sonforum.org

Anasayfa Facebook Bugünki Mesajlar Forumları Okundu Kabul Et
Geri git   sonforum.org > EĞİTİM - ÖĞRETİM - KARİYER > Kitap Dünyası
Kayıt ol Google Üye Listesi Market Girişi


Kitap Dünyası Kitaplarla ilgili tüm paylaşım burada.

Yeni Konu aç  Cevapla
Seçenekler Stil
Okunmamış 02-28-2010, 12:15   #1
Kullanıcı Adı
denizci
Standart Araf (Elif Şafak)Özeti,Konusu,Karakterleri


Yazarı: Elif Şafak
Yayınevi: Metis Yayınları
Basım Tarihi: 2004
Sayfa Sayısı: 345






ARKA KAPAK
Yalnızlık, yabancılık, dil ve zaman üzerine bir roman...

Kim gerçek yabancı - bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi, yoksa kendi ülkesinde yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri de olmayan mı?

İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir - bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu. Yabancının isminin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş ıspanağın başına gelenlere benzer - ana malzemeye yeni bir tat eklenmesine eklenmiştir de kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu arada. Yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede yaşamının birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye, ismine yabancılaşmasıdır.






KİTAPTAN
"Ne hoş tesadüf," dedi Debra zoraki bir neşeyle, "çok sevindim. Ne kadar iyi bir ahçı olduğunu biliyorum." Değişik bir hali vardı, okuma grubundakinden çok daha kendine güvenli görünüyordu. "Senin için bir sakıncası yoksa çalışmaya hemen başlayalım, zaman geçiyor ve hiçbir şey hazır değil."
Alegre'yi soktuğu çivit mavisi mutfak duvardan duvara paketler, kutular, konserve kutuları ve kavanozlarla doluydu, gıda, gıda, gıda. Misafirlerin yediden sonra gelecekleri ve büyük olasılıkla sekiz buçuk civarında kurt gibi acıkacakları söylendi. Toplam yirmi iki kişi bekleniyordu. "Biz de iki kişiyiz. Doyuracak yirmi dört boğaz eder. Ne dersin? Başarabilir miyiz?"
Ama çok geçmeden ortaya çıkacağı üzre "biz" diye bir şey yoktu. Sadece Alegre vardı. Kendi ahçılık tarihinde bu kadar kısa sürede, bu kadar çok insan için bu kadar çok yemek pişirdiği olmamıştı hiç. Yine de yiyecek konusunda kendisine böyle muhtaç olunması sinirlerini yatıştırmış olacaktı çünkü kendini bu işin altından kalkmaya tamamen muktedir hissediyordu. O malzemeleri incelerken Debra Ellen Thompson da onu inceleyecek vakit buldu. Alegre'nin değişik bir hali vardı şimdi, okuma grubunda olduğundan daha az ürkekti.
Gerçekten de kendinden emindi Alegre, hatta Debra nihayet mutfak kapısının öteki tarafındaki sürekli mızıldanan kadın sesinin yardımına koşup onu mutfakta yalnız bıraktığında kendine güveni iyice artacaktı; dışarıdan gelen sese bakılırsa biri oturma odasını akşam için derleyip toplamaya çalışıyor ama aslında bu işi yapmak istemiyordu, hem de hiç. Alegre mutfakta tek başına kalınca oturma odasında olanları hiç merak etmedi, tıpkı evin geri kalanıyla ya da misafirlerin nasıl insanlar olduklarıyla ilgilenmediği gibi. O olmak istediği yerdeydi: mutfakta. Başka birine ait olsa da onun mutfağıydı burası artık. Tek bilmek istediği tam olarak ne pişirmesinin istendiğiydi. Ama kimse bu konuyu açıklığa kavuşturmak için gelmedi. Onun yerine içeri komik, basık burunlu, aşırı uzun tüylü, duman grisi tombul bir kedi girdi ihtişamla, hemen onun arkasından da ne işler karıştırdığını anlamak için yine aynı türden, tekir ve belki daha az mağrur bir başka kedi geldi. Evsahiplerinin ona nasıl bir menü istedikleri konusunda ipucu verecek kadar sorumlu davranmasını beklemekten ve kedileri seyretmekten sıkılan Alegre bu yiyecek gemisinin tek kaptanının kendisi olduğuna ve karar vermenin de kendisine düştüğüne kanaat getirdi. Buzdolabında bulduğu keçi peynirini pidelerin üzerine ufaladı. Dolaplarda bir sürü ton balığı konservesi buldu ve bunlardan bol bol şehriyeli ton balığı fettuccine yaptı. Buzluktaki kıyma çabucak köfteye dönüştü; tezgâhın üzerindeki lahana barbunyalı lahana salatası oldu; artık mısırların bir kısmı puding, geri kalanı mısırlı kabak sotesi halini aldı. Patatesler her zamanki gibi fazlasıyla işe yaradı. Alegre onları haşladı, kızarttı, fırınladı, ezdi, üzerlerine çeşit çeşit baharatlarla soslar döktü. Geri kalanları domuz pastırması ve peynirle doldurdu. Dolaplarda bulduğu tako soslarının hiçbirini fazla tutmasa da tavuklu burritos doldurdu. Fıstıklı banma sosu ve tavuk ciğerli börek hazırladı. Bildik aperitifleri sıraladı � sarımsak soslu karides, söğüş salata ve peynirler. İki koca kâse cevizli Sezar salatası ve birilerinin bütün bunlara rağmen aç kalması ihtimaline karşı yirmi dört tane hindili klüp sandvici yan yana dizdi. Geri kalan yumurtalarla limon suyunu limon kremalı turta yapmakta kullandı. Buzdolabında gördüğü yığın yığın muzla da muzlu turta yapmayı planlıyordu ki, yorgunluktan bitkin düştüğü için oturup biraz dinlenmesi gerekti.
Bu yiyeceklerin hiçbirini değil yemek tatmak dahi istemiyordu. Çantasını dolduran kırmızı greyfurtları çıkardı ve çiğnerken hesaba başladı: 11 kırmızı greyfurt, her biri 70 kalori, toplamda 910 kalori!
"Şu hale bak, inanamıyorum!" Debra Ellen Thompson iki küsur saattir adımını atmadığı mutfağa girdiğinde bağırmaktan kendini alamamıştı. Tezgâhın üzerindeki her yemeğin karşısında konuk selamlar gibi tek tek saygıyla durdu. "Tanrım, ne diyeceğimi bilemiyorum. Muhteşem bir iş çıkarmışsın. Bu müthiş! Müthiş!"
Ama kendisi "müthiş! müthiş!" görünmüyordu hatta "müthiş!" bile görünmüyordu. Daha ziyade saatlerdir ağlıyormuş gibi görünüyordu.
"Sen iyi misin?" diye sordu Alegre kaşla göz arasında greyfurt kabuğu yığınını ortadan kaldırarak.
"Evet... aslında hayır... ev arkadaşımın canı son zamanlarda çok sıkkındı, onu neşelendirmek için mutfağı çivit mavisine boyadım... en sevdiği renk... ama pek işe yaramadı, sonra bir parti vermenin iyi bir fikir olacağını düşündüm ama ne kadar salaklık ettiğimi şimdi anlıyorum... bu kalabalık ona iyi gelmeyecek."
Alegre ona, ev arkadaşını mutlu etmesinin neden bu kadar önemli olduğunu sormak istedi ama birden bu yorumun fazlasıyla Connie-vari olacağını hissetti. Hem gerçekten de çene çalacak zaman değildi. Misafirler gelmeye başlamışlardı bile.
Bütün tepsilerle tabaklar oturma odasına taşındıktan sonra Alegre mutfakta yine yalnız kaldı. İçeri girip insanlarla tanışacağına ve onlarla birlikte yiyeceğine söz vermişti Debra'ya ama son anda yan çizeceğini gayet iyi biliyordu. Mutfağı toplamayı, tezgâhı temizlemeyi, çöpleri atmayı, birkaç tava ovmayı tercih etti. Sonra içerideki seslerin dingin bir müzik çeşitlemesine, neşeli sohbetlere, hafif şakalara, şen gaflara çoğalmasını dinleyerek üç greyfurt daha yedi, 210 kalori daha; giderek değişti sesler, ara sıra sinirli alaylar, aksi atışmalar da çalınıyordu kulağa. Derken bir yerlerden davul sesleri yükseldi ve fonda çalınan müzik aniden hızlandı. İçerdeki herkes aynı anda dans etmeyi zıplamakla, zıplamayı da tepinmek ve hoplamakla karıştırmaya karar vermişçesine zangır zangır sarsılmaya başladı ev.





ELEŞTİRİ
Elif Şafak'ın neredeyse iki aydır süren tanıtım kampanyasıyla edebiyat dünyasında merak ve tartışma yaratan yeni romanı 'Araf', sonunda yayımlandı, ama kimi zaman haber nitelikli yazılar, kimi zaman yazarla yapılan söyleşiler sayesinde romanın tematiğine yabancı değildik zaten.
İsterseniz hakkında yazılanları özetleyerek başlayalım 'Araf'ı tartışmaya: "Bir yıldır Amerika'da yaşayan Şafak'ın Ekim 2004'te 'Farrar, Straus and Giroux' Yayınevi tarafından Amerika'da yayımlanacak 'The Saint of Incipient Instanities' adlı romanı farklı din, çevre ve kültürlerden gelip yolları Boston'da kesişen bir grup gencin dokunaklı öyküsünü anlatıyor. Yaşanan kimlik sancıları ve her şeye rağmen bir yere ait olma ihtiyacı ile bir araya gelen bu üç genç arasındaki ilişkiler önce gelişip sonra çaresizlikle yitirilmeye başlıyor. Bu arkadaşlar birbirlerinin önceden oluşturulmuş kimliklerine meydan okuyor ve bunun karşılığında kendi önyargılarının sorgulandığını görüyor. Romanın İngilizce ismi 'The Saints of Incipent lnstanities' delilik vurgusu taşırken Türkçe’de uygun görülen 'Araf' ismi biraradalık, eşiktelik, aidiyetsizlik duygusuna atıfta bulunmak için seçildi.. Kitap, ister Doğu'da ister Batı'da, kendi yurdunda bile yabancı olmanın heyecan vericiliğine odaklanıyor".
Görüldüğü gibi kitabı elimize almadan önce hem okuyucuya peşin bir yol haritası çıkaracak hem de bir eleştiri yazısına ihtiyaç hissettirmeyecek kadar malumat sahibiydik. Artık yaygınlaşan bu 'okuyucuyu okumadan kanaat sahibi yapma' eğilimine değil ama 'Araf'la ilgili her türden haber, reklam metni ve röportajda ısrarla vurgulanan 'İngilizce yazılıp Amerika'da yayımlanacak olma' haline kısaca değinmek istiyorum.
İlginç bir tesadüf, tam bu kitapla ilgili ilk haberleri okuduğum günlerde gazetelerin magazin sayfalarında Sertab Erener'in 'No Boundaries' adlı İngilizce albümünün haberlerine de takılmıştı gözüm. Reklam sektörü bir kez daha aynılaştırmıştı popüler kültürle yüksek edebiyatı. 'No Boundaries' kendi kulvarında sadece küçük bir haber olarak kaldı, 'Araf'ın İngilizce yazılması ve ABD'de yayımlanacak olması ise her seferinde taşındı edebiyat gündemine.

En iyisi romanın kendisine bakmak!..
ABD'de yayımlanmış pek çok romanın edebi anlamda ne kadar önemsiz olduğunu bildiğimize, edebiyatımızda Türklerin Avrupa'da yaşadığı ilişki ve sorunlara değinen çok sayıda roman yazıldığına, üstelik de, Almanya'da Almanca yayımlanmış azımsanmayacak kadar yerli yazar ismi sayabildiğimize göre, 'Araf'ın ilk elde kanıtladığı herhalde sadece Elif Şafak'ın İngilizcesinin İngilizce roman yazmaya yeterliliğiydi. Reklamını 'İngilizce yazmak, Amerika'da yayımlanmak' üzerine kurmak da, bunları hararetle tartışmak da, aslında başkalarının bizi nasıl gördüğü hakkında türlü efsaneler, tasavvur ve tahayyüller üretmiş bir ulusun futboldan sinemaya, bilimden sanata yıllardan beridir sürdürdüğü bir tartışmanın 'Araf' özelinde tekrarından öte bir şey değildi; araftakiler, ulusal gururla batı karşısında ezilmişliğin ikileminde kalan bizlerdik aslında...
Edebi değeri hiç ilgilendirmeyen bu tartışmaları bir kenara bırakalım ve en iyisi 'Araf' ne anlatmış, nasıl anlatmış ona bakalım: İlk bakışta doktora yapmak için 2002 Haziran'ında ABD'ye gelen bir Türk'ün, Ömer Özsipahioğlu'nun Boston'da geçirdiği iki yılın hikâyesidir roman. Faslı arkadaşı Abed, bir gece vakti içkiden içi dışına çıkmış Ömer'e şöyle özetleyecektir bu iki yılı; "doktora yapmak için İstanbul'dan Amerika'ya geldin; doktorayı bırakıp kız arkadaşların üzerinde uzmanlaştın ama hepsinde çuvalladın; mideni öldürdün, sonra da midenin seni öldürmesine ramak kaldı... Tabii sonra ya hastalandın ya da âşık oldun, kimse farkı anlayamadı; derken evlendin, üstüne üstlük Gail'le evlendin ve bütün hayatını mahvettin!" Ama gerçekten de Amerika'da olmak mı mahvetmiştir Ömer'in yaşamını? Hikâye ilerledikçe hiç de öyle olmadığını anlıyoruz. Çünkü o, daha Türkiye'den ayrıldığı günlerde 'yoldan çıkmış' biri; "kendini ne siyasetin akıntısı ne de bilimin adacığına konumlandırabilmiş bir siyaset bilimi öğrencisi; evlilik müessesesinin flora ve faunası içinde nefes almakta zorlanan işin-acemisi bir koca; kendini evinde hissedememekten mustarip ama artık evinin nerede olduğunu da bilmeyen bir göçmen; ne İslam ile ne de başka bir dinle alakası olsun istemeyen bir doğuştan- Müslüman; "Tanrı'nın bilinebilirliğine değil Tanrı'nın kendisini bilmesine karşı çıkan bir bilinemezci" olarak tarif edilebilecek bir adam.
'Araf'ın hikâyesi Ömer'e takılıp kalmıyor. Her biri farklı yerlerden, farklı kültürlerden ve farklı tarihlerden gelen Gail, Ömer, Abed, Aiegre, Piyu ve Debra Allen Thompson da Ömer kadar ağırlıklı yer kaplıyorlar. Her birinin karakter özelliklerine, hayat hikâyelerine ve trajedilerine hak ettiği yeri vermesini bilmiş Elif Şafak. Bu karakterlerle sayılar, istatistikler, psikiyatristler, uyarı levhaları, yemek listeleri, diyetler, testler, uzak doğu felsefeleri, kadın-erkek ilişkilerindeki yüzeysellik, acıma duygularını uyandırmadan sessizce dilenen yoksullar gibi Amerikan tarzı hayatın karakteristikleri arasındaki kimi zaman mizaha varan çelişkileri de unutmamış.

Karakter romanı

Belirtmekte yarar var; 'Araf', Amerika'ya gelen Ömer'in Fas'lı Amed ve İspanyol Piyu ile paylaştıkları evdeki yaşantısı, Gail'e âşık olması ve evlenmesi özetiyle anlaşılacak bir roman değil. Elif Şafak, aslında bir hikâye anlatmayı da amaçlamamış; hikâye zamanın akışına bağlı olarak zorunlulukla çıkıyor ortaya. Şafak'ın meselesi, bireyin kendisine yabancı bir ülkede, yabancı bir toplum ve kültürde içine düştüğü karmaşık duygu, düşünce ve ruh hallerini çok sayıda karakter üzerinden sergilemek. En çok da yalnızlık ve yabancılaşma üzerinde duruyor. Öyle bir yalnızlık ve yabancılaşma ki, yalnızca Ömer, Amed ya da Piyu gibi yabancılar değil, Gail ve Debra gibi yerliler de kurtulamayacaktır insanı depresyonun eşiğine getiren etkilerinden.
Başarısı burslarla ödüllendirilmiş ya da yaptıkları işleriyle hayat karşısında donanımlı insanlardan oluşan roman kişileri cins, ırk, kültür ayrımı gözetmeksizin bozuk ruh hali paydasında birleşiyorlar. Elbette kökenlerine göre değişiyor bozukluk biçimleri. Mesela Gail'in şahsi özellikleri arasında obsesif kompulsif bozukluk, panik atak, sosyal fobi ve benzerleri var. Aşçılığı ile parmak ısırtan Alegre, tombul bir çocukluk geçirmenin travmasıyla sabitlenen bulimia hastalığının pençesinde. Sevgili Piyu, başka kadınlara ilgisini sevgilisine kanalize edemiyor bir türlü. Güçlü bir karakter çizen lezbiyen Debra, istediği hayatı kuramamanın tedirginliğini üzerinden atamazken Amed, kültürünün ahlaki değerlerini gururla taşıyarak yaşadığı Amerika'da hiçbir kadınla ilişki kuramıyor. Şafak, medeni dediğimiz hayatın neden olduğu yarılma ve nevrozları hikaye içinde kaderlerini sanki kendileri belirleyen karakterleri üzerinden çarpıcı ama abartısız ve açık bir biçimde işlemiş. Bu nedenle Ömer ve Gail'in çok ayrı dünyalardan gelip bir aşkta ortaklaşan zigzaklı hayat çizgilerinin İstanbul'da noktalanan sonu üzecek belki, ama şaşırtmayacak okuyucuyu.
A. Ömer Türkeş





YAZAR HAKKINDA
1971 yılında Strasbourg'da doğdu. ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünü bitirdi, yüksek lisansını aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümünde yaptı. "Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinde Kadınsılık-Döngüsellik" konulu master tezi Sosyal Bilimler Derneği'nce ödüllendirildi. İlk (öykü) kitabı Kem Gözlere Anadolu 1994 yılında, ilk romanı Pinhan 1997'de (1998 Mevlânâ Büyük Ödülü), ikinci romanı Şehrin Aynaları 1999'da, Mahrem (Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülü) 2000'de, Bit Palas ise 2002 yılında yayımlandı. Yazarın İngilizce olarak kaleme aldığı, 2004 yılında yayımlanan son romanı Araf ABD'nin öndegelen yayınevlerinden Farrar, Straus & Giroux'nun 2004 yayın programında yer alıyor.Şafak, ABD'de yaşıyor ve Michigan Üniversitesi'nde "Ortadoğu'da Marjinal Kimlikler" ve "Kadın ve Edebiyat" dersleri veriyor.
denizci isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Sonforum'un önerileri

Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Yeni Mesaj yazma yetkiniz aktif değil dir.
Mesajlara Cevap verme yetkiniz aktif değil dir.
Eklenti ekleme yetkiniz aktif değil dir.
Kendi Mesajınızı değiştirme yetkiniz aktif değil dir.

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı


Saat: 22:18


lisanslı Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2022, Jelsoft Enterprises Ltd.
Forum SEO by Zoints
SonForum.org 2007-2025

2007-2025 © SonForum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " İletişim " kısmından bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
webmaster blog