsiste Hz. İsa, Hz. Meryem ve Yuhannes’ten oluşan Deisis kompozisyonu, kubbede de ortada İsa, iç dilimlerde Tevrat peygamberleri, tonozlar, azizler ve bir de vaftiz sahnesi görülmektedir. Fethiye Camisi’nin bu bölümü 1990’lı yıllarda onarım nedeni ile kapatılmış ve 2006 yılında yeniden ziyarete açılmıştır. Büyük Saray Mozaikleri Müzesi (Eminönü) ![]() İstanbul’da Bizans İmparatorluğu döneminde Bukaleon, Hormistas, Mangan, Dafne ve Tekfur sarayları yaptırılmıştır. Bunların arasında Hipodromdan Marmara’ya doğru uzanan 100.000 m2’lik alanı Büyük Saray kaplamıştır. Büyük Saray çeşitli yapılar, tören salonları, kiliseler, bahçeler ve oyun yerlerinden oluşan küçük bir şehir görünümünde idi. Bu saraya İmparatorun Evi, Saray, Mukaddes Saray, Bukaleon, Hipodrom Sarayı, Eski Saray ve Büyük Saray gibi isimler verilmiştir. Sarayın çevresinde Ayasofya, Aya İrini, Hipodrom, Sergios Bakkhos (Küçük Ayasofya) gibi yapılar bulunuyordu. Kuzeydoğudan güneybatıya doğru eğimli bir arazide kurulan bu saray kompleksi geniş teraslar ve duvarlarla desteklenmiş, saray da meydana getirilen bu alanın üzerinde kurulmuştur. Böylesine geniş bir alana yayılan sarayın doğusunda Magnaura ile Khalke bölümleri, güneybatısında muhafız alayı kışlaları ve diğer yan kuruluşlar yer alıyordu. Sarayın batısında İmparatorun kabul salonu ile günlük yaşantısını sürdürdüğü bölümler vardı. İmparator I.Constantinius’un (306–337) başlattığı bu yapı topluluğu, onu izleyen imparatorların yaptırdığı ilavelerle daha da genişletilmiştir. I.Iustinianus (527-565), II.Iustinos (565-578), V.Constantinos (741-775), Teophilos (829-842), I.Basileios (867-886) ve VI. Leon’un (886-912) sarayın genişletilmesinde büyük katkıları olmuştur. Sarayın kuzeybatısında Hipodrom, Zevk Siopos Hamamları, güneybatı ve güneydoğusunda deniz, kuzeyinde Ayasofya, Senato Binası ile Augusteion Meydanı bulunuyordu. ![]() Iustinianus’un saray topluluğuna eklediği en önemli yapılardan birisi de Çatladıkapı’daki Hormistas veya Bukaleon Sarayı diye isimlendirilen bölümlerdir. Pek az kalıntının günümüze ulaşan bu bölümün de imparatorun tahta çıkmadan önce tahta çıkmadan önce yaşadığı mekânlar olduğu sanılmaktadır. Sarayın bu bölümleri XX. yüzyılın başında buradan geçirilen Sirkeci demiryolunun yapımı sırasında yıkılmış ve büyük bir kısmı da çevredeki yeni yapılanmaların altında kalmıştır. Günümüzde sahil yolu üzerinde mermer söveli pencereleri ile bu sarayın mahzeni ve görkemli kapısı görülebilmektedir. Saray II.Iustinianus zamanında batıya doğru genişletilmiş ve buradaki yapılara son derece görkemli bir taht salonu eklenmiştir. Oktogonal görünüşlü, küçük kubbeli bu taht salonu bir bakıma İtalya’daki St.Vitale ile Sergios Bacus’a benziyordu. İçerisi tümü ile mozaiklerle kaplanmıştı. Buradan Hipodroma geçişi sağlayan Triklinos denilen geçit de yine bu dönemde yapılmıştır. Bunun ardından V.Constantinius Hıristiyanlığın kutsal eşyalarının korunduğu Meryem Kilisesini, I.Basileus da Yunan haçı planlı Hagios Demetrius Kilisesini, hapishaneyi ve Taykanisterion denilen oyun sahnesini yaptırmıştır. VII. Constantinius Porphyrogennetos döneminde (913–959) eski sarayın tümünü yeni baştan restore ettirmiştir. ![]() İstanbul’un Latin İstilası sırasında (1204–1261) kentin birçok yapıları gibi Büyük Saray’da yağmalanmış ve kısmen yıkılmıştır. İstanbul’u Latinlerden geri alan VII. Mikhael Palaiologos (1259–1282) Blakerna Sarayının onarımı tamamlanıncaya kadar Büyük Sarayda yaşamıştır. Bizans İmparatorluğu’nun son yıllarında Büyük Saray kendi haline bırakılmış, gereksinim duyuldukça yapı malzemeleri sökülmüş ve başka yerlerde kullanılmıştır. İstanbul’un fethinden 30 yıl kadar önce buraya gelen Floransalı Buendelmonde Büyük Sarayın tamamen terk edildiğini ve bir taş yığını görünümünde olduğunu belirtmiştir. İstanbul’un fethinden sonra Büyük Saray’ın bulunduğu alan, şehrin yeniden yapılması ile ele alınmıştır. Bunun sonucu olarak da sarayın kalıntıları çevrede yeni kurulan mahalleler arasında kalmıştır. XVII. yüzyılda Sultanahmet Camisi’nin arastası bu sarayın kalıntılarının üzerine yapılmıştır. Sultanahmet’deki 1865–1852 yıllarında çıkan yangınlar arasta ile birlikte Büyük Saray kalıntılarının daha da harap olmasına neden olmuştur. İngiltere’nin Edinburg’taki St.Adrews Üniversitesi adına Dr.D.Russel’in mali ve ilmi yardımları ile 1933-1938 yıllarında Prof.Dr. J.H.Baxter’in burada yapmış olduğu kazılarda Büyük Saraya ait mozaiklerin büyük çoğunluğu ortaya çıkmıştır. Alman mimarlarından G.Martiny kazı alanının planını çıkarmış ve bu çalışmaları yaparken de mozaiklerle karşılaşmıştır. Mozaiklerin ortaya çıkışı ile birlikte alan genişletilmiş ve bunun yanı sıra da mimari elemanlar, çanak çömlek parçaları da bulunmuştur. Çalışmalar 3.500 m2’lik sütunlu bir avluyu ortaya çıkarmıştır. Çevresi 6 m2’lik sütunlu geçitlerle çevrili olan bu avlunun güneydoğu kesiminde 25 m. uzunluğunda, 16.50 m. genişliğinde bir yapı ile bağlantılı olduğu da görülmüştür. ![]() Büyük Saray Mozaikleri 3 Aralık 1953’te İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne bağlı bir bölüm olarak ziyarete açılmıştır. Açılan bu müze 26 Eylül 1979’da Ayasofya Müzesi yönetimine bırakılmıştır. Bundan sonra Büyük Saray taban ve mozaiklerinin etüt ve konservasyonu için Kültür Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile Avusturya Bilimler Akademisi arasında 4 Mayıs 1982 tarihinde bir protokol yapılmıştır. Konservasyon çalışmalarını Prof. Dr.Hermann Veters ile Prof. Dr.Werner Jopst üstlenmiştir. Avusturya Bilimler Akademisi’nin çalışmalarına Ayasofya Müzesi ile İstanbul Merkez Restorasyon Laboratuarı elemanları da katılmıştır. Büyük Saraydan günümüze ulaşabilen mozaikler çok geniş bir mekân izlenimini verdiği gibi, çok renkli canlı bir resim galerisini andırmaktadır. Mozaiklerde kireç taşı, mermer küpler, cam, terakota ve bazen de değerli taşlar kullanılmıştır. Bu mozaiklerde renkli taşların son derece maharetle yerleştirilmesindeki mükemmellik bir ressamın tual üzerindeki çalışmalarına benzemektedir. Bu mozaiklerde Hıristiyan sanatının sevdiği sembollere yer verildiği gibi benzeri konular da görülmektedir. Çoğunluğunu çeşitli av sahnelerinin, hayvan mücadelelerinin ve köy yaşantısının gözler önüne serildiği bu mozaiklerde sanatçıların ustalığı açıkça görülmektedir. ![]() Büyük Saray Mozaiklerinin tarihlendirilmesi konusunda çelişkili fikirler ileri sürülmüştür. J.H.Baxter figürlerin elbiseleri ile saç biçimlerine bakarak MS. V. yüzyılın ilk yarısında yapıldıklarını ileri sürmüştür. D.T.Rice mozaikleri 450–460 yılları arasına tarihlendirmiştir. Bunun ardından MS. VI. yüzyıl ve VII. Yüzyıl başlarından sonraya tarihlendirenler de olmuştur. Prof. Dr.Semavi Eyice ise 450–500 tarihleri üzerinde durmuştur. Büyük Saray Mozaikleri Müzesi’nin restorasyonu yapılırken, arastanın ortasındaki koridorun iki yanında bulunan müze bölümü 1987 yılında demir konstrüksiyonlu bir çatı ile örtülmüş ve iç mekânda mozaikler çevresinde gezinti yerleri yapılmıştır. Müze içerisine cadde üzerindeki bahçeden geçilerek girilmekte, arastanın altından dolaşılarak arastada dükkânları birbirinden ayıran geçide çıkılmaktadır. Bu yapılanma Y.Mimar Alpaslan Koyunlu tarafından yapılmıştır. Müzenin 25 Ağustos 1987 yılında açılışından sonra mozaik restorasyon ve konservasyon çalışmaları 1997 tarihine kadar devam etmiştir. Sultanahmet, Eminönü /İstanbul Faks : (0212) 512 54 74 Topkapı Sarayı Müzesi (Eminönü) ![]() Topkapı Sarayı yerleşme düzeni olarak iyi korunmuş bir kent görünümündedir. Çevresi kısmen surlarla çevrilidir. Sarayın sürekli olarak genişlemesinden ötürü çeşitli mimari üsluplar buraya yansımıştır. Saray tümü ile belirli bir mimari plan düzenine göre değil, küçük pavyonlar halinde köşkler ve dairelerden oluşmuştur. Saray dış teşkilat ile bölümleri oluşturan Birun denilen bir bölüm ile iç örgütlenmeyi oluşturan Enderun’dan meydana gelmiştir. Bu bölümler birbirleri ile üç ana avlunun çevresinde yapılanmıştır. Sarayın Alay Meydanı denilen en dıştaki avlusuna kitabesinden h.883 (1478) tarihinde yapıldığı öğrenilen ve Bab-ı Hümayun (Saltanat Kapısı) adı verilen kapıdan girilmektedir. Birûn’u oluşturan bu avluda Aya İrini yanındaki Sempson Zenon denilen düşkünler evi, hastane, fırın, Ambar-i Amire, Saray Darphanesi ve sanatkâr atölyeleri bulunmaktadır. I.Avlu Babüs-Selam denilen kapı ile Divan Meydanı veya Adalet Meydanı denilen ikinci avluya bağlanmaktadır. Osmanlı padişahlarının tahta geçtiği Cülüs törenleri ile cenaze törenleri de yine bu avluda yapılırdı. Babüs-Selam’dan Babüs-Sade’ye Vezir Yolunun sağından, Divan binası XIX. yüzyılda yapılmış Adalet Kasrı bulunuyordu. Divan binasının bitişiğinde de hazine binası yer alıyordu. Avlunun Marmara Denizi’ne bakan kuzeydoğudaki revaklarının arkasında saray mutfakları ile hizmet binaları bulunuyordu. Sarayın Haliç’e yönelik kısmında ise Has Ahırlar ile Arabacılar Dairesi bulunuyor idi. ![]() Has Oda’nın Haliç’e yönelik Divan yeri denilen iki sıra sütunlu, kubbeli geniş bir revakı Sofa-i Hümayun veya Mermer Sofa olarak isimlendirilen terasa açılırdı. Bu terasta XVII. yüzyılın ilk yarısında Sultan IV. Murat ve Sultan İbrahim dönemlerinde yapılmış Sünnet Odası, İftariye Kameriyesi, Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Sofa Köşkü ve Baş Lala Kulesi gibi köşkler yapılmıştır. Buradan Asma Çiçek Bahçesi denilen sarayın dördüncü bölümü olan alt bahçeye inilmektedir. Bâb-üs Saade (Orta Kapı) ![]() Değişik dönemlerde bu kapı çeşitli adlar almıştır. Bunların en yaygın olarak kullanılanları Arz Kapısı, Akağalar Kapısı ve Bâb-üs Saade’dir. Enderûn ve Birun kavramlarını ve varlığını belirleyecek şekilde yeşil ve beyaz sütunlu bir revak ortasında, dışa doğru çıkıntı yapan bir kubbe ile kapı belirgin hale getirilmiştir. Önünde saray törenlerinin yapıldığı bu kapı ve revak bölümünün Fatih Sultan Mehmed döneminde (1451-1481) tasarlandığı ve oluştuğu, söz konusu törenlerin yüzyıllar boyunca aynı yerde sürdüğü bilinmektedir. Bu kapı kubbesi ve saçaklarıyla avluya doğru bir çıkma yapmış ve karşılıklı üçer sütunun üzerine oturtulmuştur. Bu mimari görüntü XVIII.yüzyın ikinci yarısında Sultan III. Mustafa döneminde yapılmıştır. Kapının üzerindeki 1774 tarihli talik hatla yazılmış manzum onarım kitabesi bunu açıklamaktadır. II. Mahmud’un hattıyla Besmele ve tuğrası vardır. Büyük bir olasılıkla kapı çevresinin bezemesi XIX.yüzyılda II. Mahmud zamanında (1808-1839) yenilenmiştir. Bu revak ve kapının önünde padişahların cülus törenleri ve bayram törenleri yapılırdı. Savaşa gidecek olan sadrazama Sancak-ı Hümâyûn burada törenle teslim edilirdi. Divan’ın toplantı günlerinde saraya törenle giren sadrazam tarafından önüne gelinerek selamlanması da bu kubbeli kapının Sultanın varlığını ve kudretini ifade eden sembolik bir anlam taşıdığını gösteren en belirgin davranış örneğidir. Sünnet Odası Sünnet Odası tek odalı olup, arkasında da küçük bir müştemilatı bulunmaktadır. Sultan İbrahim döneminde (1840–1648) yapıldığı sanılan bu köşkün daha erken bir tarihlerde yapıldığı da iddia edilmiştir. Köşkün içi ve dışı çinilerle kaplanmıştır. Bu çinilerin büyük çoğunluğu XVII. yüzyıla tarihlenmişse de içlerinde XV.-XVI. yüzyıllara ait olanlar da görülmektedir. Duvarları süsleyen mavi-beyaz çinilerin yanı sıra pencere içlerine karşılıklı çeşmeler de yerleştirilmiştir. Osmanlı padişahları namazların sünnetini çoğunlukla burada, farzlarını da Hırka-i Saadet’te kıldıklarından bu isim buraya verilmiştir. İftariye Kameriyesi Sünnet Odası ile Bağdat Köşkü arasında İftariye Kameriyesi bulunmaktadır. Bu kameriye Sultan İbrahim zamanında, 1640 yılında Sünnet Odası ile çevresinde yapılan değişiklikler sırasında dışarıya taşkın dört konsol üzerine oturtulmuştur. Üzeri tamamen maden kaplı olup, oluklu bakırdan dört ince sütunun taşıdığı ince uzun, ortaya doğru şişkin bir çatı ile örtülüdür. İçten ayna tonozlu olan bu çatının üzerine de oldukça gösterişli Allah yazılı bir alem yerleştirilmiştir. Kubbe içerisinde ise altın varakla yazılmış on altı mısralık bir kitabeye yer verilmiştir. Bu kameriye bayramlarda değerli kumaşlarla döşenir ve bayram namazından sonra saray erkânının bayramlaşması burada yapılırdı. Bunun dışındaki günlerde de sultan önünde havuzu olan bu kameriyede oturarak dinlenirdi. Bağdat Köşkü ![]() Köşkün üstü kubbe, yan çıkıntılar da aynalı tonozludur. Kubbe ve tonozların içerisi yapıldığı dönemin ender örneklerinden malakâri tezyinat ile bezenmiştir. Duvarlarında içten iki sıra pencere bulunmaktadır. Bu pencerelerin üzerleri renkli camlıdır. Burada duvarlara iki üç gözlü küçük hücreler yerleştirilmiştir. İçerisindeki kapılar, dolap kapakları, raflar ağaç işçiliğinin en güzel örnekleridir. Ayrıca iç kısımda yekpare hayvan dekorlu çiniler bulunmaktadır. Çiniden yekpare bir kitabe içerisini çepeçevre dolaşmaktadır. Bu kitabeyi Tophaneli Enderuni Mehmet Çelebi yazmıştır. Revan Köşkü ![]() Bu köşkün ismi kaynaklarda Sarık odası olarak da geçmektedir. Topkapı Sarayı’ndaki kaynaklardan öğrenildiğine göre burada padişah sarıkları korunmakta idi. |
|
![]() |
![]() |
|
|
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|